Yitik Cennet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yitik Cennet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Nisan 2018 Perşembe

Muhtasar bir Kısasü'l Enbiya: Yitik Cennet

"Kopyadan taklitten dönmek
Ölümden dönmekten daha zor
Varolmanın tek şartı
Kaderin kaderle çarpışması
Kaderin kaderi ertelemesi
Kaderin kaderi yenmesi
Yeniden varolmanın sırrı
Dirilmek ve diriltmek görevi
Ölümün çürütemediği güzellik
Ben o güzelliği söylüyorum
Ben o güzelliği söylüyorum
Ölümün ötesindeki güzellik."
- Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati, 13. şiir.

Bugün Türkiye, başlıca sorunları arasında deizmi konuştuğu bir sırada Yitik Cennet'i yeniden okudum. Evvela niyetim Sezai Karakoç'un şiirine bir adım daha yaklaşmaktı belki ama bu perspektif, kitabın ele aldığı meseleleri ve bu meselelerle anlatmak istediği tefekkürün toplamını düşününce, mezkur sorun da hesaba katılırsa epey kıt kalacaktı.

Sezai Karakoç, Na't üzerine kaleme aldığı bir yazısında şunları söyler: ''İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da mutlak gerçeklerin habercisi her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na't da şiirin ufkudur.''

Na't bahsi mahfuz olmak üzere burada asıl dikkati çekmek istediğim konu insan olmanın ufuk çizgisinde peygamberlerin bulunuşudur. Kuşkusuz her şeyin bünyesinde bir ufuk noktası vardır. Zamanda ufuk noktası daha iyi ve güzel olsun istediğimiz ''yarın''dır, gelecek. Fiziği yeni keşiflere cezbeleyen bir ufuk fikridir. Ağacın ufku meyvesidir. İnsan da böyle. Aşağıların aşağısı (esfele-safilin) ile en güzel kıvam (ahseni-takvim) arasında salınımlanan insanın da bir ruh ufku bulunur. Allah, yarattığı insanın en yüce ve olgun vechesini peygamberleriyle temsil ettirmiştir. Yani insan peygamberlere, hepsinden öte ve ilk olarak Allah'ın edebin bütün nev'ini kendisinde cem ettiği Hz. Muhammed'e yaklaştıkça kemal bulur.

Bugün, varoluşun kaynağının ne olduğu ve nasıl olduğu üzerine düşünmek şeklinde bir varoluş filozofisi en sarih izahatlara kavuştuğu için eskimiştir. Varoluşa ilişkin asıl üzerinde akıl yürütülmesi gereken şey hamle ve ameli de tetikleyecek olan kendini tanımakla birleşen sahih bir ''niçin'' sorusu olmalıdır. İnsanın bünyesinde adeta bir genetik kod gibi duran, işlediği bir işi, bir ameli her zaman işlediğinden daha iyi bir tarzda gerçekleştirme imkanı, insana mütemadi olarak bir kemal bulma, olgunlaşma fırsatını sunduğu bilinci, basit bir keşif olarak her zaman bir şeyleri olgunlaştırmanın ve güzelleştirmenin gizli bir telkini gibidir. Bu telkin, bahsettiğim niçin sorusuyla birleştiğinde hayat, arzulanan veya kendisine katlanılan yüzleriyle, matuf olduğu asıl değeri bulur. Madem mümin nihai çizgisinde peygamberlerin yer aldığı bir ufka doğru yol alma halindedir, o zaman Kur'an-ı Kerim'de bize anlatılan peygamber temsilleri dinmeyen bir ehemmiyeti taşırlar.

Bana öyle geliyor ki, Sezai Karakoç'un gerek poetikasında gerek düşünce yazılarında önemli bir merhaleyi, peygamberliği ve bilhassa Hz. Muhammed'i (sav) kavrayışı teşkil eder. Hızırla Kırk Saat hemen hemen peygamberlerin hayatlarından belirlenmiş kesitlerden meydana gelir. Na't dışında yazdığı doğrudan Na't olduğunu iddia edemeyeceğimiz birtakım aşk şiirleri Na't'ın kıyılarında dolaşır. Her düşünce eserinde mutlaka söz bir peygambere varır.

Sözü kendisine getirmeye çalıştığım Yitik Cennet kitabı, okurda ilk bakışta yeni zamanların içinde muhtasar bir Kısasü'l Enbiya izlenimi uyandırır. Ama ondan keskin bir farkla ayrıdır: Hz. Âdem ile başlayarak Hz. Muhammed'e (sav) kadar dokuz peygamberin başından geçen ve bu peygamberlerle özdeşleşmiş, varoluş, inanç ve iman noktasında düğümlenen karakteristik olayları yeniden değerlendirerek zamanımıza yansıyan izdüşümlerini göstermeye çalışır.

Peygamberliğin, nübüvvet ve risaletin ne olduğuna dair bir idrakin olgunlaşmış olması bir tarafa aksine ya kaba softa ve ham yobazların eliyle ya da bugün sapmanın bir başka tezahürü olan güya sürekli akla atıf yaparak Kur'an Müslümanlığı (!) iddiasıyla üretilen gayr-ı sahih bir nübüvvet anlayışının yaygınlaştırıldığı bir ortam düşünüldüğünde Yitik Cennet yeniden önem kazanıyor. Böylelikle Yitik Cennet'in içeriğine ait ilk özellik olarak, günümüzde peygamberliği idrakler arasında hikmeti kollayan bir sırat-ı müstakime yerleşmiş olması geliyor.

Ne vakit Hz. Âdem'in konuşulduğu olsa genellikle O'na dair işin aslını tefekkür etmekten daha ziyade insan varlığının bu başlangıç anlarında meydana gelen olaylar çevresinde spekülasyonların gevezeliğini duyarız.

Yitik Cennet'in ilk bahsini teşkil eden Hz. Âdem (as) ve etrafında nakledilenler üzerinde derin bir dikkatle Sezai Karakoç, şeytan, insan, ateş ve toprak, Havva, yasak yemiş, özleyiş ve varış ara başlıklarında hilkatin sırrını zapt etmeye çalışır. Bu kısım insanın Hz. Âdem aynasında kendini, varlığını ve yönelimini müşahede etmesini mümkün kılar.

''Gerçekte ikisi arasında büyük bir fark vardır. Cennet deneyinden önceki Âdem'le cennet deneyinden sonra dünyaya dönen Âdem arasındaki fark. İnsan cenneti yitirmiştir, ama onu tekrar arayabilir ve bulabilir. Bir bakıma yorgundur, iptidaîliğin o enerjisi yoktur, genç değildir ama hakikata varmış, esere ulaşmış bir hayat gerisinde durmaktadır. Biraz dinlendirecektir dünya, hamlık kendisini. Yontulmamış malzeme, yeni yontular için iştiha uyandıracaktır.'' (sf. 26)

Zamanın çizgisel bir yörüngede akmadığı gibi hayat da durağan, tekdüze bir biçimde ilerlemez. İnsan çoğu zaman bir istikamet üzere duygularını yenileyip koruyamaz. İşte aksaklıklar ve marazlar, insanın varlığın ve hayrın görkemine ait dikkatini, duygularını koruyamadığı böyle anlarda baş gösterir. ''İnsan varoluş imtihanını Hz. Âdem'le verdi. Sürebilme imtihanını, ''hayat'' imtihanını da Hz. Nuh'la.'' diyen Sezai Karakoç, Hz. Nuh'la yaşanan tufanı ruhu bir makama ulaştırabilmenin işareti olarak okur. ''Vakt'i tartmak. Gönlün en duyarlıklı terazisinde tartmak. Ruhu ''hal''lerden kurtarıp ''makam''lara ulaştırmak. Cûdî Dağı'na oturtmak.'' (sf.50)

Hz. Âdem ve Hz. Nuh'tan sonra Hz. İbrahim'in üzerinde duran Sezai Karakoç, Hz. İbrahim'i toprak ve su çevresinde bir imtihanın sonrasında gelen imanın ateşle imtihanı olarak işaretler. Kur'an-ı Kerim'de şirk (küfür) büyük bir zulüm olarak tarif edilir. (Lokman Suresi-13.) Zulüm, küfre bitişiktir. Dolayısıyla bütün zulüm ve adalet çarpışması derin yapısında iman ve küfür mücadelesi olarak tecelli ettiği söylenebilir. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılması hadisesini de bu açıdan yorumlar şair: ''Toplum açısından konuşursak, Nemrut zulüm demek. İbrahim de onun ateşinde yanmayan adalet. Adalet de öyle bir altındır ki, zulmün ateşinde ancak tozu toprağı yanar: pası, katışık madenleri erir; o, ateşte saf hale gelir ve ateş söndüğü zaman en halis bir külçe halinde parlar, zaferini ilan eder.'' (sf. 55)

Hz. İbrahim etrafında bize nakledilen, put kırıcılığı ve tevhidi ikame eden çabası yanında bir diğer önemli vaka oğlunu kurban etmesi hakkındadır. ''Hazreti İbrahim, İsmail, bıçak ve kurban. Bunlar bir trajedyanın kahramanları değildir. Bu öykü bir alınyazısı öyküsü değil, bir irade imtihanının, bir gönül imtihanının hikayesidir. (...) Allah önünde inanç ve ihlas imtihanı ve bu imtihandan doğan bir armağan, cennetin perdelerinin ardına kadar açılışı, ebediliğin somut bir şekilde karşımızda canlanışı tablosudur görülen.''

''Nasıl, her mümin kendi içinde kendisine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini hakikat önünde kurban etmeğe razı olmadığı sürece kendine açık ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde özeleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla, ateşle dikilen bir İbrahim'e ihtiyacı vardır.'' (sf. 71-72)

Hz. Yusuf bahsine geldiğinde şair özellikle ''devlet'' kavramı etrafında fikir yürütür. Ona göre Hz. Yusuf ''Devletin dirilişi''dir. Yaşamı boyunca karşılaştığı hadiseler nefsaniyeti mağlup etmek, devlet ve toplum mekanizmasının mahiyetine ilişkin tecrübelerle iç içedir. Bütün olan bitenlerin nihayetinde Hazreti Yusuf, bugün anlaşılan siyasi anlamından tamamıyla ayrı ve soyunmuş bir şekilde, insanın yaratılış amacı olarak tarif edilen bir atıfla ''Allah'ın halifesi'' olabilmenin yörüngesinde yürür. ''Hazreti Yusuf, insanlara boyun eğdirerek ruhların üzerinde yükselecek yüce devlet kalesini kurmak için, boyun eğiş bölgelerini bir bir dolaşma zorunda bırakıldı alınyazısınca veya alınyazısı gereği. ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalış, satılış, kölelik, hizmet adamlığı, hapis hayatı, unutuluş... bütün bu manevi örslerde ruhun döğüle döğüle çelikleşmesi ve gerçek özgürlük olan Tanrı halifesi olma şuurunun bilenişi.'' (sf. 90)

Kitapta Hazreti Musa, Hazreti İbrahim'in ve Yusuf'un toplumda dirilişi olarak mütalaa edilir. Onunla beraber nazara verilen şey zulümde boğulan bir halkı kurtarması olur. Burada yaşanan imtihanın öne çıkan karakteri yalnız Hazreti Musa değildir elbet. Musa'nın çevresinde nakledilen olaylarda halk da, halkın tutumları da öne çıkan bir husus olur. ''Yalnız, inanan kişi, imtihandan geçmez. İnanana inanan da geçer imtihandan... İmtihan ve çile, hepimizi saran gökkuşağıdır.'' (sf. 102)

Süleyman Peygamberle devlet en ideal formuna erer. ''Hazreti Yusuf'un attığı tohum tutmuştur. Yeryüzüne serpilmiştir hakikat devletinin buğdayı. Başak vermiştir. En gür başaklarını vermiştir. Hazreti İbrahim milletinin, Hazreti Musa topluluğunun hakikat idesiyle yanan yüreği. Güneş tam tepe noktasındadır. Gölgeler yok olacak derecede kısalmıştır.'' (sf. 107)

Hz. Yahya Romalılaşmış saraya dönerek, puta tapıcılığı ve hayasızlığı lanetleyici olarak neşet eder. ''Hayat''ın Romalıların ve Romalı kölelerin tekelinde olamayacağını haykırır.

Hazreti İsa'nın doğumuyla kavmiyetçiliğin çemberi kırılır. Mermerden pagan bir Roma atmosferinde aşk ve merhamet, şefkat ve hakikatin mezcedilişidir o. ''O'na inananlarsa sonradan abartma yoluyla O'nu ilahlaştırma yanılgısına düşütüler. Onlara göre O, Tanrı-İnsan ya da İnsan-Tanrı'ydı. Böylece paganizmle yahudilerin tek bildikleri, fakat ırklara tahsis ettikleri Tanrı birleşiyordu. Antik Çağ'la Yeni Çağ arasında bir köprü gibi düşünmüşlerdi sanki Hazreti İsa'yı bu antik çağ kalıntıları.'' (sf. 123)

Sezai Karakoç kitapta, cennetin sekiz kapısıyla bağdaştırarak andığı sekiz peygamberden sonra sözü Hazreti Muhammed'e (sav) getirir. Cennetin ta kendisi olarak nitelendirdiği Hazreti Peygamber için, ''Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet'e dönüştü O'nda.'' der. ''Kendinden öncekileri de kuşattı kendinden sonrakileri de. Böylece onun varlığı yaradılış sırrının odak noktası, ağırlık merkezi oldu.''

Sezai Karakoç'un, tarih boyunca insanın varoluşunun, yaşayışının kritik merhalelerini insanın ufku olarak nitelendirdiği peygamberlerin ve nihai olarak Hazreti Muhammed'in (sav) merceğinde irdelediği bu eseri, hem şahsi yaşantısında insana hem de millet oluşa gerçek rengini verebilme bilincinde topluma görmezden gelemeyeceği zengin tablolar barındırır.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kaybetmeden önce değer bilenlere

80 yıl önce bugün binlerce genci, fikirdaşı, şiirlerini hayranlıkla okuyan onlarca insanı peşinden koşturacak, cümlelerin altını çizmekten kalemleri aşınacak kitapların sahibi dünyaya gelmiş. Şiirlerinin bazı dizelerini hava soğuk - ev sıcak fiziki denkleminin meydana getirdiği buğulu camlara yazmışlığım var çoğu zaman… Mesela “…insandan insana şükür ki fark var…” yazmıştım bir keresinde.

Eserleri çok başka, çok farklı, çok mest edicidir Sezai Karakoç’un… Gün Doğmadan, Diriliş Neslinin Amentüsü, Monna Rosa, Düşünceler/Kavramlar… Ama bir tanesinin yeri bende çok ayrıdır. Yitik Cennet

Kitapta Adem, Nuh, İbrahim, Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya, İsa ve Son Peygamber'in maddi/manevi hadiselerini zeka ve gönül denklemleriyle harmanlayıp harika bir üslup ile sunmuş. Sezai Karakoç’u diğer yazarlardan ayıran, onu üstün kılan özelliklerden birisi bu üslubu. Tüm şiirleri, tüm kitapları belagat yönünden öyle zengin ki, yazdığı bir cümleyi bazen bütün bir gece boyunca düşündüğüm ve uykuma müdahil olduğu için ona içten içe şükran besleyebiliyorum mesela…

Yitik Cennet’e şu cümleyle başlıyor üstad:

Adem’le Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışcasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız, Batının soluğu bize gelmeden önce…

Bir cümleye bir ansiklopedi yazılır mottosunun müsebbibidir Sezai Karakoç ve bu cümle de bunun ispatı nisbetindedir.

Bazen kendimi ifade etmek için uğraş verdiğim, ama bir türlü beceremediğim zamanlarda da Sezai Karakoç’un cümlelerine sığınmışlığım olmuştur. Bence herkes mutlaka şu hissiyatı yaşamıştır hayatında en az bir kez; “Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?” Düşün düşün, dur! Sonra yine düşün… Ve yine… Sonra bir silkelen ve ömrü boyunca okurlarına anlattığı gibi “diriliş”i yaşa. Yine Yitik Cennet’te “diriliş” için şöyle bir ifade kullanmıştı:

Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir.

İşte böyle bir diriliş. Böyle bir küllerinden doğma hali.

Bu düşüşü yaşamaya vesile olan ve baş rolü oynayan şeytanın İslam olmuş bir göz ve akılla nasıl anlatılması gerektiği satır satır okunabiliyor bu kitapta. John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) yazısında, o döneme kadar İsa’yı yücelten anlayışa karşı çıkıp şeytanın da iyi olduğundan, ama Yaratıcı’nın ona kötü rol verdiği için böyle gözüktüğünden bahseder. Yani koca bir filmde kötü adam rolü şeytana verilmiştir. Bu mantık İslam olan hiçbir mantaliteyle uyum sağlamaz. Galiba Sezai Karakoç Yitik Cennet’i bu dogmaları yerden yere vurmak için yazmış… Ne iyi yapmış. Hem formal, hem deruni her türlü zihni ihtiyacı doğrudan karşılıyor Yitik Cennet

Ve son sözü yine o söylüyor:

Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu.

Hatice Sarı
twitter.com/hatice_sari