Ziyaüddin Serdar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ziyaüddin Serdar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2019 Cuma

Geleceğe dönüş

Blaise Pascal (1623-1662) yaklaşık dört asır önce muhteşem bir tespit yaparak insanın zamanla ilişkisini ortaya koymuş ve hayatını geçmişin melankolik özlemi ile geleceğin heyecanlı ümidinde yaşayan insanın şimdiyi es geçerek bu iki zaman arasında savrulduğunu söylemiştir. Daha net ifadeyle, insan şimdiki zamanı (ânı) yaşamayı ihmal etmektedir. Mutsuzluğunun özünde de bu vardır.

Pascal’ın tespiti Zygmunt Bauman’ın (1927-2017) Retrotopya adlı eserinde geçmişe indirgenmiş hâliyle karşımıza çıkıyor. Bauman ‘retro’ sözcüğü ile ‘özlenen geçmişi’, ‘ütopya’ sözcüğü ile de ‘hayal edilen ideal yeri’ (bir anlamda geleceği) bir araya getirerek ‘retrotopya’ kavramını oluşturuyor. Görünen o ki, geçmiş ve gelecek insanın zihninde paradoksal bir hüviyete bürünüyor ve en önemlisi şimdiki zamanı (ânı) gölgeliyor.

Ziyaüddin Serdar’ın Gelecek isimli eserini okurken gerek Blaise Pascal’ın tespitinin gerekse Zygmunt Bauman’ın indirgediği olgunun zihnimde billurlaştığını hissettim. İnsan, geçmişte yaşamamış olsa bile tasavvur ettiği görkemli hayale dönüştürmek istiyor geleceği. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz kırk dört sayfalık kitabın çevirisi Ömer Furkan Şahin’e ait. Eserdeki dilin sade olmayışında hem konunun yoğunluğu hem de teknik terimlerin etkisi büyük. Kitap on bir bölüm ve geleceğe yönelik fikir veren yüz alıntının yapıldığı bir ekten oluşuyor. Hem ek kısmındaki alıntılara hem de kaynakçaya baktığımızda kitabın arka planının epeyce zengin olduğu görülüyor. Ziyaüddin Serdar, gelecek gibi net olmayan, spekülatif bir meseleyi yetkinlikle irdelemiş ve ortaya kapsamlı bir metin çıkarmış.

Disiplinlerarası bir çalışma örneği olan kitap entelektüel açıdan son derece tatmin edici. Gelecek olgusu felsefi bir düzlemde tartışılarak insanlık için anlamlı bir karşılık bulunmaya çalışılıyor. Ziyaüddin Serdar ilk olarak gelecek kelimesinin ne olduğunu, gerçekle ne kadar örtüştüğünü ve oluşumunda geçmişin rolünü sorguluyor. Analizinin sonunda geleceğin aslında olmayan üzerinden oluşturulan bir kurgu olduğu sonucuna varıyor. Gelecek olgusunun ‘olmaması’ teorik anlamda olmayıp pratik olarak henüz gerçekleşmeyen bir zaman düzlemine işaret etmesinden kaynaklanıyor. Diğer yandan gelecek oluştuğu andan itibaren artık gelecek olmaktan çıkarak şimdiye ve hemen arkasından geçmişe dönüşüyor. Bu durumda gelecek esasında şimdi (şu anda) yoktur ve fakat olmayan bir şeyin ihtimali üzerinden oluşturulan arzu, ümit ve korkunun ihtimaller içeren bir karışımıdır. Gelecek ile ilgili dikkat çeken bir diğer detaysa geçmişin etkisidir. Gelecek geçmişten alınan ilham ile inşa edilmektedir. İnsan geçmişin bilinebilirliğinden hareket ederek geleceğin bilinemezliğini kapatmaya çalışmaktadır. Tüm bunlardan çıkan sonuca göre gelecek kavramının en belirgin özelliği paradoksal oluşudur.

Kitap kendi içinde sorular soruyor ve cevaplar arayarak ilerlemeye çalışıyor. Bu sorulardan birkaçını şöyle özetleyebiliriz: Geçmiş bilinebilir olmasının yanında gelecek tümüyle bilinemez midir? Eğer tamamen bilinemiyorsa insandaki irade önemini kaybeder mi veya bilinebilme ihtimali varsa seçim ve eylemlerimizin gelecek üzerinde herhangi bir etkisi var mıdır? Geçmiş, şimdi ve geleceği içeren zaman olgusu kavranabilir mi? Zaman olgusunun algılanma biçimleri ve nedenleri nelerdir? Neden geleneksel toplumların döngüsel şekilde nitelediği zaman olgusunu modern toplumlar doğrusal olarak algılamaktadır. Zamanı farklı algılamaya neden olan coğrafya, kültür, din, mit gibi belirleyiciler gelecek algısı üzerinde ne kadar etkilidir?

Üzerinde çalışılan konu son derece soyut olduğundan etkileşim alanının hem çok boyutlu hem de oldukça yoğun olduğu görülüyor. Ziyaüddin Serdar bu kadar kapsamlı olan bu alanın bilimsel olarak araştırılabilir olup olmadığını sorgulayarak mevcut bilimsel anlayışların etkisi üzerinde duruyor. Örneğin, gelecek olgusuna bakışı belirleyen pozitivist anlayış mıdır yoksa rölativist bir bağlam içerisinde değerlendirilebilir mi? Tüm soruların net bir cevabı olmasa da kestirilebilirlik üzerinden tahmin kavramı öne çıkıyor. Gelinen aşamada gelecek çalışmaları konusundaki senaryolar, alternatifler, modellemeler önem kazanıyor. Burada önemli bir detayın altını çizmek gerekiyor sanırım. Ziyaüddin Serdar gelecekte bunlar veya şunlar olacak demiyor ya da nelerin olabileceği üzerinde kehanetlerde bulunmuyor. O, gelecek ile ilgili yapılan çalışmaların ‘nasılını’ ve ‘nedenini’ sorgulayarak mantığını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu anlamda esere son derece teknik bir analiz diyebiliriz.

Gelecekle ilgili geçmişte birçok çalışma yapılmıştır ve bugün yapılmaya devam etmektedir. Fütürizm, bilim-kurgu, gelecek(ler) araştırmaları gibi çalışmaların yanında gelecek olgusu daha spesifik düzeyde ve/veya soyut düzlemde de ele alınmaktadır. Örneğin teknoloji ve tıp gibi alanlardaki geleceğe yönelik çalışmalarda insanlığa fayda sağlamanın amaçlandığı gözlemlenmektedir. İnsanlığın huzur ve refah içinde yaşamasına olanak sağlayacak siyasi ve toplumsal oluşumlar (bir anlamda ütopyalar) da aynı görüntünün parçası niteliğindedir. Serdar, bu ‘hoş’ görüntünün gerçekliğini sorgulayarak arka planına ışık tutmaya çalışıyor. Bu bağlamda gelecekle ilgili tahmin ya da kestirimlerin ayrıcalıklı gruplar tarafından oluşturulan bir plan olma ihtimali üzerinde duruyor. Ortaya sömürü anlayışına (kapitalist sisteme) hizmet etmeye yönelik bir manzara çıkıyor. Bir anlamda geleceğin işgal edilerek sömürgeleştirilmesinden başka bir şey değildir bu durum. Sonuç itibariyle distopik bir yapıdır.

Ziyaüddin Serdar değerlendirmelerini literatürde ve sinemada kendine yer bulmuş bilim-kurgu, ütopya ve distopya örnekleriyle destekliyor. Gelecek olgusunun belirli bir grubun tahakkümüne girmesi ve sömürgeleştirilmesi aşamasında sanat önemli bir parametredir. Batı merkezli gelecek(ler) olgusu sanat yoluyla adeta dayatılmaktadır. Oluşturulan senaryolarda teknoloji, bilim, dinler ve mitlerden faydalanılmaktadır. Son derece spekülatif bir olgu olduğu görülen gelecek kavramının müspet olduğu kadar (belki daha fazla) menfi kullanıma da uygun olduğu anlaşılıyor. Kitap bittiğinde, tüm bilinemezliğine rağmen ayrıcalıklı gruplar tarafından planlanan bir gelecek karşısında insanın geleceğine ne kadar hâkim olduğu sorusu öylece duruyor. Ürkütücü ve cevapsız.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

6 Şubat 2019 Çarşamba

Karmaşa her şeyin birbirine bağlı olduğunun delili mi?

"Kaosun düzeni vardır ve her düzende kaos saklıdır. Ya da şöyle; düzen düzensizliği yaratır ve düzensizliğin bir düzeni vardır. Peki şu nasıl? Kaos matematiksel bir teorisi olan büyük bir kargaşadır; şaşırtıcı ve tartışmalıdır."

MÖ 8. Yüzyılda Yunan Hesiodos …her şeyden önce kaos vardı…” der ve bu böylece 20. Yüzyılın Kaos Teorisi’ne kadar makbullüğünü korusa da üzerine eklenmeden gelir. İşte o gün bu gün, 1900’lerde ortaya çıkan Kuantum’dan bu yana, doğaya ve kendimize bakış açımızı dramatik bir şekilde değiştirecek eşikteyizdir artık.

NTV Yayınları'ndan çıkan, Ziauddin Sardar’ın Iwona Abrams çizgileri eşliğinde yazdığı dünyalar keyiflisi serinin kitaplarından benim en çok içine düştüğüm "Kaos", bu eşiği tam olarak kavramamıza yetmeyecek olsa da; en azından, merak etmemizi sağlayarak, kapitalizmin unutturduğu kıymetli soru işaretlerini takıp takıştırıp, çekilebilir kitaplığınızdaki köşesine.

Kaos neden ilginçtir?

Sadelik ile karmaşıklık ve düzen ile raslantısallık arasındaki gizli ilişkileri ortaya çıkartır, günlük tecrübeleriniz doğa kanunlarına bağlanır.”. Bir bütünün parçası olduğunuzu fark edersiniz. Psikolojik olarak da şu zamane psikozu “yalnızlık” hissine ilaç gibi gelir. Bilim ile psikoloji mi düzelir. Tabi düzelir. Bir güzel adam demişti; akıl yok ise ne olur ki diye.

Hem determinist hem fizik kurallarına bağlı hem de düzensiz bir evreni temsil eder.”. Değil mi ki “İrtat-Terfit” önce doğanın öğretisi. Ama der; hem algımız, hem tüm olası tahminlerimiz bir yerde işte o kelebeğin kanadında, yani bozduğun kozmos her daim yeni şeklini almakta!

Soyut matematikle modern bilgisayarların muhteşem işleme gücünü birleştirir.

Öklit’in düzenli şekillerinden sıkılanlara; kaosun soyut, geometrik doğasını, bilhassa bilgisayarlarda sergileyebilen frakteller ile Maldelbrot’ı dinlettirip, sonra tekrar izlenmesi gereken Star Wars üçlemesi de ilginç gelebilir. Çünkü sonsuzluğu görmenin bir yolu var ise -var da diyemez ya kimse- bu yol fraktallerden geçmek zorundadır. Depremlerin tahminleri veya sindirim sisteminin, akciğerin, beynin algısı da keza.

Cennette ve dünyada felsefenin hayal ettiğinden çok daha fazlası vardır, Horatio” diyen Shakespeare’imiz de babalar gibi KAOS çalışmıştır mesela. Felsefe disiplinini, ezberin ötesinde almış bir zihnin varacağı anlam, aynı zihnin Felsefe‘den çıkış kapısı aradığı yerdedir. (bu izlek önemli).

Başka bir ilginç hikaye de 1961 yılında Lorenz’in hava durumu makinesi ile sonlara doğru fark ettiği bir gelişmeyi kontrol etmek için denediği kestirme yoldadır. İşlemin yarısındaki rakamı yazar bilgisayarına. Bir kahve almaya gider. Döndüğünde bir önceki sonuç yoktur artık! Kaosun fenomoni ile Lorenz artık uzak geleceğe yönelik kesin bir tahmini olanaksız kılmıştır. Hemen buradan ilintili çoğunluğun malumu “kelebek etkisi” dersek biraz daha hatırlanır kılabiliriz Lorenz’i.

Pek tabi Ray Bradbury’nin geçmişte ölen bir kelebeğin gelecekteki başkanlık seçimlerini değiştirdiği demir leblebi hikayesini de konuya iliştirelim ki ilgisi depreşen bulup okusun.

Werner Heisenberg ; - Tanrım neden görecelik? Neden türbülans?

Tanrı; - Benim bile türbülans için bir cevabım yok!

Yani; sınırlı bir zamanda sınırsız döngü; devam eden zamanda bir anın kıymeti ve ne işe yaradığını anlamak için gerekli sonsuz mantık ihtiyacıdır kaos! Zamanın, her şeyi bir anda gerçekleşmekten alıkoymasını olağan bulmak! Karmaşayı, her şeyin birbirine bağlı olduğunun delili saymak!

3 ayda çöken Sovyet Rusya’nın karşısında; soyu tükenen hayvanın fosilini milyonlarca yıl koruyan doğayı okumak!

Kaotikler gibi cevapları değil soruları etkileyerek gidilen yerde Sokrates diyaloglarının ötesine geçebilmek!

Ay’a inip teflon tavayı keşfedip, her gün, yumurta yerken zehirlenen insan dehası(!)na sığınamamak!

İşte buralar böylece kaos!

Düşünenin içinde boğulduğu ama düşünmeyenin oksijeni dahi tanımadığı kaos!

Sadece yağmur yağmazsa ağaç olmaz döngüsünü değil; ağaç olmazsa yağmur yağmaz geri bildirimini bilen geleneksel insan bilgeliğinde, bilinen anlamda bilginin eksik olduğu çağlarda, daha çok anlaşılmış olan kaos!

Ve sağlaması kozmos!

Yani sen elmayı seviyorsun diye / elmanın da seni sevmesi şart mı?” der ya Nazım! Buydu bendeki aşkın Türk dilince tanımı! Ya da tüm gönüllü kaosların!

İşte sen bu kaostan da, elmadan da sorumlusun diyor Tanrı!

Çünkü sevgili insan; elma seni sevmeden sen o elmayı yiyemiyorsun!

Bu yüzden; yıllardır hiçbir elma ağacını, toprağını, fidanını, meyvesini sevmediğin ile hiç gerçek bir elma yemediğin gerçeğini ve tutarlılığını, başucuna koyup uyumalısın, en azından bu gece!

Çünkü o “kelebek etkisi” dediğin ve bir uzun metraj sinema filmi kadar ilginç bulduğun döngünün, tam da kanadındasın!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

19 Haziran 2018 Salı

Bulanlar arayanlardır

“Müslümanların cenneti bir varış yeri değildir, bir seyahat tarzıdır.”
- Ziyaüddin Serdar

İslam dünyasının durumuna dair muazzam bir literatür bulunuyor. Konuya ilgili olanların malumudur, genelde reaksiyonel tepkiler içeren bu çalışmaların sığ ve üst perdeden gerçekleşen bakış açısı üzerinden oluşturulan çözümler meselenin ciddiyetiyle uyuşmadığı izlenimi veriyor. Sebepler ve çıkış yolları içeren bu eserlerin her birinde döneminin ve/veya yazarının öznel değerlendirmelerini ya da ‘ütopik’ çözüm önerilerini sıralanır. Bireyselmiş gibi görünen bu çabalar çoğunlukla yazarın bağlı olduğu yapının sözcülüğüne evrilerek -güya- kolektiflik imajı oluşturulur. İşin en trajik yanı, bu kolektif ruhun ümmetin tümünü bağlayacak şekilde anlamlandırılmaya çalışılması olsa gerektir. İnsan ve topluma dair azıcık bilgi sahibi olan bir kişi bu anlayışın sorunu bitirmekten ziyade büyüteceğini bilir. Son derece kapsamlı ve bakir bir alan olarak karşımızda duran bu görüntünün dinin ilkeleri çerçevesinde değerlendirmeye tabi tutulması hayati derecede önem arz ediyor. Aksi durumda Müslümanlar geleceğin dünyasında bugünkünden çok daha ‘aciz’ kalacaktır. Şahsi kanaatim, ortada duran sorun, Müslümanların durmadan geri kaldıkları söylenen epistemolojik alanın ötesinde evvela çözümlenememiş ontolojik sorunun tezahürüdür. Yani en temelde bulunan varlık fenomeninin bilgisi ve mahiyeti konusunda elle tutulur bir anlayış oluşturulmamış ya da oluşturulmuş olsa bile yaygınlaştırılarak opsiyonel bir anlayış haline getirilememiş. Bu durum da Müslüman toplumları oldukça sığ düşünen ve reaksiyonel hareket eden kaotik bir yapı hâline getiriyor.

İngiltere’ye göç etmiş Pakistanlı bir ailede doğan Ziyaüddin Serdar’ın Cenneti Arayan Adam isimli eseri, Müslümanların içinde bulunduğu sığ, reaksiyonel ve kaotik durumu gözler önüne seriyor. Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan dört yüz sayfalık kitabın çevirisi İbrahim Kapaklıkaya’ya ait. Kitaba dair en baştan bir detaya dikkat çekmek ve bir de şerh düşmek gerekiyor diye düşünüyorum. Kitabın künyesinde “Bu kitabın yayınlanması, yazarın ifade ettiği görüş ve fikirlerin yayınevi tarafından paylaşıldığı anlamına gelmez.” şeklinde verilen ifadeyi farklı şekillerde okumak mümkün. Bir süredir takip ettiğimden yayınevinin çizgisini az çok biliyorum. Buradan hareketle, yayınevini bu ifadeyi koymaya sevk eden “Bilginin İslamileştirilmesi” konusuna dair Ziyaüddin Serdar’ın katı eleştirisi midir yoksa içeriğe dair yukarıda değindiğim sığ/reaksiyonel tepkiyle karşılaşılması tehlikesi midir bilemiyorum ama yayıncılık adına ilginç bulduğumu söylemek isterim. Benzer frekanstaki yazar-yayıncı restleşmesinin bulunduğu bir alanda Mahya Yayıncılık içeriğine (tümüyle) katılmadığı bir eseri Türkçeye kazandırıp okura ulaştırmayı seçtiği için bir teşekkürü hak ediyor. Muhtemelen eser içeriğinin entelektüel derinliği ve ele alınan konuların önemi bunda etkili olmuştur. Şerh konusuna gelirsek, kitap ismindeki “Septik Bir Müslümanın Yolculuğu” alt başlığının iman ve kuşkunun bir aradalığı konusunda çelişki olup olmadığıdır. Ayrıca benzer eleştiri eserdeki birçok görüşe getirilebilir (ve belki de yayınevinin hassasiyeti bundan kaynaklanmıştır). Polemik yapmak niyetinde değilim yalnız, eğer kavramın Türkçe karşılığının oluşturulmasında sorun yoksa -ki olduğunu sanmıyorum- Ziyaüddin Serdar sert bir eleştiriyi hak ediyor. Buna zaten kendisi de itiraz etmeyecektir zira kitap boyunca yaptığı iş bu.

Cenneti Arayan Adam on beş bölümden oluşan çok yönlü, çok katmanlı, çok saçaklı bir metin. 1951 doğumlu yazarın gençlik yılarından itibaren 2000’li yıllara kadar geçen süreci ele alıyor diyebiliriz. Bu yanıyla kitap bir anlamda Ziyaüddin Serdar’ın hayatının bir kesitine dair otobiyografik bir çalışma diyebiliriz. Yazar bu süreci sorgulama ve eleştiri içeren bir ‘arayış yolculuğu’ olarak nitelendiriyor. Aranılan şey dinsel bir mekân olan ‘cennet’tir. Farklı İslami grupların cenneti anlamlandırma yöntemlerine ve kazanma motivasyonlarına değiniyor. Bunun yanında İslam dünyasının anlayış sorunlarına yönelik bir farkındalık artırma çabası olarak da görülebilir. Yazar, 1960’lı yıllarda İngiltere’de başlayan ‘yolculuk’ esnasında literal/lafızcı dini yapılardan siyasi yöntemi benimseyen yapılara, şiddet eğilimli oluşumlardan tasavvufi kuruluşlara, gelenekçilerden mezhepçilere ve ulusçulardan laikliği/sekülerliği benimseyenlere kadar çok ve farklı oluşumlarla karşılaşma imkânı yakalamış. Kitap da zaten bu karşılaşmaların karşılaştırılarak değerlendirilmesinden oluşuyor. Metni okurken gelenekçi ve modern algının rekabetini, geri kalmışlığın izlerini, ekonomik işgüzarlığı, siyasi acizliği, çıkar mücadelelerini ve en çok da bilim ve eğitimdeki yetersizliği görüyorsunuz. Ziyaüddin Serdar’ın hemen hemen her gruba dair bir izlenimi bulunuyor lakin onlar hakkındaki asıl kararını birlikte zaman geçirerek vermeyi seçiyor. Bu süreçte hem fikri yapılarını hem de yöntemlerini anlamaya çalışıyor. Sorgulayıcı ve eleştirel tutumu karşılaştığı gruplara koşulsuz dâhil olmasına engel oluyor. Yazarın değerlendirmelerindeki kilit noktayı farklı İslami grupların cennet üzerindeki düşünceleri ve hareket yöntemleri oluşturuyor. Bu açıdan yazarın cennet konusundaki takıntısını anlamak zor diyebiliriz. Örneğin benim aklıma gelen ilk soru, cennet yerine neden adalet ya da akıl gibi temel bir kavram koymayı seçmediği oldu. Belki de dinin, insanın zaaflarına yönelik yaptığı metaforik vaatlerin somut dünyadaki işleyişini göstermeye çalışmıştır bilemiyorum ama cennet mevhumu Müslüman için hangi konumda olmalıdır ya da cenneti kazanma motivasyonunun belirleyiciliğinin niteliği nedir diye sormadan edemedim. Yazarın çalışmasında da görüldüğü üzere sekülerleşerek cenneti dünyada kurmaya çalışanlarla dini fetişleştirerek dünyayı cennete çevirmeye çalışanların aynı yerde buluşması oldukça ilginç bir detay.

Ziyaüddin Serdar cenneti arama yolculuğunda İslam dünyasının neredeyse tamamını geziyor ve farklı İslami anlayışlara yerinde tanıklık ediyor. Kuzey Afrika’dan Uzak Doğu’ya kadar farklı coğrafyadan ve ulustan Müslümanlarla karşılaşıyor. Bu karşılaşmalar sıradan bir seyahat, keyfi bir keşif, alelade bir merak ya da bir arınma arayışı değil. Seyahatlerin bir kısmı o bölgedeki dini anlayışı anlamaya yönelik yapılırken bir kısmı da yazarın farklı ülkelerdeki bağlantıları üzerinden gerçekleşen bilimsel/entelektüel projeler sayesinde oluyor.

Z. Serdar, İngiltere’de eğitim görmüş iyi yetişmiş biri olarak gençliğinden itibaren İslami organizasyonlarda yer alıyor ve özellikle bilimsel/entelektüel alanda faaliyet gösteren Müslümanlarla tanışarak birçoğuyla bağlantı kuruyor. Gidişat onu Müslüman ülkelerin aydınları tarafından bilinen biri haline getiriyor. Serdar’ın gençlik yıllarında ilk karşılaştığı grup, dini şekilciliğe indirgeyerek ibadeti katı şekilde uygulayan ve seçilen bölgelere giderek tebliğ yapmayı yöntem olarak seçenler. Buna tipik misyoner yöntemi diyebiliriz. Onlarla bir süre birlikte zaman geçiriyor ve bu yöntemin İslam dünyası için faydalı olamayacağına kanaat getiriyor. Daha sonra İngiltere’deki karşılaşmalarından tanıdığı sufilere yöneliyor. Tasavvufa gönül veren bu insanlarla etkileşimde bulunmak için Fas’a ve Türkiye’ye seyahatler gerçekeleştiriyor. Tasavvufi yapıların önemli olduğunu vurguluyor fakat aradığı cevapların orada da olmadığını görüyor ve yoluna devam ediyor. Afganistan ve Pakistan’a yaptığı seyahatlerde Müslümanların kurtuluşu için silahlı mücadeleyi seçen gruplarla karşılaşan Serdar, İran’da devrim mücadelesine tanık oluyor. İslam devrimi diye tüm Müslümanları heyecanlandıran şeyin aslında ulusçu-mezhepçi otokratik bir devlet oluşunun altını çiziyor. Irak, Suriye ve Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer devletlerdeki yöneticiler ile yönetilenlerin bambaşka dünyalara sahip olduklarını gözlemleyerek iki tarafta da görülen yozlaşmanın nedenleri üzerinde duruyor. Bu bağlamda dinin araçsallaştırılarak nasıl menfaate dönüştürüldüğü vurgulanıyor. Bu ülkelerde zenginlikle yoksulluğun birbirine değmeden yaşandığı İslami olmayan bir yapı ortaya çıktığı görülüyor. Z. Serdar, Çin’de Müslümanların yaşadığı bölgede insanların içeriğini net olarak bilmedikleri ya da dolduramadıkları bir şeriat istediklerini tespit ediyor ve hemen arkasından bu tespitinin neredeyse İslam dünyasının tamamı için geçerli olduğunu belirtiyor. Malezya’da devlet desteğiyle kapsamlı bir çalışma başlatarak ideal devleti oluşturmaya yönelik yönetici yetiştirmek için çalışmalar yapan bir grupta görev üstleniyor. Model olarak Endülüs’ün alındığı bu eğitim çalışmalarının sonuçları istenilen düzeyde olmuyor. Teorik anlamda İslam dünyasının son elli yılına damga vuran İslami hareketler ve önde gelen temsilcilerine değinen yazar, uygulamada çok daha farklı yönetimlerin ortaya çıktığını belirtiyor. Z. Serdar’a farklı ülkelerden gelen tekliflerle başlayan her süreç yeni bir ümidin ateşi oluyor lakin bir süre sonra başlanılan projeler bir şekilde engelleniyor. Bu engellemelerde mevcut iktidarın yanı sıra statüsünü kaybetmek istemeyen bilim insanlarının da rolü olduğu görülüyor. Yaptığı seyahatlerde işkenceye varacak derecede uygulamalara maruz kalan Serdar’ın yolcuğundan Türkiye de epeyce nasibini almış görünüyor. Türkiye’ye dair izlenimlerini üç başlıkta ele almak mümkün. İlki şekilci din anlayışına sahip sufiler ile Konya’da, ikincisi laik (ya da seküler) bir Cumhuriyet aydını ile İstanbul’da, üçüncüsü ise dindar akademisyenler ile yine İstanbul’da gerçekleşen karşılaşmalar. Türkiye’deki bu seyahatler farklı zamanlarda olmuş olsa da temel nokta dindar-laik çatışması olarak göze çarpıyor. Serdar kitabın bir bölümünde Türkiye’de yürürlükte olan laik/seküler anlayışın İslam dünyası için çözüm olup olamayacağını sorguluyor.

Z. Serdar metnin tamamında çok kültürlülüğe, çoğulculuğa, insan haklarına, demokrasiye, hümanizme atıflar yaparak Müslümanların bu konulardaki kayıtsızlığından dem vuruyor. Seyahat ettiği yerlerdeki toplumsal ve siyasi yapıyı, kültürü, dini anlayışı eleştirel bir gözle ele almaya çalışan yazar, ibadetlerin içeriğinin boşaltılması, kavramlardaki anlam kayması, dinin şekilciliğe indirgemesi, lafızcılık, Kur’an’ı bütüncül yerine parçalı okunması gibi temel sorunların yanında bilim, kültür, eğitim, sanat gibi konularda anlamlı bir projeksiyonu olmayan İslam dünyasının zihin haritasını çıkarıyor. Serdar, yaptığı değerlendirmelerde tarihsel verilerden oldukça faydalanıyor ve neredeyse her bir konuya dair tarihi bir perspektif sunuyor. Bu açıdan metin farklı tarihi dönem ve anlayışların içinde sekerek dolaşıyor diyebiliriz.

İslam dünyasının son yarım yüzyılına dair samimi, yoğun özeleştiri içeren, entelektüel seviyesi yüksek, bilgi dolu bir çalışma olan Cenneti Arayan Adam’da, durmadan yenilgiye uğrayan ama ümidini kaybetmeyen Müslüman bir entelektüelin haykırışlarına tanık oluyoruz. Z. Serdar’ın oldukça önemli tespit, tenkit ve yorumlarının yanında eleştiriden kaçamayacak çok fazla görüşünün olduğunu belirtmek gerekiyor. Çoğunlukla makul görüşlerin olduğu eser kimi zaman oldukça modern hatta laik/seküler bir görüntü çizerken kimi zaman da mistisizmle kol kola giriyor. Konunun ilgisi için ufuk açıcı bir metin olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Kitap hakkında iki konuya daha dikkat çekmek isterim. Birincisi, ilk başta İslam dünyasına yönelik bir eleştiri gibi görülebilir lakin bu tanım eksik kalacaktır. Zira o kadar dolu bir metinle karşı karşıyayız ki aynı zamanda Batı düşüncesine yönelik eleştiri olarak da değerlendirilmeyi hak ediyor. İkincisi ise salt eleştiri içeren bir metin olduğunu söylemek yazara haksızlık olacaktır. Yazar, bir anlamda yaşadıklarını yazarak hem dindaşlarına karşı hem de Batı’ya karşı verdiği mücadeleyi gözler önüne seriyor.

Z. Serdar sonunda nereye varıyor diye bir soru akla gelebilir. Küçük bir cevap olması açısından yazmak gerekirse; Müslümanların cennet anlayışını, “Müslümanların büyük çoğunluğu, cenneti yeterince hayırlı amel biriktirerek satın alabilecekleri bir meta olarak görüyor: Şeriatın modası geçmiş kavramlarını dayatma; bütün sanat, edebiyat ve kültür türlerini yasaklama; İslam namına ölme ve öldürme. Bu sözde zenginliğin biriktirilmesi, kendi içinde bir amaç haline geldi. Böylece Kur’an’daki cennet vizyonu, dünyevi cehennem vizyonuna dönüştür; kan dökme ve bağnazlık, zulüm ve şiddet, sansür ve iğdiş etme cehennemi” şeklinde tanımlayan yazar yaşadığı tüm hayal kırıklıklarına ve zorluklara rağmen “Şimdi ne yapacağız?” diye soran arkadaşına “Her zaman yaptığımızı. Gülümseyecek ve mücadeleye devam edeceğiz. Her zaman olduğu gibi mücadelemizi kitaplar yoluyla yapacağız” diyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp