13 Eylül 2012 Perşembe

Hasretten ve derin duygulardan uzak olanlara

Dedesi şair Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiire ilgi duyar Nâzım Hikmet. Henüz 17 yaşında ilk şiiri basılır. Sonrasında iyice şiire yoğunlaşır. Şiirlerine, özellikle şairin kalbini fersah fersah derinleştiren konular hakimdir. Aşk, hasret, memleket özlemi, istiklal savaşı, anadolu, baskı ve elbette sosyalizm.

"Yaşarsın karıcığım,
Kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
Yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
En fazla bir yıl sürer
Yirminci asırlılarda
Ölüm acısı."

Nâzım Hikmet hakkında her zaman süren siyasi tartışmalara, zamanında Cemal Süreya bir yorum getirmiştir. Şöyledir:

"Şimdilerde Nâzım Hikmet’i değerlendiren iki aşırı uç belirmiş bulunuyor: kimi yazar onu dünyanın en büyük şairi olarak anarken, kimi yazar da sadece siyasal bir bildirinin taşıyıcısı olarak görmek istiyor. Kuşkusuz bu iki ucun ikisi de siyasal bir tavırdan çıkıyor. Hele sosyalizme karşı olanların Nâzım Hikmet’in üstünü çizerken ileri sürdükleri kanıtlar bütünüyle şiir dışı şeyler. Bununla birlikte Nâzım Hikmet’i tapınılacak bir şair olarak görmeyi istemek de, sanırım, önce gerçekçilik açısından, onun anısına hayınlık etmek olacaktır."

Güneşi İçenlerin Türküsü, Karıma Mektup, Kuvâyi Milliye, Türk Köylüsü, Yaşamaya Dair, Memleketimden İnsan Manzaraları, Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler, Memet, Mavi Liman, Henüz Vakit Varken Gülüm ve Şehitler adlı şiirleri adeta efsaneleşmiştir. Nâzım Hikmet, "Otobiyografi" adlı şiiriye kendini özetlemiş, ölümünden 2 yıl önce Doğu Berlin'de yazdığı bu şiirde son sözlerini şöyle söylemiştir:

"Sözün kısası yoldaşlar
Bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
İnsanca yaşadım diyebilirim
Ve daha ne kadar yaşarım
Başımdan neler geçer daha
Kim bilir."


Ayrıca bu şiirindeki şu dizelerin, insanın içini burkmaması imkansızdır:

"Yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak."


Hasretten ve derin duygulardan uzaksa ruhunuz, Nâzım Hikmet çok şey katacaktır kalbinize.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Eylül 2012 Çarşamba

Çehov ile bir randevu

"Gerçek ne kadar korkunç olursa olsun, gerçeği bilmekten daha korkunç değildir."

Anton Çehov, Rus oyun yazarı ve kısa öykücülüğünün kurucularından. Kırk dört yıllık pek de uzun sayılamayacak yaşamında birçok oyun ve öykü yazmıştır. Dünyaca ünlü olmuş, öyküleri birçok dile çevrilmiş, oyunları pek çok ülkede oynanmıştır. Peki Çehov’un bu kadar sevilmesinin nedeni nedir? Neden dünyada birçok öykü ve oyun yazarı varken onun adı hâlâ öne çıkmaya devam etmektedir?


Anton Çehov, oyunlarında her zaman gerçekten beslenmiştir ve hiçbir zaman olmayanlar üzerine yazmamıştır. Besin kaynağını her zaman yaşadığı toplumdan almıştır. Günlük hayatın içinde belki de birçoğumuza çok basit gelebilecek olaylarını anlatır, fakat onları kendi süzgecinden öyle bir geçirir ki ortaya çıkan aslında herkesin bir şekilde, hangi çağda olursa olsun, fark ettiği düşünceler yumağıdır.

Tabi belirtmem gerekir ki Çehov, kendi yaşadığı çağı öykü ve oyunlarıyla yorumlamıştır ancak bakış açısındaki sorgusal evrensellik günümüzde hala yaşamaktadır.

Çehov’un oyun ve öykülerinde önemli olan ilk unsur karakterlerdir. Yaşadığı dönemdeki yozlaşmış topluma uygun olarak döneminin zengin ve kendini seçkin sayanlarına sıkça yer verir. Bunu yaparken bu karakterleri asla yalnız kullanmamaya dikkat eden Çehov, o toplumun karşı sınıfını da kullanır. Şımarık ve rahat yaşamaları anlatırken ezilmiş olanları unutmaz. Okuyucuya sürekli bir karşılaştırma olanağı sunması da onun yazdıklarını sadece oyun yazmak için yazmadığının bir göstergesidir tabi. Çökmekte olan Rus toplumunu aslında birazda “Tolstoyvari” bir biçimde sunar. İnsan ilişkilerinin ve çatışmalarının üzerinde özellikle durması, kent ve taşra arasındaki çelişkiyi sıkça konu edinmesi, sığ yaşam biçimlerini gösterme çabası da aynı sebeptendir. Dönemin Çarlık yönetiminin aşırı baskıcı tutumunun da Anton Çehov’un kaleminde etkili olduğu açıktır.

Çehov okumak hala önemlidir çünkü oyunlarında insanlara verdiği mesajlar hala değerini yitirmemiş, tam tersine günümüz dünyasıyla 19.yüzyıl arasında, aslında nitel olarak büyük benzerliklerin olduğunu görmemizi ve geçen bir asırdan fazla bir sürede aslında değişimin pratik yaşamamızda meydana gelen kolaylıkların ve teknolojinin dışında başka bir şeyde meydana gelmediğini fark etmemize de yardımcı olmaktadır. Bu yüzden, Çehov ile henüz tanışmamış olanlara Çehov kitaplarını  okumalarını şiddetle tavsiye ederim.

Ozan Şen

11 Eylül 2012 Salı

Beyni durduran, nefesi güçleştiren roman

Louis Ferdinand Céline... Yirminci yüzyılın en önemli eserlerinden biri kabul edilen romanın yazarı. 1932 yılında yazılan o romanın adı “Gecenin Sonuna Yolculuk.” Birkaç yılda anca bitirebildiğimi hatırlıyorum. Geceleri özellikle de yaz gecelerimin en kıymetli dostu olmuştu okuduğum süre zarfında. Bu uzayan sürenin okunurluk açısından bunaltıcılıkla bir ilgisi yoktu. Kendi geceme ve kendi sonuma beni götüren kitaptı. Adım adım... Bukowski, Hakan Günday, Hemingway gibi yazarları da etkileyen, onlara ilham veren bir kitabın hayatımızdaki önemini ötekileştiremeyiz haliyle. Okuduğum ilk andan itibaren beynimi durduran, nefesimi güçleştiren bu romanla ilgileniyordum ama yazarına duyduğum “duygusal bağı” da inkar edemezdim doğrusu...

Céline ile ilgilendiğimde karşıma çıkan şeyin beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemem gerekir sanırım. Onun nazizm hayranlığı veya yanlılığı. Nasıl olur da böyle olabilirdi dediğim yaşlardaydım. Sonraları “asıl korkulması gereken insanlardır, yalnızca onlar” diyen bir insandan bahsedildiği aklıma geldi. Yahudi düşmanı olmakla suçlanmak oldukça hafif kalırdı bu sözün yanında. Kendi fikri önemsizdi, karşımda duran ve gecelerime yön veren romanı onun kendisinden daha önemliydi. Önemli olan “yolculuğumuz”du...

Céline hakkında kalan iki şey vardı bir yazıdan aklımın köşesine bir zamanlar takılmış olan. Birincisi, Marcel Proust'tan sonra Fransa'da okunan en çok yazar olduğu. İkincisi ise 1 Temmuz 1961'de öldüğü... Ellinci ölüm yıldönümünde anılıp anılmayacağı merak konusuydu. Nicolas Sarkozy'nin de “Gecenin Sonuna Yolculuk”a olan hayranlığını okumuştum bir zamanlar. Buna rağmen Fransa'da yıllardır süregelen "Ulusal Anma Derlemesi"nde ismi geçmiyordu Céline'in. Fransa Kültür Bakanı Frederic Mitterrand, Céline'in listeden ismi silindiğini söylüyordu. Fransa'daki Yahudi Birlikleri Başkanı Richard Prasquier ise bakanın jestini hoş karşıladığını açıklayacaktı pek tabi. Ona göre bu insanın onore edilmesinin düşünülüyor olması bile garipti. Şu sıralar Fransa'da tartışılan yoğun şeylerden biri de bu. Bir tarafta önlenemeyen Yahudi düşmanlığına sahip olması. Bir tarafta ise tartışılamayan yazarlık becerisi...

Benim için Céline bir roman karakteridir, hayatımı etkileyen. “Gerektiğinde yalanlanır” derler, romanlar için. “Yolculuğumuz hayalidir.”

"Bu dünyada zamanımızı birbirimizi öldürerek ya da birbirimize taparak geçiririz. "Senden nefret ediyorum. Sana tapıyorum." Yol almaya devam ederiz; depoyu doldurur, sonra yeniden doldururuz; kendimizi var kılmak en büyük zevklerdenmişçesine, her şey söylenip her şey yapıldıktan sonra bu bizi ölümsüz kılacakmışçasına, azgınlıkla ve bedelsiz olarak kendi ömrümüz içinde bir sonraki yüzyılın iki ayaklısına dönüşürüz. Öyle ya da böyle, öpüşmek de kaşınmak kadar kaçınılmazdır."

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

Bu akşam yemekte "cinayet" var!

2005’te Barcelona’nın “düzgün” bir semtinin bankamatiğinde evsiz bir kadın, ikisi 18, birisi 16 yaşında üç kişi tarafından önce dövüldü, sonra da yakıldı. Kadın olay yerinde can verdi. Yapılan incelemelere göre benzin bidonu kadının yüzüne doğru patladığı için kadının ölümü hemen gerçekleşti.

Yukarıda okumuş olduğunuz paragraf kitaptan bir alıntı değil, tam tersi kitabın “gerçek hayattan” yaptığı bir alıntıdır.

Herman Koch, 1953 Hollanda doğumlu, televizyon yapımcısı, aktör ve yazardır. Yaşının beraberinde getirdiği tecrübeyle, Hollandalıların tipik orta ve üst sınıf yaşayışlarını sıkı kroşelerle sarsarken, dünya halklarının ahlâki tabularına sağlam bir aparkat çakmaktan da geri durmuyor.

2005’te yaşanan az önce okuduğunuz gerçek olaydan ilham alan Koch, bununla ilgili bir roman yazmaya koyulur. İnsanın kanını donduran bu olay karşısında yazarımız soğukkanlılığını yitirmeden, tıpkı müzikte sesin şiddetinin kademe kademe yükselmesi gibi, gerilimi kademe kademe yükselten bir kreşendo kullanmış. Roman boyunca işlenen iki cinayetten biri bu şiddetin doruk noktasında kendini gösteriyor.

Mutlu bir aileniz, huzurlu bir yaşantınız var. Saygılı ve efendi oğlunuz, bütün ülkenin tanıdığı, başbakanlığa hazırlanan ağabeyinizin oğluyla yani kuzeniyle “eğlencesine” yaramazlık yaparsa ve bu yaramazlığın sonucunda bir cinayet işlenirse kontrolünüzü ne kadar sağlayabilirsiniz?

Üstelik, nereye gitse olay olan ve tüm gözleri üstünde toplayabilen başarılı bir siyasetçi olan ağabeyiniz akşam yemeği için üç ay önceden rezervasyon yaptırmak gereken bir restoranda aynı gün yer ayırtıp sizi karınızla yemeğe davet ederse, yemek boyunca size söylemek istedikleri bir şeyin olduğunu kıvrıla kıvrıla anlatmaya çalışırsa; tabi bu arada sizin oğlunuzun karıştırdığınız cep telefonundaki videoları gördüğünüzü onlar bilmezse işler bir hayli ilginçleşebilir.

Akşam Yemeği” yükselişte olan Hollanda edebiyatının çok iyi bir parçası olmaya hak kazanıyor. Bu kitabı alın, satır satır okuyun. Tabi bir de kitabı Hollandaca aslından çeviren Burcu Duman’a selamlarımızı yollayalım. Leziz bir iş çıkarmış kendisi. Bu kitabı okuduktan sonra Ruhuna Kitap’a bir kez daha minnettar kalacaksınız.

Unutmadan; roman boyunca iki cinayet var dedik, birisi zaten evsiz kadın cinayetiydi. Peki diğeri hangi cinayet ve kim ölüyor?

İyi okumalar...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Eylül 2012 Pazar

Zamanın ötesinde yaşayanlara

Daha baştan uyaralım: Bu zamana kadar bir tane bile Milan Kundera kitabı okumadıysanız, onun eserlerinin sadece yazının roman sanatına ait olmadığını, Kundera’nın son yüzyılın en önemli fikir insanlarından biri olduğunu ve kitaplarının da fikirlerinin üzerine şekillendiğini bilmelisiniz.

Onuncu Kundera kitabımı okurken fark ettim ki, kitap okurken en çok bana not aldıran ve / veya yeni fikirlerle hemen, oracıkta kısaca bir öykü yazmamı sağlayan yazar Kundera’dan başkası değildir. “Ölümsüzlük”te şu cümleyi okuduktan sonra, kim not alma ihtiyacı hissetmez ki?:

“...Ama insanın, hele hele bir roman kahramanının tanımı onun biricik ve taklit edilemez bir varlık olması değil mi?”

Ölümsüzlük” yedi bölümden oluşan bir fikir romanıdır. (7 sayısı Kundera sanatının en önemli sayısıdır) Birbirinden farklı hikâyeler kapsamında birbirinden kopukmuş gibi görünen hayatları bir havuz başında (ne kadar absürd bir yer öyle değil mi?) birleştirebilen uçuk bir kalemden çıkmış enfes bir romandır Ölümsüzlük.

Roman boyunca kendi çağlarının en meşhur yazarları olmayı başarmış Hemingway ve Goethe’nin konuşmalarına da şahit olacağız, Avrupa’nın yenilenen yüzü ve ruhlarını değiştiren insanların mutsuzluk girdabında yuvarlanırken, etraflarına ne gibi zararlar verdiklerini de...

Yayınevi tanıtım bülteninde Kundera’yı klasik müzik orkestrası şefine benzetmiş. Doğrudur. Klasik müzik ve dolayısıyla senfoniler Kundera’nın eserlerinde mühim derecede yer tutarlar. Kundera’nın roman kahramanları ya bir hatıra yüzünden, ya bir senfoni yüzünden ya da başka bir yazar yüzünden efsaneleşirler.

İnsanların ölüme yakınlaştıkça aslında ölümsüzlüğe yaklaştıklarını anlatan bu romanı okurken, hem kahkahalarınıza hakim olamayacaksınız hem de yüzyılın yaşayan en büyük yazarına bir kez daha hayran olacaksınız. Kitabın ana fikrinin 75. sayfada gizli olduğu kanısındayım. 85. sayfada da Kundera şöyle bir tokat patlatıyor suratımıza:

"İnsan ölümsüzlüğe bel bağlar, ölümü hesaba katmayı da unutur."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

8 Eylül 2012 Cumartesi

Geçmişine her baktığında derin izlere çarpanlara

"Ölümümden hiç kimse sorumlu değildir, dolayısıyla herkes de sorumludur diyebiliriz."

Behzat Ç, artık hiçbirimiz için yabancı bir isim değil. Dizi olacağını duyduğumda heyecanlanmış, fakat sonra neredeyse tüm dizi olmuş romanlarda yaşadığım gibi hayal kırıklığına uğramıştım. Kitaplar, dizilerden daha samimidir. Kitaplar, dizilerin ağızlarını burunlarını kırar.

Ankara, Kızılay, Sakarya Caddesi, SSK İşhanı, Dil-Tarih, Atakule, öğrenci evleri, Cinayet Masası, Emniyet, çay, 216 sigarası ve Behzat Ç. Hırçın bir başkomiser. Siyasi görüşü yok. Kitap okumaz, gazeteyi okumaya spor sayfasından başlar. Adalet onun vicdanıdır. Belki de bu yüzden hırçındır.

"İş işten geçtiğinde bütün mazeretler tedavülden kalkar, kıran ya da kırılan da piç gibi ortada kalır."

Konuya girersem karakterleri analiz etmekten ve Emrah Serbes'in bu güzel ve ilk romanı hakkında ciddi detaylar vermekten korkuyorum. O yüzden kısa kesmekten yanayım. Bir polisiyenin içinde aşkı, özlemi, baba-kız ilişkisini ve sürükleyici temaslarla kalıcı izleri bulmak istiyorsanız mutlaka okuyun.

- "Çok mu sevmiştin?
- "Bilmem. Ben sevmesini bilmiyorum herhalde. Kimi sevdiysem bana düşman oldu."


Unutmadan, küçükken benim gibi hırsız-polis oyununu çok oynayıp, bir çiçeğin kökünü ağzına sigara yapmış "eski fırlamalar" da mutlaka okusun. Biraz çocukluklarını, özlemlerini ve izlerini bulabilirler. Bulacaklardır. Bulmalılardır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

7 Eylül 2012 Cuma

Edebiyat, tarih ve aşk okumak isteyenlere

"Bütün dostlarımı selamlarım. Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum." yazmıştı Stefan Zweig, özenle geride bıraktığı veda mektuplarının birinde. Karısı Lotte ile birlikte, 23 Şubat 1942’de zehir içerek intihar ettikleri odada, masanın üzerine bırakılmış, pulları dahi yapıştırılmış pek çok mektup kalmıştı geride. Ve Stefan Zweig’in, çağını ve sonrasını oldukça etkileyen eserleri, kitapları, düşünceleri…

Stefan Zweig, dünya edebiyat tarihinin en önemli ve en güçlü kalemlerinden biri. Laurent Seksik ise bir doktor-yazar. Tıp eğitimini aldıktan sonra doktorluk yapmaya başlayan, 1999 yılında ise ilk romanı yayınlanan yazar, 2010 yılında yayınlanan Stefan Zweig’in Son Günleri’nde Nazi işgali altındaki Avusturya’dan kaçan ve Londra ve New York’tan sonra Belçika’ya giden Zweig ve ikinci eşi Lotte’nin son 6 ayını anlatıyor.

Stefan Zweig’ı, çağının önemli yazar ve düşünürlerini, edebiyata ve çağın olaylarına karşı duruşlarını, mücadelelerini, Nazi dönemini, savaşları, aşkı ve acıları okuyoruz yazarın son günlerinde.

Salt bir edebiyatçının hikayesini değil o dönemi de gözler önüne seriyor aslında kitap… Stefan Zweig oradan oraya savrulurken, mücadeleyi değil de kaçmayı seçmiş olmanın vicdan azabıyla yazıya, edebiyata tutunmaya çalışırken yaşadıkları, okudukları ve uzaktan izledikleri çağın olaylarını da net bir şekilde aktarıyor. Zweig’in okuyup etkilendiği bir gazete haberi bile bizi o döneme götürüyor:

“Viyana Belediyesi Yahudilerin oturduğu dairelerde gazı kesme kararı aldı. Bu konutlarda gazla intihar edenlerin artması, vatandaşın rahatını kaçırdığından, gazla intihar etme, bundan böyle kamu düzenini bozmak olarak kabul edilecek.”

Zweig’in kaçtığı ve sürekli özlediği dünya tüm değerleriyle bir savaş alanına dönerken, yazar anılarının dahi yağmalandığını hissediyor ve onlarla birlikte o da gittikçe derin bir bunalımın içine düşüyor. Bir müddet yazmaya, edebiyata tutunmaya çalışıyor. Otobiyografisini (Dünün Dünyası) de bu dönemde yazıyor. Yazarken tek amacı 'harabelerin orta yerine bir mezar taşı dikmek' aslında.

"O 'bizler vardık' demek için kelimeler aramıştı sadece…"

Ancak sonrasında kelimeleri bulamadığı, hiçbir şey yazamadığı bir dönem başlıyor. "Zihni, Yahudi dünyasının sureti gibiydi. Küller altında kalmış bir toprak." Umutsuzluğu derinleşiyor. Tehditler alıyor ve tıpkı Walter Benjamin gibi yanında hep küçük bir şişe zehir taşımaya başlıyor.

Yol arkadaşı, ikinci karısı Lotte ise, sevdiği adamın çöküşü, eski eşin gölgesi ve uzakta olmanın etkileriyle gelgitler yaşıyor, acı çekiyor; ancak yazarın elini hiç bırakmıyor.

Laurent Seksik, Stefan Zweig’in ve karısının birlikte intihar ettikleri o güne dek, altı ay boyunca yanı başlarında durup o ‘tercih edilmiş gidişin’ hikayesini anlatıyor. Her şeyin gerçek olduğunu bilerek bu yolculuğa eşlik etmek ise insanı inanılmaz etkiliyor.

Stefan Zweig'in Son Günleri, edebiyat ve tarih meraklılarının ve aşk üzerine gerçek bir hikaye okumak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

6 Eylül 2012 Perşembe

Aklı bir kenara koyup aşkın izine düşenlere

Öyle bir kule düşünün ki tırmanmakla asla bitmeyecek olan, sonsuzluğa uzanan... Basamakları dize dize dizilmiş, her bir odasının kapısı kelimelerle örülmüş, cümlelerle kilitlenmiş. Kiminin penceresi Doğu’ya kimininki Batı’ya bakar. Ama hepsinden görülen ve görülmek istenen aynıdır: Hakikat. Bu bitimsiz kulenin her katında bir dil ustası, bir irfan ehli, bir gönül adamı, bir arif, bir sufi, bir derviş, bir düşünce adamı karşılar yolcuyu. Geçmişinden, köklerinden kopmadan içinde bulunduğu zamanın ruhunu yakalamaya çalışan bilgelerin hikâyeleri anlatılır “Bilgelik Kulesi”nde.

“Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
Güzelim dünya elveda,
Ve merhaba kainat...”

Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli, Hallac-ı Mansur, İbn-i Ârabî, Hasan Ali Yücel, Sezai Karakoç, Nazım Hikmet, Bilge Karasu, Baudrillard, Mevlâna ve daha pek çok irfan ehli bu kulenin sırlı duvarlarına tuğlalar koyan kahramanlardır.

“İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan kemaleaçılan kapı, amelle taçlanan ilim.”

Bir modern zaman dervişi Sadık Yalsızuçanlar, dünyanın tüm düşünce iklimlerinden beslenmiş dağarcığı, metinlerarası göndermeleri ve samimi diliyle, pek çoğu aramızda olmayan bu kahramanlara yeniden hayat verir. Hakikat ve sevginin peşinde koşan bu kahramanlarla ilim irfan deryasında gezdirir. Aklı bir kenara koyup aşk’ın izine düşer o da.

"Akıl kelime anlamı itibariyle de bağ demektir, düğüm... Kalp ise sınırsızdır, hakikat gibi, hakikat inhisar kabul etmez."

Farklı ideolojilere, inançlara, perspektiflere sahip bu kahramanlarına ortak bir özellik atfeder Yalsızuçanlar: Yazmakla yanmak arasındaki ruhlar. Yazmakla çıldırmaktan kurtulmaya çalışan, dil ile karanlığın içinden çıkıp, kelamla mayalanan ruhlardır...

“Dil, bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şeydir.”

“Dil, iklimdir. İklim yurttur. İnsan ruhuyla ve ruhunun bütün malzeme ve imkanlarıyla bu iklim içinde varolur, konuşur, dile gelir.”

Kozmik bilgiye susayanlar "Bilgelik Kulesi"nin pınarlarından nasiplerini alacaklar...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

5 Eylül 2012 Çarşamba

Heyecanını yitirenlere

"Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar."

Okurken hem kahkaha atmak hem de hüzünlenmek, iyi bir yazarın kaleminden çıkan kitap vasıtasıyla olabilir ancak. Burada kurgudan çok, hikayenin karakteri bizi bir yerlere götürebilir.

Alper Kamu, 5 yaşında. Hem saf hem de filozof derinliğinde fırlama bir oğlan. Gördükleri karşısında şaşkınlığını belli etmekten çekinmiyor, üstelik bunu güzel bir yorumla bizlere sunuyor. Çaresiz kaldığı zamanlarda işi şakaya vurmayı seven ama lafı da gediğine oturtan, "benim de böyle bir oğlum olsun, yok yok olmasın" dedirtiyor Alper Kamu.

"Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum."

Alper Canıgüz'ün İletişim Yayınları'ndan Ocak 2004'te çıkan romanı Oğullar ve Rencide Ruhlar, Nisan 2012'de 12. baskısını yaptı. Çağdaş Türk Edebiyatı için alkışlanabilecek bir performans. Elbette burada okuyucunun seçimi de çok önemli. Okuyucu, iyi romanı her zaman görür ve ona hakkını verir. Gerekirse beynini de teslim eder.

Kitabın kapak tasarımından başlayıp son cümlesine kadar gittiğinizde, karambole geldiğinizi ve çok eğlendiğinizi hissedeceksiniz. Halk otobüsünde okurken çevrenize kahkahalarınızla rahatsızlık verecek, insanlar size baktığında "suçsuzum" bakışları atacaksınız. Bunların hepsini yaparken de hiç utanmayacaksınız.

"Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minübüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı."

Şimdi kemerlerinizi çıkarın ve 5 yaşında olduğunuz o yıla geri dönün. Aslında o en heyecanlı olduğunuz yaşınıza yani. Sonra heyecan denen şeyi çok nadir hissediyorsunuz çünkü...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Eylül 2012 Pazartesi

Evlere şenlik bir balon

Günümüz yazarları arasında kendine has anlatımıyla, etliye sütlüye karışmayanların tam karşısında bir yazar yer alır. Adı da Arnon Grunberg'tir.

Grunberg'in beyaz orta sınıfın rahatsızlıklarını diline dolaması ve dramatik bir üslupla bunu ifade etmesi yeni bir cümle sayılmaz. Ancak Grunberg çıtayı biraz daha yükselterek, daha olgun bir romanla karşımıza çıkıyor.

Grunberg sevginin, aşkın imkansızlığının, soykırımın, ötenazinin, sadakatin, ekonomi balonlarının, babasız çocukların, kocasız kadınların, Amerikalıların, Avrupalıların tam ortasına açıyor tezgahını.

Daha önce yine bir Grunberg kitabı olan "Tirza"nın yazısını okuyanlar hatırlayacaklardır, yazının başlığını "Rahatsız edilmek isteyenlere" koymuştuk. Bu yazının başlığının da bu olması kaçınılmazdır. Çünkü Bay Grunberg, kendisi gibi dünya rahatsızları olan okuyucularının evinde ekonomi balonları patlatmaya gelmiş.

"İliğine Kadar" dan hemen önce yine bir Grunberg kitabı olan; ancak Marek Van Der Jagt adıyla basılan "Kelliğimin Hikayesi"ni okuduğum için, ne işe karşılaşacağımı aşağı yukarı anlamıştım. Aile bireyleri arasındaki kopuk ilişkiler alıştığımız üzere hat safhada; anne - oğul melodramı ise yine sayfaların arasında kendine yer edinmiş.

Kitabın odak noktası "ilgi"dir. Sevgililerin, karı kocaların, eski eşlerin, aile üyelerinin, öğretmen ve öğrencilerin birbirlerine olan ilgisi. Ya da ilgisizliği. Kapitalist toplumların (kimileri bu tanımlamayı sevmese de) yabancılaşması, bir anlamda "ilginin ıssızlaşması".

Kitaptan şu çarpıcı ifadeyi size aktararak bir görevimi daha yerine getirmiş oluyorum.Grunberg'i henüz okumamış olan dünya rahatsızları tanıştıklarına memnun olacaklar:

"Her şey ağlamakla başlar, sonra birlikte ev almaya kadar giderdi. Başkasının kederine ortak olmamak, bu tuzağa düşmemek gerekirdi. İnsanca başlayan bir ilişkinin fare kapanıydı bu..."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar