Yusuf Akçura etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yusuf Akçura etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2019 Pazartesi

Yusuf Akçura'nın mektuplarında zamanın ahvali

Tarihin seyr-ü seferinde çıkılan bir yolculuk. Rusya’yı, Balkanlar’ı, İstanbul’u ve daha bir çok yeri içine alan bir seyahatname. Gündeme ilişkin sorunların yanında, dış politika, meşrutiyet, iç çekişme ve çalkantılar, İstanbul’un ikinci meşrutiyet öncesi sırası ve sonrası ve daha nicesinin birinci ağızdan anlatılması. Bahsettiğimiz eser Yusuf Akçura’nın Darülhilâlef Mektupları, hazırlayan İsmail Türkoğlu, yayınevi Ötüken Neşriyat. Eser Yusuf Akçura’nın biyografisi ile başlayıp daha sonrasında 'Rusya-İngiliz dostluğu' ile günün dış politikasına ışık tutmakta, Balkanlarda olup biten gelişmeler mercek altına alınmakta, Genç Osmanlıların faaliyetleri incelenmekte ve yavaş yavaş kitabın en önemli içeriğini kapsayan meşrutiyete geçilmekte ve yazar İstanbul’a gelip meşrutiyetin canlı birinci ağızdan yaşananlarını, daha sonrasında ayaklanmaları gözler önüne sermektedir. Eserin en önemli özelliği birinci ağızdan o gün yaşanılanları dinleme imkanı bulabilme ve bu noktada yazarın mümkün mertebe olayları iyisiyle kötüsüyle aktarmasıdır. Kendi yorumları ile gelişen olaylara ışık tutmakta, bu noktada kavram karmaşalarının önüne geçilmesi için gerektiğinde yazar tarafından tanımlamalar ile meseleler aydınlatılmaya çalışılmaktadır.

Yusuf Akçura öncelikle meşrutiyet ile ilgili olarak aslında meşrutiyetin 1908’de ilan edilmediğini kayda geçmektedir, meşrutiyet 1876 senesinde ilan edilmiş olmakla birlikte eksik olanı "parlamentonun intihab ve içtimai fiilen icra kılınmaması" olarak ifade etmektedir. Kendi ifadesiyle: "1908 senesi Temmuzun 11’inde Devlet-i Osmaniye’de meşrutiyet ilan edildi, demek büyük bir hatadır. Devlet-i Osmaniye, 1876 senesi 23 Aralık gününden beri hukuken meşrutiyetli bir devlet olup Osmanlıların lisanı hukukunda "93 Kanunu" denilen Kanun-i Esasi resmen ilga olunmamıştır. Ancak 32 yıldan beri mezkûr kanunu birçok mevaddi ve ezcümle parlamentonun intihab ve içtimai filen icra kılınamıyordu. Bununla beraber, pek yakın bir zamana kadar, Kanun-u Esasi ile Mithat Paşa namına şerefsadır olan Ferman-ı Hümayun, resmi "Salname-i Devlet-i Aliye" ilk sayfasını tezyin eder ve meclis-i umumiye dağıtıldığı zamandan beri vaz’ olunan resmen "kavanin-i muvakkate" itibar oluna geliyordu… Lahzen 11 Temmuz iradesi ile Türkiye’de yeni bir usul idare ihdas olunmayıp, ancak mevcut Kanun-ı Esasi’nin en mühim maddesi olan Meclisi Mebusan’ın intihabatına başlanması emr olunuyor.". Daha sonrasında Akçura’nın darbelerle ilgili tarifi ve darbelere ilişkin görüşleri yer almaktadır. Darbeyi "hakk-ı hakimiyetin kaba kuvvete aşikar istinadıdır" der ve darbeyi "bir nevi anarşi" olarak tanımlar, arkasından "Anarşi ile devlet bir araya gelmez, anarşi devletin hatta fikri devletin zevali demektir. Binaenaleyh Devlet-i Meşruta-i Osmaniye’de ordunun siyaset müdahalesine dahi katiyyen meydan verilmemelidir" diyerek darbeye karşı duruşunu aktarmaktadır. Akçura Bey daha sonrasında milliyetçilik ile ilgili 'dar milliyetçiliğin' zararları ve olması gerekeni şöyle ifade eder: "Dar milliyetçilik insanı daima tenakuza sevk eder. Mesela Novoe Vremya’lı (milliyetçi rus gazetesi) bir milliyetçi "Rusya Ruslar içindir" deyip, gayri Rusların Ruslarla müsavi hukuka malik olmasını katiyyen reddettiği halde, Bulgar veya Sırpların Türkiye’de Türklerden, Hırvat veya Slavyanların Macaristan’da Macarlardan hukuken ufacık farklarını görürse kıyamet koparır!.. Eğer fikr-i milliyet bu dar çerçeveden kurtarılıp esbab-ı mütenevv-i tarihiye ile bir hudud dahiline sıkışmış muhtelif milletlerin münafîi, birbirlerinin izale-i milliyetlerine uğraşmakta değil, belki ünsiyet ve muhabbetle imtizaçlarına çalışmakta aransa, bu açık tenakuzlara düşülmezdi. Lakin iş yalnız tenakuz fikri ile de kalmaz! Dar milliyetçilik tesiriyle Dünya’da birçok insan kanı beyhude dökülür."

Yazarımız milliyetçilik bir çerçeve olarak ele almakta ve dar milliyetçilikle insan kanının dökülmesine gerek olmadığının 'ünsiyet' ve 'muhabbet' kelimelerinin burada milliyetçilik ile bağlantılandırılmasını ve bu kavramlar üzerinden bir tanımlama yapılmasını salık vermektedir. Burada es geçemeyeceğim en önemli noktalardan biriside dostluk ve o zaman şartlarında ve hatta bugün için devletler nezdinde dostluklar ile ilgili sorulan şu sorudur: "Tabiyet-i asliyeleri hüsn-ü muaşeretden ziyade rekabet ve husumet olan düvel-i muhtelifenin, esbab-ı mücbere ile dostluklar, ittifaklar teşkili az mı vakidir?". Bu soru dostluğun temelinin devletler arasında geçerli kıstasın zorlayıcı sebepler ile olduğu söz edilmekte, günümüze dönüp bakıldığında durum bundan pek farklı değildir ve bu konuda herhangi bir ilerleme sağlandığından söz edilmesi mümkün değildir. Birbirine husumeti olanların oluşan 'konjonktürel' duruma binaen yaptığı anlaşmalar, el sıkışmalar gözler önündedir ve Akçura Bey tarafından bu 1908 Temmuzunda dile getirilmiştir. Hasıl-ı değişen pek bir şey yoktur o zamandan bu zamana, aynı tas aynı hamam sözü de galiba bu durumlar için söylenmiş olmalıdır.

Daha sonrasında kitabın ilerleyen sayfalarında bir İstanbul manzarası, portresi göz önüne getirilmekte, ahvalin gidişatı az çok kestirilmeye çalışılmaktadır: "Evi zayıf ahşaptan, çok kötü bir şekilde inşa edilmiş; rüzgar vursa sallanıyor, kış gelse her köşeden soğuk giriyor, ev içinde gözle görülecek mobilya da yok, yemeği çoğunlukla aş evinde yiyorlar. Kadınların çoğu cahil, onun üstüne çok tembel. Sakız çiğneyip ya da dedikodu yapıp gün geçiriyorlar. Evin reisi yatsından sonra eve geliyor, şu zamana kadar işi varsa işinde, işi yoksa kahvehanede bulunur, ailesiyle oturup, konuşup onları da kendi derecesine getirmeye hiçbir zaman çalışmıyor, sabah olunca hızlıca evden kaçmaya çaba gösteriyor, çocukları mektebe gidip geliyorlar. Öyle olsa da İstanbullu, ailesini hiç düşünmüyor, desek doğru olmaz, onlara yiyecek içecek taşıyor, elbiseler alıyor, yıkılmaya yüz tutsa da evini de tamir ediyor. Ama İstanbullular içtimai hayatlarını, oturdukları şehri hiç düşünmüyorlar, asla kaygı duymuyorlar, evlerinin içinde ne kadar çer-çöp, eski eşyalar varsa çıkarıp sokağa döküyorlar, bazen çıkarmaya üşenip pencereden atıyorlar, bunun için İstanbul sokakları bulaşık suyu dökülen çukurlara benziyor. Çöpler birikip sokaklarda küçük tepecikler meydana getiriyor. Bazen yeni elbiseler giyip kokular sürünüp sokağa çıkan bir kişiyi, yağlı, sabunlu bulaşık suyu dökerek geri gönderiyorlar! İstanbul sokaklarının darlığı, bozukluğu, bütün dünyaca darbımesel olduğundan yazmıyorum da."

Görüldüğü üzere İstanbul’un ahvali, birinci ağızdan canlı gözlem yoluyla böyle aktarılıyor ve bu gidişatın devam ettiğini de az çok biliyoruz. Belki biraz daha makyajlı olabilir, kapatmış olabilir halimizi ama durum açıkça bundan ibarettir. Akçura Bey, lafını sözünü esirgemeden yazan bir insan, bu yüzden kitabın kimi yerlerinde de kendisine bu noktadan ötürü şikayetler geldiği ifade ediliyor. Şikayet noktası karamsar gibi görünmesi her şeyi olumsuz olarak algılaması, diğer mecmualar da durum daha iyi ifade ediliyor fakat sizde ne yazık ki olumsuz bir hava sezinleniyor diyenlere cevabı ise; ben gördüğümü yazıyorum, herhangi bir ekleme çıkarma yapmadan olabildiğince duruma uygun olarak ifade etmeye çalışıyorum diye cevap veriyor ki daha sonrasında olayların gelişme biçimi, birbiri ardına vuku bulan olaylar kendisini haklı çıkarmaktan geri durmuyor.

Bir durum değerlendirmesi yapan Yusuf Akçura, şimdi aktaracağımız pasajda da ahvali gözler önüne acı biçimde sermektedir: "Açıkça belirtiyorum, ben Avrupalıların sözlerini doğru bulmuyorum, bu fikirleri yazdığım sırada tamamen bitaraf olduklarına inanmıyorum, binaenaleyh şarkın ve bilhassa Devlet-i Osmaniye’nin istikbalini onlar kadar karanlık görmüyorum, görmek de istemiyorum lakin Devlet-i Aliye-i İran'daki Devlet-i Aliye-i Osmaniye'deki ilan-ı hürriyet ve meşrutiyetlerden, bazı gazetecilerimiz gibi- çok fazla bir şey de beklemiyorum- İngiltere’nin eski hariciye vekili Lord Lansdowne’in çoktan değil, Lordlar Kamarası’nda şark meşrutiyetlerinden bahsederken söylediği söz bana çok doğru gibi görünüyor: Yeni şişelere çok fazla eski şarap dolduruyorlar.". Yani sadece şişeler, çömlekler değişiyor içindeki şeyler, kişiler, düşünceler, duygular, terbiyeler, bilgiler hep evvelki gibi, dışından yeni görünse de, gerçekte "eski hamam, eski tas."

Daha sonrasında merkezi vilayetler ve diğer vilayetler ve ekonomi ile ilgili o zamanın perişan hali gözler önüne serilmekte ve devlet mekanizmasında yapılan yanlışlar vergilendirme sistemi ile ilgili hatalar gösterilmektedir. Merkezin sürekli aç olduğu çevresini sömürdüğü ama çevrenin de artık tükenmek üzere olduğu ve bu noktada üretimden mahrum olmanın zararları, ilim marifet öğrenmemenin eksikliği ve onun açtığı yaralar ele alınmaktadır. İktisat bir devletin olmazsa olmazlarındandır ve devlet eğer kaynakların tahsisinde başarılı davranamaz ise ne yazık ki bunun yankıları sosyal hayat ve siyasette de gün yüzüne çıkacaktır ki durumda bundan farklı olmamıştır. Sürekli çalkantı hali, her gün kalktığınızda değişen bir içtimai hayat ve bunun karşısında yer alan birey, bunun acı sonuçları olacaktır ve olmuştur ne yazık ki. Şimdi sözü yazarımıza bırakalım: "İstanbul’daki hazineden geçinenleri doyurmak için, hazineye büyük girdi lazım, bunun en çoğunu zavallı vilayetlerden, oradaki çiftçilerden, ziraatçilerden topluyorlar, payitaht imtiyazlı olmuş, orada yaşayanlar az vergi veriyorlarmış, ya da hiç vermiyorlarmış. Osmanlılar, burayı alınca, başarılı savaşlar yapıp, mal, ganimet çok yığıp, hazinelerini o mal ve ganimet ile doldurup Müslüman tebaalarının vergilerini şeriata göre düzenlemişler, onlardan çok ağır vergi almamışlar, ama zaferler bitip yenilmeye başlayınca mal ve ganimet azalmaya başladıktan sonra ve alelhusus bürokrasi makinesi, askeri, ordusu, Avrupai düzenlemeden sonra payitahtın, oradaki imtiyazlı, işe yaramaz kişilerin, vilayeti emmeleri daha da artmış. Merkez diğer bölgeleri eme eme kurutmuş, onlara ilim ve maarifet dağıtıp, iş öğretip, zenginlik yollarını göstermemiş, fakat emmiş de emmiş… Şimdi artık merkezde de bir şey yok, öteki taraftan vilayetlerin çoğunda da!"

Son nokta olarak bahse değer gördüğümüz mesele maariftir. Bilindiği üzere şu anda bile en büyük problem alanlarından birisi olarak bu alan gelmektedir Türkiye’de. Bu problemin bu zamana ait olmadığı, geçmişten bugüne devam eden bir problem olduğu Akçura’nın şu satırlarından anlaşılmaktadır: "Geçen hafta İstanbul’un türlü dereceden mekteplerini gezip dolaştım. İlk önce ibtidai mektepleri gezdim. Çoğu cami yanında eski, taş, soğuk binalar. Bir molla (hoca efendi) muallimlik yapıyor, genç, bir ya da iki öğrenci halfelik (kalfa efendi) yapıyor. Hocalar da, halfeler de tecvidli tecvitsiz Kur’an okuyabiliyorlar, ama halfelerin gazete okuyup anlaması çok az. Bunların çoğu fakat medresede yatan kişiler. Programlarına göre, muhtasar coğrafya, muhtasar tarih de okutmaları gerekiyor. Lakin hocalar, kalfalar kendilerinin bilmediği şeyi nasıl okutsunlar… Çok kötü yazılmış küçücük kitapları çocukların ellerine veriyorlar da: "İşte bu sayfadan şu sayfaya ezberle gel," diyorlar.

Çocuk anlamadığı Arapça sözlerle dolu kitap ibarelerini büyük meşakkate girip ezberliyor, hoca ya da kalfanın yanına gelip dersini dinlettiriyor. Hoca dersi dinlerken kitaptan kontrol ediyor; İstanbullu erkek ya da kız çocukları (çünkü birlikte okumuyorlar) 'ettehiyyat' okuyormuş gibi 'bahr'ın 'cebel'in tarifini okuyor ve işte buna coğrafya öğretme diyorlar!.. Mekteplerden birinde çocuğa "deniz nedir, biliyor musun?" diye sormuştum; "Bahr diye… bahr…" dedi de sonunu getiremedi. Soruyu kolaylaştırmak için bir başka türlü sordum, "Denizi gördüğün var mı?" "Var." "Nerede?" "Evimizden görünüyor" "O nasıl bir şeydir?" "Tuzlu su." "İşte," dedim ‘"tarif ettin, bitti.". Bir başka çocuğa dağı sordum, o "cebel diye kürre-i arzın mürtafi olan noktasına denilir" diye ezberden kitapta yazılan ibareyi okudu. "Aferin!" dedim, İstanbul’da dağ var mı?" "Yok efendim…" Halbuki bulunduğumuz mektep dağ başında idi."

Görüldüğü üzere eğitimin ahvali ortada ve buradan çıkanlar ülkenin çeşitli yerlerinde çeşitli görevler ifa edecekler. Bu halde mi, diye sormayınız.. Ne yazık ki durum bundan ibarettir.

Son kelam olarak Yusuf Akçura o zamanın ahvalini birinci ağızdan bizlere aktarmış, problemlere değinmiş, olanları ve olması gerekenleri yazmıştır. Bu kaynakları okuyarak yapılan hataları görmek ve daha sonrasında aynı hataya düşmemek adına gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Problem sadece tek alana hasredilmek yerine çok başlı bir sorunla karşı karşıya kalındığı anlaşılmalı ve çalışmalarda tek alan üzerinden ziyade maarif, iktisat, siyaset, toplum vesair olarak farklı alanlar üzerinden yürütülmelidir. Bu noktada hatıratın elimize ulaşmasında emeği geçen gerek yayınevinin çalışanları emek verenleri, gerek bu hatıratları toplayıp bugüne ulaşmasını sağlayan İsmail Türkoğlu Bey’e teşekkürler. Bu çalışmaları okuyup, değerlendirip, doğru anlayıp, ders alarak, daha sağlam adımlar atabilmemiz ve hataları tekerrür etmek yerine telafi edebilmemiz umuduyla.

Muhammed Hüseyin Güneş
twitter.com/muhammeddgunes1