Yavuz Selim Uzgur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yavuz Selim Uzgur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2021 Pazartesi

Anadolu'nun manevî fatihi: Harakânî

"Kişinin aklı için en manalı uğraş 
dostu zikretmektir."
- Ebu’l-Hasan Harakânî

Sözlük anlamı; “açma, açılma” olan feth sözcüğü Türk-İslam tarihinde daha çok “İslam’ı yaymak ve adaleti hâkim kılmak için yeni kalelerin ve şehirlerin ele geçirilmesi” anlamıyla kullanılsa da İslam’ın maneviyat erleri olan sufiler paslı gönüllere mübarek nefesleriyle üfleyerek nice fethin mimarı olmuşlardır. Nice küffar beldesinin kapıları gazi ve şehitlerin kılıçlarından önce evliyanın, dervişanın ve dahi arifanın dualarıyla açılmıştır. Alp ve eren kavramlarını bir potada eriten bu maneviyat erleri, “alperen” adıyla hem aşk şehidi hem de gaza şehidi olmak için gaza etmişlerdir. İslam ordularından önce bu maneviyat erleri küffar beldelerindeki yaralı gönüllere sevgi tohumu ekmiş, İslam sancağı altında da vakıflar yoluyla hem Müslüman halkın hem de gayrimüslim halkın her türlü yardımına koşmuştur. Bu gönül erlerinden biri ve pek mühimi de Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleridir. Harakânî Hazretlerinin Kars’a gelişi ve Sultan Mahmud’un Hindistan’a, Tuğrul ve Çağrı Beylerin ve dahi Sultan Alparslan’ın da Anadolu’ya yönelmelerindeki manevi telkinleri onun Anadolu’nun Türk-İslam yurdu olmasındaki ehemmiyetini gösterir mahiyettedir. Harakân’dan sonra Kars’a gelerek burada halkı irşad etmiş, hem pek çok âlimin yetişmesine, hem de bölge halkının esenlik bulmasına vesile olmuştur.

Sadık Yalsızuçanlar’ın Harakânî Vakfı'nın başkanı Yavuz Selim Uzgur’la Ebu’l-Hasan Harakânî üzerine yaptıkları söyleşi, Anadolu’nun Kalbi: Harakânî adıyla kitaplaşmış. Harakânî Hazretleri tarihî açıdan önemli bir figür olmasına rağmen tek başına tarihî bir karakter değildir. Aynı şekilde, güçlü bir edip olmasına rağmen tek başına bir şair de değildir, eriştiği yüce mertebeye rağmen tek başına bir din adamı da değildir. Bu nedenle Harakânî Hazretlerine dair konuşmak için Türk-İslam tarihine, Türk edebiyatına ve bilhassa tasavvuf şiirine ve dahi tasavvuf geleneğine hâkim olmak gerekir. Bu açıdan Sadık Yalsızuçanlar’ın isabetli soruları ve Yavuz Selim Uzgur’un tatmin edici cevaplarıyla şekillenen kitap on birinci yüzyıl Türk-İslam fetihleri ve tasavvuf geleneği hakkında önemli bilgiler sunmaktadır. Sadık Yalsızuçanlar giriş yazısında; “Tuğrul ve Çağrı Bey’leri de irfanıyla etkilemiş olan Harakânî’nin ‘çoklukta birlik’ öğretisi, Selçuklu medeniyetinin zeminini beslemiştir. Farklı kavim ve dinlerin, adalet ve sevgi temelinde bir arada, esenlik içinde yaşamasını sağlayan bu öğretiye, bugün fazlasıyla muhtacız. Özgür ve barışçıl bir dünyanın kurulmasında Harakânî gibi bilgelerin yaşamı ve öğretileri bize ışık olacaktır.” diyerek hem Harakânî’nin öğretilerinin Selçuklu medeniyeti için önemini ortaya koymuş hem de bugün içinde bulunduğumuz yoksunluğun sebebini açıklamıştır.

Harakânî Hazretlerini ve dahi cümle Allah dostunu anlamak, onların sözlerine ve eylemlerine bir anlam yüklemek; kapalı bir kutunun içinde ne olduğuna dair, kutuya dokunmadan hüküm vermek ve hükümle kutunun içindekini yargılamak gibidir. Tasavvuf, hâl ilmidir; mekteple ve kitapla öğrenilmez. Bu nedenle mektep hocasının ve kitap ehlinin tasavvufa dair verdiği hükümler eksik veya isabetsizdir. Harakânî Hazretleri; “Bu aşkı tatmak için okyanusta bir balık ol…” sözüyle okyanusun dışındakilerin bu aşkı anlayamayacaklarını da ifade etmiştir. Okyanus, deniz ya da derya; tasavvufta vahdetin sembolüdür. Vahdet denizine dalmadan okyanusun derinliklerine dair hüküm vermek hamlıktır. İnsan, denizin kendisini boğacağını düşünür ama Cenab-ı Hakk bu konuda kuluna eman vermiş ve “Ben kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür." buyurmuştur. Bu hadis-i kutsi, kendi benliğinden soyunan aşığın Allah’tan başkasıyla hesabı kalmadığını da işaret eder. Cüneyd-i Bağdadî’nin tasavvuf tanımına baktığımızda da bu kutsi hadisi daha iyi anlıyoruz: “Tasavvuf, Allah’ın seni sende öldürüp kendinde ebediyen diri kılmasıdır.” 'Seni sende öldürmek'ten kasıt, nefsin terbiye edilmesi ve masivadan yüz çevrilmesi, kısaca ölmeden ölme ölünmesidir. 'Kendinde ebediyen diri tutması'ndan kasıt ise aşığın gönlüne kendi varlığının, bütün esmasının tecelli etmesi ve böylece kendi nuruna aşığı vesile etmesidir.

Harakânî Hazretleri bir sözünde şöyle diyor: “Fütüvvet ehli cennete giden yolda değil, Allah’a giden yoldadır.” Hazretin bu sözü Yunus’un; “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni” dizelerindeki haykırışın izahıdır. Cenab-ı Hak, Yasin suresinde “Onlara Rableri katından bir selam vardır.” buyuruyor. Tasavvuf ehli, gönlündeki Hak nefesinin kokusuyla öylesine kendinden geçer ki sadece kokunun sahibini yani Allah’ı arzular. Bu kokuyu ona duyuracak olan kahır da olsa lütuf da olsa hoş gelir artık ona.

Tasavvuf ehli, bulunduğu makamdan konuştuğu için sözlerini zahir anlamıyla değil, batın anlamıyla düşünmek gerekir. Bu nedenle Hak aşığı pek çok sufi birbirlerinden söyledikleri sözleri açıklamalarını istemişlerdir. Abdullah Ensarî, Harakânî’nin maneviyatından gıdalanmış bir Hak dostudur. Huzuruna geldiğinde “Sufi, gayr-i mahlûktur.” sözünü açıklamasını ister. Bu söz, “Sufi, yaratılmamıştır.” manasına geldiğinden kapalı bir gönül gözüyle okunduğunda şirk barındırdığı düşünülebilir. Hâl ehli olanlar sözde bir irfan olduğunu bildiklerinden şerhini isterler. Harakânî şöyle izah eder: “Sufi sizin anladığınız gibi yiyen, içen, yatan, uyuyan değildir. Gönlündeki Allah’ın sırrıdır sufi, gönüldeki Hak’tır.Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi ruhundan üfleyen Cenab-ı Hak, âşık kulunun gönlünde tecelli eder. Bu tecelliden sufi ortaya çıkar. Elbette, “oldum” demekle olunacak bir mertebe değildir bu. Yavuz Selim Uzgur; “Kul vara vara sultan olur.” diyerek tasavvuftaki azim ve sebatın önemini işaret ediyor.

Bakara suresinde mealen; “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” buyruluyor. Tasavvuf ehlinin bu konudaki düşüncesi; Hz. Âdem’e öğretilenlerin Allah’ın isimleri, yani Allah’ın hakikati olduğunu ve bu nedenle meleklerin secde edeceği bir mertebeye eriştiği yönündedir. İnsanoğlu da nefsini terbiye etmek yoluyla gönlünde Allah’ın nurunu parlatır ve meleklerin secde edeceği mertebeye erişebilir. İbn Arabî; “Allah, insana ihtiyacı suretinde tecelli eder.” diyor. İnsanın ihtiyacını bilmesi için ise nefsini tanıması gerekir. Bu minval üzere; “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Nefsini yani fıtratını bilmek, ihtiyaçlarını ve nefsini eğitme yollarını da bilmeyi sağlar. Mürşid-i kâmil, irşad edeceği dervişe fıtratına göre görev verir. Molla Güranî Hazretleri Somuncu Baba’nın huzuruna gelip “Ben de dervişiniz olmak istiyorum. Ne yapmam lazım, ne emredersiniz?” diye niyaz edince Somuncu Baba; “Şu eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel!” buyuruyor. Molla Güranî “Bunu yapamam sultanım!” deyince Somuncu Baba; “Peki evladım, yapacağın kadarını veririz sana da” diyor. Her nefis, aynı şekilde eğitilmez, kişi önce nefsini bilmeli.

Harakânî fakr ehli olmakla Peygamber Efendimizin varislerindendir. Sultan Mahmud’un ikramı olan altınları, “Boğazımızdan geçmez” diyerek geri çevirmiş ve biriktirmekten ziyade tasadduk etmeyi öğütlemiştir. Bir sözünde; “Âlimler diyorlar ki, ‘Biz Peygamberlerin varisleriyiz. Hâlbuki Peygamberin vârisi onun manevi ilmini taşıyanlardır. Peygamber fakrı seçmişti, biz de fakrı seçtik, Peygamber kimseden korkmazdı, Peygamber’in tıynetinde kandırma yoktu, insanların üzüldüğü şeye üzülmezdi, sevindiği şeye sevinmezdi, hizmet ederdi ve hizmetiyle de hiçbir zaman kendini üstün görmezdi, mütevazıydı, alçakgönüllüydü…” diyerek Peygamber Efendimizin asıl varislerinin marifet ehli olanlar olduğunu ifade etmiştir. Âlimlerle sufilere dair söylediği şu söz hem ilim ehlinde hem de tasavvuf ehlinde bulunması gereken hasletlerin neler olduğunu işaret ediyor bize: “Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: dünya hırsına sahip âlim ve ilimden yoksun sufi.

Dervişi şu şekilde tanımlıyor Hazret: “Üç nehirden beslenen bir denizdir: cömertlik, şefkat ve insanlardan müstağni olmak.” Bu sözüyle hem kendi yaşayışını özetliyor hem de bizlere asırları aşan bir mesaj gönderiyor. Bugün, toplumumuzun kaybettiği haslet tam olarak bu derviş tanımıdır. Anadolu’yu İslam irfanıyla mayalayan bu gönül erlerine gönül gözümüzü ve gönül kulağımızı yeniden açmamız gerek. Harakâni Hazretleri bir başka sözünde şöyle buyuruyor: "Türkistan'dan Şam'da kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa o kalp benim kalbimdir." Maneviyatından beslenen pek çok gönül erinden biri de Yusuf Hemedani'dir. Yusuf Hemedani, Hoca Ahmed Yesevi'nin üstadıdır. Yesevi'nin gönül sofrasından gıdalanan erenler de Anadolu'nun ıslahında önemli rol oynamışlardır. Anadolu'da gelişen tasavvuf anlayışının "Hak rızası için halkın gönlünü almak, halkın derdiyle dertlenmek" düsturu Harakâni'nin öğretilerinde de kendini göstermiştir. Bu da bize fethin manevi boyutunu ziyadesiyle izah ediyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

4 Ekim 2018 Perşembe

İrfan yollarının birleştiği bir gönül eri: Harakânî

"Ârifin her bir kelâmı bir mücevher kânıdır
Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan leziz."

- Sâlih Baba, Divan

Anadolu'nun tasavvuf bahçelerinde öyle ulular yetişmiştir ki biz bazen onlardan ziyade talebelerini daha çok tanırız. Onlara ulaşana kadar talebelerinin yapıp ettikleriyle ilgileniriz. Bu elbette, biraz da popüler kültürün eseri. Ancak tasavvuf okumalarını araştırmaya dönüştüren, bunları yaparken de ciddiyetini koruyan herkes bahse konu ettiğim bahçelerin manevi mimarlarına ulaşabilirler. Yol muhakkak bir uluya uzanır. Er ya da geç bu olur ancak zamanın erliği ve geçliği bize göredir. Olan biten her şey, zaten belirlenmiş olan bir zamanda olur. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.

Ebu'l-Hasan el-Harakânî, Bistâm'ın kuzeyindeki Harakân köyünde dünyayı teşrif etmiş bir ulu zât. Öyle bir ulu ki Bâyezîd-i Bistamî henüz hayattayken, kendisinden yüz sene sonra Harakân'dan büyük bir Hakk dostunun çıkacağını söylemiş. Bu menkıbeye Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin naklinden ulaşıyoruz. Öte yandan Hz. Pir Mevlânâ'nın "Biz ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî'den aldığımızdır" mealinde de bir sözü vardır.

Süleyman Uludağ hocanın İslam Ansiklopedisi'nde yer alan Harakânî sayfalarında gezindiğimizde, hazretin tam adının Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed (Ca‘fer) el-Harakānî olduğunu öğreniyoruz. Çiftçi bir ailedenmiş ve ümmîymiş. Bâyezîd-i Bistamî'nin türbesini ziyaret ettikten sonra onun ruhaniyetiyle terbiye edildiği belirtiliyor. Burada meraklılar üveysilik maddesine de muhakkak bakmalı ki bu terbiye meselesi anlam bulsun. Herevî'ye göre de Harakâni Hazretleri Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ın mürididir fakat Herevî onun mertebesini şeyhinin mertebesinden daha yukarıda olarak zikreder.

Horasan'lı büyük mutasavvıflardan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr da sık sık Harakânî Hazretlerinin bahçesinden istifade edenlerden. Hücvîrî'nin aktardığına göre Ebû Saîd, Harakānî’yi ziyarete gittiğinde meclisinde susmayı tercih edermiş. "Neden konuşmuyorsun?" diye sorulduğunda da "Bir hususta iki tercümana gerek yoktur" diye cevap verirmiş. Aralarında ciddi meşrep farklılıkları olan bu iki büyük zâtın aynı mecliste bir araya gelmesi de önem arz eder. Zira Harakâni Hazretleri raksa, semaya, tasavvufun hırka ve seccade gibi şeklî taraflarına uzak bir meşrepteyken Ebû Saîd kendi tekkesinde bunlara değer verirmiş. Ferîdüddin Attâr da Harakânî üzerine önemli bilgiler verenlerden. Tezkiretü’l-evliyâ adlı eserinde Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin, “Harakān’a gittiğimde Ebü’l-Hasan’ın heybeti ve haşmeti bana o kadar tesir etti ki dilim tutuldu" dediğini nakleder.

Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, ülkemizde tasavvuf araştırmaları dendiğinde ilk akla gelen kalemlerden Sadık Yalsızuçanlar'ın sorularına, ömrünü Harakânî Hazretleri'ne adamış ve Harakânî Vakfı başkanlığıyla birlikte Harakânî Kültür Merkezi faaliyetlerini yürüten bir gönül eri olan Yavuz Selim Uzgur'un verdiği cevaplardan oluşuyor. Bu tip kitapların en güzel yanı, büyüklerin hayatlarını en doğru ağızdan ve kaynakların ışığında öğrenebilmek oluyor. Çünkü bizler klasiklere ulaşıp onları okuma ve büyüklerin yamacına varıp, diz kırıp öğrenme iştiyakı besleme noktasında maalesef ki zayıf bir nesil olduk. Hiç değilse bu tip soru-cevap kitapları okuyarak aşka tutulmak mümkün. Hazretin dediği gibi: "Bu aşkı tatmak için okyanusta balık ol..."

Kitap boyunca şaşkınlık okuyucunun yakasını bırakmıyor. Çünkü karşımızda Hz. Peygamber'den itibaren gelen irfani kolların kendisinde birleştiği bir zat var. Bu zatın yanında veya uzağında yetişmiş, ondan feyz alıp beslenmiş diğer zatları duyunca insan daha da şaşırıyor. "Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve sakın inancını sormayın" diyen bu ulus zat, aynı zamanda Gazneli Mahmud'u Hindistan'a, Çağrı Bey'i de Anadolu'ya doğru hareketlendirmiş, onlara dualarıyla ve manevi işaretleriyle güç-kuvvet olmuş.

Gazneli Mahmud bir vakit Harakânî Hazretleri'ni ziyaret etmek istiyor. Yola çıkmadan evvel haber gönderiyor, "sultan geliyor" manasında. Uzun bir yolculuk sonrasında tekkeye varıyor fakat kimse onu karşılamıyor. Sultan duruma bozuluyor ama pek bilmiyor ki kalplerin sultanlarının her hareketlerinde bir 'cevap' var. Gazneli Mahmud sultanlık elbisesini çıkarıp yanındaki görevlilerden Ayaz'a giydirip arkaya geçiyor. Bu sırada yanlarına gelen Harakânî Hazretleri elini uzatarak "Arkada durma, seni Allah sultan yaptı, millete hizmet edeceksin, sen öne gel" deyince sultan mahcup oluyor, aşkı meşk eden sohbet de başlıyor. Gazneli Mahmud'a öğütlerini verdikten sonra Harakânî Hazretleri'nin önüne sultan tarafından bir kese altın konuyor. Hazret "Bu nedir?" diye soruyor, sultan "Bunu tekkenize ve dervişlerinize harcarsınız" cevabını veriyor. Hazret hemen bir dervişinden kuru arpa ekmeği getirmesini istiyor. Sultana ikram edip "ye" diyor. Sultan iki lokma alıyor ama kuru ekmek tabii gitmiyor boğazdan. "Bu senin boğazında kaldı herhalde" diyor hazret. Sultan ancak "evet efendim" diyebiliyor. Derken hazret söyleyeceğini söylüyor: "E, oğlum, bu altınlar da yarın benim boğazımda kalır. al bunları ve buradan kaldır"... Yavuz Selim Uzgur şöyle neticelendiriyor meseleyi: "Hiçbir kimseden, hiçbir kraldan, hiçbir vezirden, devlet adamından hediye kabul etmemiş. Nakşibendî Efendimiz de öyledir malum."

Soruları soran bir tasavvuf âşığı, cevapları veren bir büyük gönül eri olunca kitap sadece Harakânî etrafında da dönmüyor elbette. Tıpkı bir zikir halkası gibi açıldıkça açılıyor, gelişip serpiliyor. Dolayısıyla birçok büyükten önemli nakiller, menkıbeler ve sözler peşi sıra söyleniyor. Bendenizi tasavvuf okumalarımda naçizane en çok etkileyen konu, büyüklerin taliplerine 'nasiplerince' söylemeleri. Yalsızuçanlar bu konuda güzel bir örnek veriyor: "Bursa'da Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri'nin sırrı açığa çıkınca Molla Güranî Hazretleri de -kadıymış orada- birden bir aşka düşüyor. "Efendim, ben de dervişiniz olmak isterim" diye niyaz ediyor. Hazret, "Tabii olur, evladım" diyor. "Ne yapmam lazım?" diyor, "Ne emredersiniz?". "Şu, eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel" diyor. Güranî "Bunu yapamam sultanım" deyince, Somuncu Baba, "Peki evladım," yapacağın kadarını veririz sana da" diyor."

Yavuz Selim Uzgur burada Yunus Emre'mizin İşitin Ey Yarenler şiirindeki "Ere aşk gerek önden andan dervîşe benzer" dizesini hatırlatıp şöyle açıyor meseleyi: "Aşk olmadan meşk olmaz. Bir üstada insanı vasıl edecek olan aşktır. Sonra nasibi erer, hakikat ilmini tahsil için mürşidin huzuruna varır. Bakınız Kuşeyrî gibi bir zat... Âlim, arif, nazari tasavvufun erken dönemde önemli isimlerinden. Hazret'in huzuruna varınca bütün bildiklerini unutuyor. Aşk, bu manada yıkıcıdır, yakıcıdır. Yıkar ve yeniden yapar. Önceden yıkılmak lazım. Satırdan, kitaplardan biraz bilgi alıyor insanlar "oldum" sanıyorlar kendilerini. Guenon, "Kitap okunarak arif olunmaz" diyor. Harakânî Efendimiz de, "O'na varlığını takdim ettiğin zaman, O sana hayat bahşeder" der. İnsan benlik davasıyla insan olmaz. Önce benliği aşkla yakmak gerekir. Bu süreç tabii çok sancılıdır. Harakânî Hazretleri, "Okyanusun dibinde tutuşmuş birisi, nasıl sükûnet içinde olabilir ki?" diyor. Ne güzel bir benzetme! Okyanusun dibindesin ve yanıyorsun. Hakk'ı arayan insanın, O'na vasıl olmak, ölmeden evvel ölmek, benliğinde Hakk'ı görmek, bulmak dileyen kişinin hâli böyledir."

Güncele ve magazine dalmadan, o dille konuşmadan, günümüzün tasavvuf etkinliklerine hangi nazarla bakmamız gerektiğine dair bazı örnekler de var kitapta. Özellikle efendilerin daima kendi kıyılarında, dervişleriyle bir arada vakit geçirmeleri ve devlet yöneticilerine olan mesafeleri konusunda... Nakşibendi yolunun büyüklerini bu konuda epey belirgin biçimde tanıyabiliyoruz kaynaklardan; tavırlarını, duruşlarını, usulden taviz vermemelerini... Bir de sema var. Günümüzde birçok turistik kafede, belirli günlerde görülebilecek, bir miktar para verdikten sonra izlenebilecek bir hâl almış durumda. İşte semanın hikmetine dair Yavuz Selim Uzgur'dan çok kıymetli bir bilgi: "Bayezid-i Bistamî Hazretleri devamlı bir yerde duruyor. Ebu Said-i Ebu'l-Hayr ise geziyor. Yıllarca şeyhlik yapmış, sonra gelip Harakânî'den irşad olmuş. Yani orada tamamlamış. İki yüz kişiyle, yüz elli kişiyle geziyor, köylerde, gittiği yerde halkalar kuruyor. Mevlevîlerin semaı ondan gelmiştir. Yani semayı ilk Hz. Mevlânâ icad etmemiştir, ilk sufilerde de sema vardır. Hatta Harakânî Efendimizin huzurunda da bir sefer sema yapmışlar. Harakânî Hazretleri devamlı cehri zikir yapmazmış, ama cehri zikri dinlermiş, elinin birini yastığa dayar, o şekilde dinlermiş. Çok ısrar etmiş "Sen de sema yap" diye, Hazret kalkmış yedi defa dönmüş, cübbesini nasıl sallamışsa... Ayağını bir sefer yere vurmuş, kırk gün o yörenin çocukları anne sütü emememişler. Diyor ki, "Sema o kimsenin hakkıdır ki, elini kaldırdığı zaman yedi göğü irşad eder ve görür, ayağını vurduğu zaman da yedi zemini görür ve irşad eder, bu kimse ancak sema yapabilir, gerisi bir hevestir."

Harakânî Hazretleri'nin kabri Kars'ta bulunuyor. Çevresindeki yapılarla beraber kabri geçmiş savaşlarda epey zarar görmüş. Bu arada kabrin keşfi de bir büyük öyküdür, kitapta öğrenebileceksiniz. Kabri ve çevresindeki külliyeye en önemli bakım ve onarımı, hazretin aşkına tutulmuş III. Murad yaptırıyor, onu da okuyacaksınız. Nakkaş Seyyid Lokman'ın Şehinşâhnâme'sinde III. Murad'ın talimatıyla Lala Mustafa Paşa'nın Kars Kalesi ve Harakânî Külliyesi'ni imar ve tamir ettirdiğini gösteren bir minyatür yer alıyor.

Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, aşkı nice gönülleri tutuşturmuş büyük bir zata doğru yakınlaşmak, onu daha fazla tanımak için güzel bir imkân. Okuyanına ve sevenine ne mutlu derken, kitapta yer alan hazrete ait sözlerden bazılarını aktararak bitireyim.

"Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir."

"Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz."

"Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her zaman benimle olansın."

"Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur."

"Yaratan'ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez."

"Âşıkların kalp sızısı bu dünyanın da diğer dünyanın da ötesindedir çünkü onlar sevgiliyi layık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar."

"Kişinin aklı için en manalı uğraş, Dost'u zikretmektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf