Yu Hua etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yu Hua etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2020 Pazar

Yanlışı doğru sözle anlatıp eşikte durmak

Zheijang'ta doğan ve gençken yazarlığa soyunan Yu Hua'nın sarsıcı romanı Yaşamak, yanlışı doğru sözle anlatıp eşikte duran bir roman. Yanlış yatak arkadaşlıkları ile meşhur politikanın insan yaşamına indirgendiğinde nasıl felaketlere gebe olacağını anlatmayı dert edinen bir yapıt. Sade fakat dramatik hissi yoğun bir roman olduğundan başında da sıkmıyor, ortasında da. Bu yüzden yazara iade edilecek her bir övgüde kitabın çevirmeni Bahar Kılıç'ın da hissesi var. 

Anlatı, köy köy gezip halk şarkıları derleyen bir gezginin hikâyenin anlatıcısı ve ana kahramanı olacak olan Fugui adında bir köylüyle karşılaşmasıyla başlıyor. Tarlayı güç bela süren ihtiyar bir öküzle konuşan ihtiyar Fugui, halk türlüsü derlemeye gelen gezginin istediğini kendi doğal ortamında fazlasıyla veriyor. Şundan emin olmalıyız ki duygular ile ezgiler arasında doğrudan bir ilişki vardır. Hiçbir ezgi, kendisini ortaya çıkarmayacak duyguya dökülmez. Fugui de bir süre muhabbet ettiği gezgin için önce türküsünü, ardından türküyü ortaya çıkaran duygusal nüvelerini anlatmaya koyuluyordu:

"İmparator, beni kızına istiyor.
Başkent ırak, yolları uzak, oy ben istemem!"

Sırtı güneşin etkisiyle neredeyse kapkara olan bir ihtiyarın kibirli sözlerle çığırdığı türküsü gezgin gibi okuyana da garip gelebilir. Fakat tekrar etmek gerekir: her türkü, kendisini var edecek duygularla ortaya çıkar. Hatta rivayet edilir ki İtalyan sanatçı Giovanna Marini, İtalya halk türkülerini derlemek için bir köye gitmiş. Köylülere "bir ağıt söyleyin." demiş, "Birisi mi öldü?" demişler. "Bir düğün havası söyleyin." demiş, "Birisi mi evlendi?" demişler. Eli boş dönmüş adamcağız. Döndükten kısa süre sonra köylülerden bir mektup almış Marini:

"Biri öldü. Ağıt söylüyoruz, acele gel!"

Rivayetteki öz gibi Fugui de türküsünün ardındaki yaşanmışlıkları birer birer döküyor ve hikâyemiz başlamış oluyor.

Olayın gerçekleştiği zamanlar Mao dönemi. O meşhur Büyük İleri Atılım Projesi dönemi. Kitabın yayınlandığında yasaklandığı söyleniyor. Hatta yasaktan sonra filmi çekilen hikâye bu alanda da yasağı yiyor. Yine de Fugui'nin gençliğinde ailesinin servetini tüketmesiyle başlayan ve kendisiyle birlikte altı kişinin de hayatını doğrudan etkileyen hikâyesi bugün modern bir klasik olmayı başardı. Mao'nun baskıcı yönetiminin gölgesinde can çekişen yaşamları konu alan Yaşamak, devletin ideolojik aygıtlarının kendi belirledikleri ahlâki yaşam tarzını bir norm olarak dayatma gücünü irdeliyor. O hâlde önce duyguları ortaya çıkaracak ortam-zaman-şartları sonra da duyguları irdeleyelim.

1 Ekim 1949'da Tiananmen Meydanı'nda yaptığı zafer konuşmasıyla Mao Zedong, Çin'i resmen ilan ederek kendisinin de 27 yıl kesintisiz sürecek iktidarını da netleştirmiş oldu. Marsist bir lider olan Mao, tarihte kendisinden sıkça bahsettiren bir isim. Meşhur "Uzun Yürüyüş"ü siyasal ve ideoloji tarihinde kahramanlık hareketi olarak kabul edilirken birçok cenah için de tam bir korkaklık ve kaçış örneği. İster kaçış ister yürüyüş olsun, fark etmez, bu olay Mao'yu halk kitleleri karşısında açık bir kahraman ilan etmeye yetmişti. Mao'nun kimilerinde kahraman kimilerince gaddar bir diktatör olmasında Makyavelist izler taşıyan duruşu da etkili. Amaca ulaşmak için her şeyi araç gören, toplu kıyımları bile farklı iktidar mekanizmalarını ele geçirmek için reva gören tutumu onu bir tek şey yaptı: kahraman. Bu kavramı sıkça vurgularken bir şeye dikkat çekme peşindeyim. Mao'ya kendi durdukları yerden diktatör sıfatını layık gören düşmanları, benzer şekilde Mao'nun gözünden bakıldığında yine bir diktatörden öteye gitmezler. Alabildiğine kötülük yaparak Mao'yu alaşağı etmeyi kafalarına takan ve onu ortadan kaldırmak için fırsat kollayıp "savaşan" düşmanları da birer İsa değil, olsa olsa yeni Maolar'dır. Bunu söylerken cehenneme iltifatlar etmenin peşinde değilim. Bir yerlerde totaliter bir kahraman varsa oralarda biat etmeye hazır, tutsak olmaya razı bir kitle de var demektir. Bu da bizleri kahramanların özünde ne olmadıkları sorusuna götürür.

Toplumların, toplulukların, sevenlerin veya körkütük aşık olanların dahi peşinden gittikleri, kutsadıkları, biat ettikleri ve nihayet öldürmek için fırsat kolladıkları kahramanları vardır. Dostoyevski, Raskolnikov'u kurgularken bize başka ne anlatmaya çalışmıştı ki? O, ne olmadığımızı anlatmak için ne olduğunu alenen izah ettiği bir kahraman kurgulamıştı. Raskolnikov'un baltası, özünde o toplumun hasret duyduğu totaliter yanlarının temsilcisiydi. Onlar adına baltayı indiriyor, kendi hesabına vicdanını sorguluyordu. Benzer şekilde ayaktakımından olan Hitler'i yükseklere çıkaran şey ne ise Mao'yu da büyük bir kahraman yapan oydu. Eğer kahramanlar doğal ve sizden birisi olsaydı bugün Hitler ve Mao'dan söz etmek için sebebimiz kalmaz veya oldukça cılız olurdu. Oysaki Hitler gibi Mao da kendi halkının totaliter hasretinin kurbanıydı. Onlar adına karar veriyor, onlar adına yakıp yıkıyordu. Mao da kendisinden beklenen "kahraman" rolü gereği sert, kararlı, yumruğunu masaya vuran birisi olmak zorundaydı. Bir süre sonra kendisi de olmak zorunda olduğu karaktere dönüşüverecek, öyle olduğuna kesinkes inanacaktı zaten. 1957 yılında Moskova'da Komünist Partilerin Enternasyonel Konferansı'nda konuşan Mao, Çin'in kısa süre içerisinde çelik üretiminde Büyük Britanya'yı geride bırakacak seviyeye geleceğini ve bunu gerçekleştirmek için de "ne gerekiyorsa onu yapacağını" söylediğinde toplumun kendisine cevaz verdiği kavramlarla konuşuyordu. Romanda sıkça bahsi geçen Büyük İleri Atılım Projesi de işte bu sözlerin ürünüydü. Mao'nun demir yumruğu olan Büyük İleri Atılım'ıyla kırsal kesimlerde sanayi revize edilecekti. Bunu yapmak için de köylülerden toprak mı alınmalıydı? Alınacaktı. Evlerinden edilemeleri mi gerekiyordu? Edilecekti. Evlerde ne kadar kap kacak varsa toplanıp eritilerek çelik üretimi mi gerçekleştirilmeliydi? Yapılacaktı. Çünkü kahramanlar halk kitlelerinden rızayı aldıktan sonra içeriği hususunda istişare etmekten imtina ederler. Haz ve iktidar hevesi "ne gerekiyorsa onu yapmak" için yanıp tutuşturur. Mao da bir şekilde çelik üretiminde tekel olmalıydı. Nasıl olacağını bilen yoktu, fakat yapılacaktı! Kitapta, sayfa 91'deki alıntıyı hatırlatayım: "Geçtiğimiz on sene boyunca ailemizin geçimini o tarladan sağlamıştık, şimdi bir çırpıda halkın malı olmuştu."

Bir çırpıda olmuştu, fakat olmuştu. Her şey olup biterken karanlıkta fısıldaşıp itiraz edenler boşluğa konuşmaktan öteye gidemeyenlerdi. Geçmiş olsundu. Kitapta da onca itiraz, isyan ve soru havada asılı kalmış, icabında hain yaftasıyla ortadan kaldırılmalarına kadar varmıştı. Ancak komünizmin yaşam pratiklerini deklare edenlere yukarıdaki alıntı şu basit soruyu soruyor:

"Komün, ama neden?"

Mao'nun vaadi uğruna bir çırpıda sanayi toplumuna zorlanan eski tarım toplumu Çin'de Fugui'nin de evi başta olmak üzere herkesin ne kadar tencere, tava gibi araçları varsa el konulmuş, devasa bir kazadan komün yaşam gereği nöbetleşe şekilde yakılıp eritilmeye çalışıldı. Önceki rejimde "muhtar" şimdi ise "Yoldaş Başkan" olan komün liderlerinden de anlaşılacağı üzere her iktidar kendi ahlâki yargılarını norm olarak dayatır. Buna terminolojiler, semboller ve takvim de dahildir. Mao'nun yeni sanayi toplumu istenen üretimi başaramayınca kriz ve kıtlıkla burun buruna kalan Çin'de bir iç savaşın izleri yeniden patlak verdi. Ancak olan biten her şey Mao özelinde başlayan fakat toplumsal kabullenişin izlerini taşıyan bir kahramanlık süreciydi. Gündüz Vassaf'ın harika tespitiyle "kötülük, düşmanın özelliklerinden ya da kişiliğinden çok, hepimizin içindeki 'düşman' kavramı içinde saklıdır."

Son kez Mao'ya geri dönelim ve hem onu hem de onu idealize eden toplumsal duruşu konuşarak "kahraman üretme" konusunu bir daha düşünelim. 2008'deki bir araştırmaya göre "hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi" arasında olan Mao'nun bu denli gündemde kalmasında yalnızca yaptıkları ve söylediklerinin payı olabilir mi? Pek tabi hayır. İdealize edilen her kahraman, kendisine biçilen role uygun davrandıkça muallakta kalmaya mecbur kalır. Bir yandan alkışların, hayranlık ve biat naralarının muhatabı olan Mao'nun bir anda yuhalanmalar, protesto ve lanetlere konu olması olağan bir durumdu. Milyonlarca insan tarafından kutsanan ve omuzlar üzerinde taşınan Mao'nun alaşağı edilmesinden bir gün sonra aynı omuzlar tarafından terk edilmesini başka neyle açıklayabilir? Mao, omuzlar üzerinde taşındıktan yirmi yedi yıl sonra, 9 Eylül 1976'da omuzlardan yerlere atıldı, yeni yönetim -yenin totaliter kahramanlar ona ait ne var ne yoksa ortadan kaldırmaya koyuldu. Daha bir gece önce Maocu olanlar, bir gece sonra onu ikinci, üçüncü hatta sonsuz kere daha yerin dibine sokmak için kollarını sıvadılar. Mao'nun mehşur Küçük Kırmızı Kitap'ı bir gece arayla zırvalar, masallar kitabına dönüştürüldü. Uzak değil, yakın tarihimizde de benzer bir olay Libya'da yaşandı. Kırk iki yıllık iktidarında halk kitleleri tarafından "baba" olarak adlandırılan Kaddafi, kaşla göz arasında diktatör ilan edilip aynı halkın ayakları altında ortadan kaldırıldı. Kahramanlar totaliterdir, evet, fakat bizlerin toplam totaliter özlemlerinin temsilcileri olan totaliterlerdir. Mao'yu 27, Kaddafi'yi 42 sene tepede tutanlar yeni bir kahraman belirinceye kadar alkış tutarlar. Budur.

Romana dönersek işte bütün bu korkutucu dönemin ortasında kalan aileler Fugui ve beraberinde sürüklediği altı kişi özelinde anlatılıyor. Yu Hua, kendisinin de etkilendiği o buhran dolu dönemleri Fugui'nin anlatıcı koltuğundan aktardıklarıyla okurlara sunuyor. Fugui de bu fırsatı kaçırmıyor ve şöyle diyor:

"İnsanların unutmaması gereken dört kural vardır: Yanlış söz söyleme, yanlış yatakta uyuma, yanlış eşikten girme, elini yanlış cebe atma."

Hikâye boyunca yaşam karşısında bir çeşit ayakta kalma mücadelesi veren Fugui, yaşamanın formulünü de veriyor. Ona göre yaşamak yüreğinde öldürmemekti. Fugui de gençliğinde bulaştığı hataların bedelini sevdiklerini birer ikişer kaybederek, aile düzeninden olarak, sefalet ve açlığın dibini görerek ödemiş olsa da yeterli görmemiş bütün hata ve acılarını kendisine sıkça hatırlatma yolunu tercih etmişti. Tabiat ve nesnelerle olan bağı retrospektif olan Fugui'nin geriye dönüş özlemi bir çeşit ıstırapla birleşip af dileme ve kendisini cezalandırma üzerine şekilleniyor. Tarlayı güç bela süren öküzün adı Fugui. Kusurlu Fugui, akıldan muaf ve tek işi gün boyunca çalışmak olan diğer Fugui'ye sıkça bağırıp hem dostluk kuruyor hem de yaşamak için belli kuralların olduğunu hatırlatıyor. Kitaptaki bir alıntı bugün hâlâ yıkılamayan paradigmaları ifşa ediyor: "Öküzler toprağı sürer, rahipler yoksullara bağış toplar, horozlar şafağı haber eder, kadınlar kumaş dokur. Tarlayı sürmeyen öküz mü olurmuş? Bu ezelden beri böyledir, hadi yürü, yürü!"

Fugui'nin öküzüyle olan münasebeti tamamen semboliktir. O diyalogtan gerçek yaşam pay çıkarma derdindedir Yu Hua. Tarlayı süremeyen öküzün olmaması inancı, akıldan ve düşünceden muaf olanların işinin ömür boyu eziyeti içerisinde yaşamaları olduğuyla pek de uzak sayılmaz. Fugui'nin öküzüne daha sıkı tarla sürmesi için uyguladığı taktik de semboliktir. Öküze bağırırken Erxi, Youqing, Jiazhen ve Fengxia'nın da canla başla çalıştığını hatta Kugen'in bile bu işi başardığını söyleyen Fugui, eşinin, çocuklarının, damadı ve torunun isimlerini başka öküzlere vererek kolektif itici güç oluşturmayı hedefliyor. Modern zamanlarda yüksek katlı iş yerlerinde, plazalarda diptekilerin emeklerini yoğun şekilde satarak yorulmalarına karşın tepedekilerin "personel şefi", "satış müdürü" gibi isimlemelerle emek sürecini devam ettirmesine ne kadar da benziyor, değil mi? Takım ruhu oluşturmak için türlü çalışmalar yapan ve emek harcayanlara terfi maksatlı statüler lütfeden iş dünyası ile sıkı çalışsın diye başka öküzlerin de çalıştığını duyan ihtiyar öküz Fugui'nin kaderi bizlere birşeyler fısıldıyor.

Romandaki sembolik anlatımlardan bir diğeri de karakter aşınmalarıdır. Olan ile görünen arasındaki farkı yansıtan bazı sahneler varoluş problemini işliyor. Romanda Fugui, yaşlandığını, saçlarına akların düştüğünü aylar sonra karşılaştığı bir dostundan duyuyordu. O an kendisinin farkında varıyordu. Bir şeyi bilince toprak ayaklarımızın altından nasıl kayıyorsa Fugui'nin de ayaklarının altından toprak kaymış, ardından eşinin de yaşlandığını fark ederek onun da kişisel miladını başlatmıştı. Buradaki durum, Luigi Pirandello'nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi romanında tamamen işlenen konuya benziyor. Yirmi sekiz yaşındaki evli bir adamın yıllardır her sabah ayna karşısında yaptığı rutin hazırlarının eşi tarafından baltalanmasıyla başlıyor roman. Kendisine her gün bakan fakat varoluşunu eşinin "burnunun sağa doğru eğik olması, kaşlarının da çatı gibi olduğunu" söylemesiyle fark ediyor. Ardından da başkalarına fark ettiriyor. Fugui de buna benzer bir durumu yaşayarak kendi varlığını idrak ediyordu.

Erving Goffman'ın Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu kitabında bahsettiği üzere rollerin amaçlarla örtüşmediği zamanlarda gerçeği ve amaçları saklayabilme imtiyazı, olayları olduğundan daha önemsiz gösterme girişimidir. Yu Hua ise rol ve rollerin sunumu noktasında tam bir Goffmanvari tutum sergilese de onun için rollerin berlilenmesinde zaman-çevre-ilişkilerin dönüştürücü rolüne vurguda bulunur. Fugui de roman başında başkası, ortalara doğru bir başkası ve roman sonunda bir başkası daha olup çıkıveriyor. Yani biri iken hiçbiri, hiçbiri iken binlercesi oluveriyordu.

Teknik ve kısmen içeriklerini etraflıca vermeye çalıştığım romanın her okuyuşta yeni yorumlara müsait olabildiğini düşünüyorum. Benim gördüklerim bunlar.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

5 Ekim 2018 Cuma

Ölümcül fedakârlık

Bazı kitaplar sadece isimleriyle bile çok şey anlatır. Kitabın ismini duyan ‘okuyucu’ hafifçe irkilir. İhtimaller sıralanır. Anlatım mecazi ise anlam derinliği muhteşemdir ve edebi sanatın hakkı verilmiştir. Yok olay gerçek ise sarsıcıdır ve merak uyandırır. Kısa süre önce Jaguar Kitap’tan çıkan Kanını Satan Adam bu tür eserlere yerinde bir örnek. Modern Çin edebiyatının önemli temsilcilerinden Yu Hua’nın kaleme aldığı iki yüz altmış sayfalık eser Erdem Kurtuldu tarafından Türkçeye çevirilmiş. Özenli çeviri okumaya keyif katıyor.

Romanın dili oldukça sade ve anlatımı son derece akıcı. Bu açıdan Yu Hua ‘sıradan’ denilebilecek bir olayı ustaca hikâyeleştirmiş diyebiliriz. Yalnız buradaki sıradanlığı aleladelik ya da basitlik olarak değerlendirmemek gerekiyor. Yaşananlar ağır fakat anlatım hafifleştirilmiş. Bir anlamda okuma ve anlama kolaylaştırılmış. Daha önemlisi yazarın bu çabası romanı gerçeğe yaklaştırmış.

Metinde, ‘yazar anlatıcı’ (o anlatıcı) tekniği uygulayan Yu Hua’nın kendini olayın dışında tutma konusunda oldukça başaralı bir iş çıkardığı görülüyor. Eserin sahibi olarak konuya müdahil olmamasının yanında olayı kurgulayan değil aktaran (ya da gösteren) izlenimini veriyor. Anlatım kendi mecrasında akıyor, olaylar sanki kendiliğinden gelişiyor.

Çin’de komünist lider Mao Zedong’un (1893-1976) iktidar olduğu yıllarda (1954-1976) geçen hikâye dönemin kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasi yapısına yönelik bilgiler içeriyor. Çin komünist devrimi yapılmıştır. Baskı altında tutulan toplumun yaşam standartları oldukça düşüktür. İnsanlar zorlukla geçinmektedir. Buna ek olarak halk bir de kıtlıkla mücadele etmek durumunda kalmıştır. Arkasından gelen Kültür Devrimi (1965-1969) ve yönetimin keyfi uygulamaları hayatı zindana çevirmiştir.

Romanda köylü ve şehirlilerin farklı anlayışlara ve yaşam biçimlerine sahip olduğu görülüyor. Toplumdaki kadın-erkek algısına ve konumladırılışına özellikle dikkat çekmek gerekiyor diye düşünüyorum. İstisnasız her toplumda görülen erkek egemen anlayış bu romanda da kendini gösteriyor. Dikkat çeken bir başka nokta ise yumuşak bir üslupla yapılan komünizm eleştirisi diyebiliriz. Yu Hua komünizmin insanlık dışı uygulamalarının yol açtığı toplumsal kaosu hikâyenin doğal bir parçası hâline getiriyor. Acıları tüm çıplaklığıyla aktarıyor lakin tepkisel bir durum oluşmuyor. Sanki devrim ve yaşananlar hayatın doğal akışının bir parçası gibidir ve başka bir alternatif yoktur.

Eser baştan sona ekonomik sorunlar üzerinden kurgulanmış. Halk geçim zorluğu çekmektedir. Kan satarak para kazanacağını öğrenen başkarakter (Xu Sanguan) paraya ihtiyaç duyduğunda kanını satmaya başlar. Yalnız öyle her zaman yapmaz bu işi. Gerçekten para gerektiğinde bu yola başvurur. Kan satmak para kazandırmasının yanında sembolik anlamlar da taşır. Örneğin köylüler için kan satmak sağlıklı olmanın göstergesi iken şehirliler kan satmayı ahlaki bir zaaf olarak değerlendirir. Onlara göre kanını satan atalarını satmaktadır. Karısı ve üç çocuğuyla şehirde yaşayan Xu Sanguan bu yargıyı önemsemez. Sonuçta kanı ailesi için satmaktadır. Birgün çok fazla paraya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla çok fazla kan satması gerekmektedir. Ölmek pahasına kan satmayı göze almıştır.

Her ne kadar siyasi dili ağır değilse de imalı anlatımdan devrimlerin topluma fayda vermediğini okumak mümkün. Az da olsa Çin kültürüne has dini/mitolojik dil bulunuyor. Bunun yanında alt metinde iyilik kavramı ve toplumsal ahlakın sorgulandığını söyleyebiliriz. Komünizme geçilmeye çalışılan bir toplumda cinsiyetçi bakış ve sınıfsal farklılıklar yaşantıyı belirliyor. Bu açıdan hikâye ironik bir yapıya sahip. Yozlaşmış sistem yer yer karikatürize edilerek anlatılıyor. Açlık, kıtlık, yoksulluk öne çıkan vurgular. İyilik ve fedakarlık ise kaosun içinde kendine yer bulan insani değerler. Psikolojik yönü ağır basan ve acıyla yoğrulan Kanını Satan Adam, insanı, insan olmayı yeniden sorgulatıyor okuyucuya.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

2 Nisan 2018 Pazartesi

Arafta yedi gün ve modern Çin'in iç yüzü:
ölüm ve hayat

Modern Çin Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Yu Hua’nın Yedinci Gün adlı eseri, geçtiğimiz yıl Alabanda Yayınları tarafından yayımlandı. 213 sayfadan oluşan eser, yazarın dilimize çevrilen ikinci kitabı olma özelliği taşıyor. Daha önce Yaşamak adlı eseri Jaguar Yayınları tarafından dilimize kazandırılan Yu Hua’nın, ülkemizde daha da bilinir ve okunur olması bizim için kazanç olacaktır.

İlginç bir kurguya sahip olan roman “Kaldığım odadan çıkıp kıraç, kasvetli şehirde tek başıma dolaşmaya başladığımda sis epeyce yoğundu. Bir zamanlar krematoryum diye bilinen, şimdilerdeyse cenaze evi olarak adlandırılan yere doğru ilerliyordum. Yakılma törenim saat 9:30’a planlandığından, sabah saat 9:00’da orada olmamı söyleyen bir talimat ulaşmıştı elime” şeklinde başlıyor ve okuru, başkahraman Yang Fei’nin hikâyesini merak ettirecek şekilde içine çekiyor.

Roman; parası olmadığı için mezar yeri alamayan ve bu sebeple ölüsü yakılmayan Yang Fei’nin, “araf” diyebileceğimiz bir yerde geçirdiği yedi günü baz alıyor. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Yang Fei, bu yedi günde geçmişiyle hesaplarını kapatıyor, yaşarken bilmediği şeyleri öğreniyor, geçmişinde -yani yaşarken- ona bir şekilde değip geçen insanlarla araf denilen yerde karşılaşıyor ve bütün bilinmeyenleri çözüyor. Kitabın ve yedinci günün sonunda, anlattıklarıyla ilgili herhangi bir açık bırakmıyor yazar. Ele aldığı insanların -Yang Fei, gerçek ailesi, üvey babası, eski karısı vs.- hikâyelerini nihayete erdiriyor ve okura bunu hissettiriyor. Yu Hua’nın hayatına baktığımızda Çin Kültür Devrimi’nden etkilendiğini görebiliriz. Tıpkı Türkçeye çevrilen ilk romanında olduğu gibi bu kitapta da düşüncelerine, yaşamına ve hayata bakışına ters gelen şeyleri eleştirmekten geri durmayan yazar, kurguyu hiçbir zaman arka plana atmadan; Çin’deki sosyal hayatı, toplumsal hayatın karanlık yönlerini, insanların ne şartlar altında ezildiğini, devlet kurumlarının çürümüşlüğünü ve toplumun da buna ayak uydurarak yozlaşmışlığını belgesel niteliğinde okura sunuyor. Bunun en net örneğini, Yang Fei’nin yakılmak için gittiği cenaze evinde, ‘normal insanlar’ ve ‘VIP’ gruplarının olduğunu; hatta ‘VIP’ grubunun dahi yakılmak için başkalarını beklediği bölümde görebiliyoruz:

Plastik sandalyelerde oturan bir başkası, yer göstericiye söylenmeye başladı. ‘Saatlerdir bekliyorum, hâlâ sıram gelmedi.’

Yer gösterici, ‘Belediye başkanına veda töreni sürüyor,’ diye cevapladı. ‘Sabahki üç cenazeden sonra ara verdiler, belediye başkanının fırına verilmesini beklemek zorundayız. O çıkmadan sizin sıranız gelmez.’

Yu Hua, toplumun geçirdiği değişimi ve bu değişimin bireyler üzerindeki etkisini, başkahraman Yang Fei üzerinden eserine yansıtıyor. 2013 yılında yazılan Yedinci Gün eski bir eser olmadığı için de, okura günceli, şimdiki Çin’i ve Çin üzerinden şimdiki dünyayı yorumlama imkânı veriyor. Devletin haksız yıkımlarından tıbbi atık olarak çöpe atılan bebeklere, fakirlikten yer altında yaşadığı için fare-insan denilen kişilerden sosyal adaletsizliğe kadar bir dizi konuyu işleyen yazar, aslında sadece Çin’in değil dünyanın birçok ülkesinin fotoğrafını çekiyor. Arafta geçirdiği yedi gün boyunca, her gün farklı bir veya birkaç kişinin hayatını, yaşadıklarını kendi hayatını da içine alacak şekilde anlatan Yang Fei, hemen her güne bir konu sıkıştırıyor.

Kitabın ilginç bir noktası, maalesef günümüzde artık önü alınamaz bir şekilde ilerleyen lüks yaşam isteğini, hatta saplantısını ele alması. Yu Hua, lüks bir yaşama ulaşma arzusuyla böbreğini veya kendini satmaya razı olan insanların önlenemez çılgınlığını romanda Yang Fei’nin bakış açısından bize gösteriyor.

Şimdi hedefleri kısa yoldan köşeyi dönmekti: yıllar yılı köle gibi çalışsalar bile böbrek satmaktan kazanacakları parayı biriktiremezlerdi. Sonraki tatlı hayatı, şık kıyafetlerle Apple iPhone alacakları, lüks bir otelde birkaç gece kalacakları ve şık bir restoranda birkaç yemek yiyecekleri hayatı iple çekiyorlardı.

Yu Hua’nın anlatımında ağırlıklı olarak, yaşarken çekilen çilelerin öldükten sonra biteceği düşüncesini görebiliyoruz. Hayatın zorluklarını ve çirkin yüzünü, sıklıkla Yang Fei’nin, bazen de diğer kahramanların bakışıyla ve geri dönüş tekniğiyle okura aktaran yazar, öldükten sonra arafta geçen ve ‘gömülmeyenlerin ülkesi’ olarak adlandırılan yerde, aslında bir çeşit ütopya oluşturuyor. ‘Gömülmeyenlerin ülkesi’nde insanların bir çeşit huzuru yakaladıklarını ve oradan ayrılmayı hiç istemediklerini; orada hiçbir zorluğun olmadığını, yıllarca orada kalıp iskelet haline geldikleri hâlde oradan ayrılmayı istemediklerini ölüler üzerinden aktaran yazar, insanlara ekonomik bir güçten ziyade huzurun iyi geleceğini, ölümün herkesi eşitlediğini de anlatmış oluyor:

Şaşkınlık içinde bana döndü. Afallamış ifadesi bir soru sorar gibiydi. ‘Devam et,’ dedim. ‘Burada ağaç yaprakları sana seslenecek, kayalar sana gülümseyecek, nehir seni selamlayacak. Burada fakirlik de yok zenginlik de; keder de yok acı da; kin de nefret de… Burada herkes ölümde eşitliği buluyor.

‘Buranın adı ne?’ diye sordu.
‘Gömülmeyenlerin ülkesi,’ dedim.

Yedinci Gün, kırk bir yaşında ölen bir adamın geriye doğru yaptığı yedi günlük yolculukta içsel hesaplaşmasını anlatırken esas olarak bir halkın acılarını, itilmişliğini, çıkmazlarını; bir devletin sosyal ve siyasi yönünü, burada yapılan hataları, insanların ekonomisine göre değerlendirilmelerini, kısaca modernizmin ve kapitalizmin bireyin ve devletin canlılığını nasıl etkilediğini sorguluyor ve eleştiriyor. Bunları yaparken de insanların arasında hissedilen ufacık umudu da ihmal etmiyor.

Kitabın dilinin akıcılığı okumayı rahatlatırken sade bir üslûp da buna eşlik ediyor. Anlatımdaki mizah ve kararında yapılan betimlemeler de kitabın kalitesine artı bir değer katıyor. Fakat direkt Çinceden değil de, İngilizceden Türkçeye çevrilmesi bazı aksaklıklar meydana getirmiş. Zaman zaman karşımıza tutarsız ifadeler çıkabiliyor. Yazarın Yaşamak, adlı kitabını, Çinceden Türkçeye çevrildiği için daha rahat okumuştuk.

Her şeye rağmen, Yedinci Gün'ün Türkçeye çevrilmesi edebiyatımız için önemli bir olay. Yu Hua’nın diğer kitaplarını da çevirecek yayınevleri olacaktır umarım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

29 Temmuz 2016 Cuma

Tek çabası yaşamak olanlara

"Tüm insanlar aynıdır: Kendileri bir başkasının cebinden alırken yüzleri aydınlanır, gülümserler, ama kaybetme sırası onlara geldiğinde yastaymış gibi ağlarlar.”

Yaşamak’ çağdaş Çin edebiyatının değeri sonradan karşılık bulan nadide eserlerinden. Jaguar Yayıncılık tarafından Türkçe‘ye kazandırılan Yu Hua'nın ölümsüz eseri yayınlandığı yıl ülkesinde anında yasaklanmış güçlü bir roman. Ölümün sürekli etrafında dolanarak çevresindeki her şeyi bir bir elinden aldığı Fugui'nin epik insanlık hallerine odaklanan öyküsü katıksız dili ve temiz anlatımıyla beni derinden yakaladı. Yaşlı öküzüyle tarlasını sürerken denk geldiği bir gezgine açtığı 40 yıla yayılan yaşamında Fugui okura tartışmasız bir bilgeliğin kapılarını aralıyor. Gençlik yıllarında umarsızca savurduğu aile serveti suyunu çekince gerçek hayatla yüzleşen bu karakter üzerinden yazar hayatın verdiği kadar alan düzeninin her türlü halini gözler önüne seriyor. Başlarda neşeli bir anlatıyken bir anda karanlık bir hüzne boğulan Yaşamak, okuru Fugui'nin hayatında hızlı ve etkili bir gezintiye çıkarıyor.

Kitap konu itibarıyla bir nebze de olsa Yeşilçam filmlerinin senaryolarını çağrıştırıyor. Elde avuçta ne varsa kaybeden Fugui önce tüm alışkanlıklarını bir kenara bırakıp yoksulluğun utanılacak bir şey olmadığını, herkesin başına gelebilecek bir durum olduğunu kabullenerek çiftçi olmaya karar veriyor. Kendisine kalan tek servet olarak gördüğü ailesiyle birlikte hayatını tam düzene oturttuğu sırada ise önemli bir sınav vermeye hazırlanan ülkesindeki gelişimler Fugui'nin yaşam mücadelesini hiç ummadığı noktalara taşıyor. Önceleri pek fazla kendilerini etkilemeyeceğini düşündüğü Kültür Devrimi gündelik hayatı da tehdit etmeye başlayınca evden doktor aramak için ayrılan Fugui, kendisini İç Savaş askeri olarak buluyor. Aklında bin bir soru ile ardında bıraktığı ailesine yıllar sonra geri döndüğünde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını gören Fugui vatanındaki yıkımın gölgesinde salt bir yaşam mücadelesi vermeye başlıyor.

Yu Hua'nın yer yer inanması güç talihsizliklere maruz bıraktığı Fugui'nin hayatı ısrarla bozguna uğratılıyor. Ailesine musallat olan ölüm oğlunu, kızını, karısını, torununu, damadını hatta arkadaşlarını alıp götürürken ona dokunmuyor. Ölüm olgusu üzerinden sorgulandığında Fugui her kayıpla birlikte geçmişte üstüne sinmiş olan bir rütbesinden de kurtuluyor. Gelenekçiliği, inancı, siyasal algısı, aile kurumuna karşı olan tavrı, umutları, planları... Ölüm Fugui'yi isyana değil kaybettiklerine yönelik iyimser bir kabul etme haline sürüklüyor. Yazar bir röportajında Fugui ile ilgili şunları söylüyor:

"Yaşadığı yoğun keder ve zorluğun ardından, Fugui acı çekme tecrübesine içinden çıkılmaz bir şekilde bağlanıyor. Dolayısıyla onun kafasının içinde ‘dayanmak’, ‘metanet sergilemek’ gibi düşüncelere gerçekten yer yok; o sadece basitçe yaşamak için yaşıyor. Bu dünyada hayata bu kadar saygısı olan biriyle daha tanışmadım. Ölmek için çoğu insandan daha fazla nedene sahip olsa da, o yaşamaya devam ediyor.”

Mikro olarak ele alındığında Fugui'nin yaşadığı trajediler her insanın kolay kolay altından kalkabileceği şeyler değil. Özellikle taptığı bir kalabalıktan büyük bir yalnızlığa acımasızca sürüklenmesi okurda bir kırılma, sitem, isyan beklentisi uyandırıyor. Ama Fugui tuhaf bir kadercilikle tüm bu beklentileri bertaraf ediyor. Kitap Çinin kültürel, politik, siyasal ve ekonomik yaşamınının vanalarını hafifçe açarak ilerliyor. Dolayısıyla her adımda hikâyeyenin üzerine yeni damlalar düşüyor. Olay örgüsünün toprağına da bunları emip usul usul tomurcuklandırmak kalıyor.

Abartıdan uzak bir dilin ürünü Yaşamak. Tüm bölümlerinde hissedilen sade yaşa, yalnız yaşa, olduğunu kabullen, dönüştüğüne saygı duy mesajları göz kamaştırmadan sunuluyor. Fugui'nin dediği gibi: "Sıradan bir hayat en iyisi. Onunla savaş, bununla mücadele et derken, sonunda hayatından oluyorsun.". Bu yaşamı dinleyen gezgin de yazarın mesajlarına sırt çıkıyor:

Doğruldum ve yanı başımdaki tarlada bir ihtiyarın, yaşlı bir öküzle tarlayı sürdüğünü gördüm. (...) İhtiyarın, güneş ışığında hayat dolu gülümseyen esmer yüzündeki çizgiler neşeyle kırışıyordu. Tıpkı, tarladaki çamurla dolmuş arıklar gibiydi. (...) Daha sonra, ihtiyar adam o kocaman yapraklı ağacın altına oturdu ve o güneşli öğleden sonra hikayesini anlattı bana. (...) İhtiyar sözünü bitirdiğinde ayağa kalktı, pantolonunu silkeledi ve göletin yanındaki yaşlı öküze seslendi. (...) Sonra yavaşça yürümeye başladılar.

Son olarak romanı sadece yaşama mücadelesi olarak değerlendirmek haksızlık olur. Evet Fugui gerçekten yürek burkan bir yaşam mücadelesi içerisinde ama hem bireysel hem de toplumsal anlamda var olan bir canlı aynı zamanda. Fugui’nin tüm bu özellikleri dikkate alındığında kendisi için ders vermeyen bir karakter demek hata olur. Bunu doğrudan doğruya didaktik olarak yapmasa bile kitap bitip son sayfa kapandıktan sonra oluşan algı tam da onun naifliğine hizmet edecek biçimde kendisini gösteriyor. Özetle Fugui okura şunu görün, bunu fark edin deme çabası içerisine girmeden kendi yaşamının taşıdığı bilgelik üzerinden selam veriyor.

İnsanlığın, tarihin ve zamanın birlikteliği üzerine canlı kanlı bir karakterin önüne tek dert olarak yaşamayı koyan Yu Hua kendi sesini olabildiğince kısmayı başarıyor. Pek çok romanda alışageldiğimiz üzere tanrı genelde romancıyken Yaşamak'ın bir tanrısı yok. Aksine yaşamakta güçlü bir kul var. Gücünü ruhunun kapsayıcılığından, yaşamın halleri karışındaki pozitif duruşundan, kendi saflığından alan bir kul.

Basit bir anlatım, güçlü bir anlatı doğurur: Sabanın toprakta bıraktığı izlere benzer kâğıt üzerinde satırlar. Yaşamın her şeyi kapsaması gibi, Yaşamak da hayatı olduğu gibi kucaklar. Doğumları ve ölümleri, mutsuzlukları ve umutlarıyla...

Olduğu gibi olan, bu uğurda mücadele veren, yaşamla ucundan kenarından bir ilişiği bulunan herkesin okuması gereken metinlerden Yaşamak. Okuması ve kendi ‘yaşama’ durumu üzerine düşünmesi.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_