Yaşar Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşar Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2021 Salı

Anadolu topraklarını mayalamış efsaneler

"Güzel ne güzel olmuşsun,
Görülmeyi görülmeyi
Siyah zülfün halkalanmış
Örülmeyi örülmeyi
Benim yârim bana küsmüş
Gayrı sözü benden kesmiş
Zülüflerin göze dökmüş
Sevilmeyi sevilmeyi."

Bu sözleri ilk kez Kuan'dan daha sonra Fikret Kızılok'tan dinlemiştim. Kelimelerin duruluğuna rağmen taşıdıkları anlam yoğunluğu beni çok etkilemişti. Bu güzel sözlerin ardındaki kalemi araştırmaya başladığımda karşıma Karacaoğlan çıkmıştı. Daha sonra aynı hadiseyi Gurbette Ömrüm Geçecek, Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm, Gamlanma Gönül gibi parçaları dinlediğimde de yaşayınca bir an evvel Karacaoğlan'ın izini sürmem gerektiğine karar verdim. Onunla ilgili kitapları araştırdım ve en güzel seçimin Yaşar Kemal'in Üç Anadolu Efsanesi adlı kitabı olduğuna kanaat getirip siparişimi verdim. Kitabı elime aldıktan sonra birkaç her fırsat bulduğumda elimden düşürmeden okudum ve bittiğinde yüzümde tatmin olmaktan gelen bir tebessüm, damağımda tadına doyulmamış bir lezzet vardı.

Yaşar Kemal, edebiyat dünyasına şiirle hatta ilkokulda Aşık Mecit ile atışmalarıyla adım atar. Annesi, biricik oğlunun âşık olup yollara düşeceğinden, elinde sazıyla diyar diyar gezeceğinden ve onun bir kuş gibi avcundan kaçıp gitmesinden korktuğu için hep engellemeye çalışır. Yaşar Kemal, sazına düşman kesilen annesini yine sazıyla ikna eder.

17-18 yaşlarında Çukurova'dan, Toroslardan derlediği ağıtlarla ilk kitabı olan Ağıtlar'ı çıkarır. Bu topraklara olan sevdası bu çalışmayla dinmez aksine daha da gürler, çağıldar. Üç Anadolu Efsanesi de bunun en güzel örneklerden biri.

Köroğlu, Karacaoğlan ve Alageyik efsanelerini bir masal gibi merakla, soluksuzca; bir ağıt gibi gözü yaşlı okuyorsunuz. Efsane oluşuyla gerçeküstülüğe meyletse de hayatın tam kalbinden gelen kahramanlar bunlar. Satırlar arasında gezinirken kâh ayağınıza devedikeni batıyor, kâh tırmandığınız yamaçların keskin köşeleri elinizi kesiyor ama dağ kekiğinin, yavşanın kokusu burnunuzdan gitmiyor.

Yaşar Kemal için Çukurova'nın her bir karışını avucunun içi gibi bilir; dağlarında, ovalarında gezen her böceği, yetişen her bitkiyi, uçan her kuşu tanır denir. Bunun bir mübalağa olmadığını her sayfa yeniden onaylıyorsunuz. Karacaoğlan'ın derleme bir şiir kitabını alıp okumaktan farkı size bu büyük halk ozanının başından neler geçmiş, hangi sözler hangi olaylar üzerine dilinden dökülüp sazının tınısıyla dağlamış yürekleri, bunu hissediyorsunuz.

Hayatı boyunca zalimin ve zulmün karşısında olan Yaşar Kemal'in bu refleksini kitabındaki kahramanların başından geçen olayları anlatırken kullandığı dilde de görüyorsunuz. Belki de hamuru böylesi kahramanlarla yoğrulduğu için karakteri böyle şekillendi, kim bilir.

Anadolu'daki köylerde duvarların soğuğunu kırmak ve içerideki ısıyı korumak için duvar halıları kullanılır. Bazı köylerde bunu hâlâ görmek mümkün. Bu halıların pek çoğu geyik figürleriyle bezelidir. Ayrıca Ceylan, Karaca, Ceren isimleri de azımsanmayacak kadar yaygındır. Alageyik destanını okurken insanımızın bu hayvanlarla olan ilişkisini görüyor ve artık neden bu kadar geyik göremediğimizin de ipuçlarını alıyoruz.

Aynı şekilde Köroğlu destanında ise atların Türklerin hayatındaki anlamını ve değerini görüyor ve bu uğurda nelerden vazgeçebileceğini, uğruna ne savaşlar verebileceğini okuyoruz. Bolu Beyi’nin tavlasına bakan Seyis Koca Yusuf büyük bir haksızlığa uğrar ve sazıyla sözüyle savaş ilan eder. Bu savaşta onun eli, kolu, ayağı ise biricik oğlu Ruşen Ali olur. Her türlü zulmün karşısında dimdik durmayı; gücünü, yiğitliğini aşk uğruna kullanmayı ve yerine geldiğinde aşk uğruna da fedakârlık etmeyi bize öğretiyor bu üç halk öyküsü.

Âşıklarla, türkülerle bezeli bu kitaba vedayı da yine Karacaoğlan ile yapalım.

"Yürü bre yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün."

Mustafa Karaevli
twitter.com/karaevlimustafa

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Anadolu’nun ıssızlığı ve iki roman

Hasan Ali Toptaş ile ilk tanışmam Gölgesizler romanıyla oldu. Yalnız bu tanışma iyi mi oldu kötü mü oldu tam emin değilim. Çünkü Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanını okurken kitaptan başımı kaldırdığım zaman “acaba gerçek dünyaya mı döndüm?” dercesine Inception filminde yer alan totemlerden birine ihtiyaç duymadım değil.

Hepimizin bazen “ben bunu daha önce yaşamıştım”, dediği anlar veya “ben sizi bir yerden tanıyorum”, dediği kişiler olmuştur. Hasan Ali Toptaş’ın zamanı ve karakterleri de bu anlardan veya bu kişilerden meydana geliyor. Tek farklı yönü ise karakterlerin bu “dejavu” durumundan haberlerinin olmaması. Eserde kahramanların bir varoluş sancısı çektiğini her bölümde, sayfada, kelimede hissediyoruz. O antik çağlardan beri gelen “acaba bu dünya başka bir dünyanın yansıması mı?” sorusuna da cevap bulmaya çalışıyoruz. Hatta bu öyle bir duruma dönüyor ki kitabı okurken eser içinde canlı, cansız her şeyin varlığını sorgulamaya başlıyoruz.

Aynı zamanda kitabı okurken aklıma hemen Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş adlı romanı geldi. Tek Kanatlı Bir Kuş adlı roman oldukça canlı anlatımlar aktarır okuyucuya. İki romanda da yer alan o fantastik, o masalsı anlatım okuyucuyu içine çekmektedir. Tek Kanatlı Bir Kuş romanında halkının neden terk ettiği bilinmeyen bir kasaba vardır. Buraya yeni atanan bir posta müdürü, karısı ve yurtdışına göç edip tekrar izine gelen karakterler yer alır eserde. Onlar kasabaya uzak bir noktaya kadar gidebilmiş yalnız oradan ötesine geçememişlerdir. Çünkü hiçbir otobüs şoförü kasabanın içine girmeyi bırakın yakınından dahi geçmeyi kabul etmezler. Gölgesizler’i okurken aklıma bu kitabın gelmesi de şöyle oldu: Acaba, dedim posta müdürünün giremediği kasaba, Gölgesizler’de bulunan köy müdür? Yalnızca Gölgesizler adlı romandaki kahramanlar mı çıkıp girebilmektedir köye?

Gölgesizler adlı romanda çocukların bir an başlarını kaldırıp çınarın üstünde, ardında uzun bir duman bırakarak giden uçak; köye girmek için bekleyen posta müdürü ve yanında bulunanların gördüğü uçakla aynı mıdır? Bu uçak her iki kitapta da bir özgürlük, kaçış timsali olarak mı yer almaktadır? Tek Kanatlı Bir Kuş romanında kasabanın üstüne yıkılıp gelen dağ, dağlarda dolaşıp çaresizce tekrar köye “bir dağ gibi yıkılıp gelen” bekçi midir? Tek Kanatlı Bir Kuş’ta o bekçiden mi korkarlar bir dağa benzeterek? Bir felaket habercisidir heybetiyle bu dağlar. Gölgesizler adlı romanda varlık sancısıyla boğuşan köylüler sanki birdenbire boşaltmıştır köyü de sonra kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği bir kasabaya dönmüştür orası. Posta müdürü ve yanındakiler bu yüzden girememektedirler oraya. Köy bir kasabaya dönüşmüştür zaman içinde ve kasaba da durdukça korku üretmektedir. Bu korku köyün meydanında başlamıştır ilk olarak büsbütün. Zaten köyün temaşa alanı, kalbi de orasıdır. O köylülerin nedenini, nereden geldiğini anlayamadıkları pis kokuyla anlamışlardır artık orada yaşanılmayacağını da terk edip gitmişlerdir köyü. Köy bu ağırlığı atınca üstünden büyümeye başlamıştır ve bir kasaba olmuştur. Korku da bir set gibi çekilmiştir köy meydanından çıkıp, yayılarak kasabanın sınırlarına. Dikenli teller nasıl çekilirse sınıra, korku da öyle korumaktadır kasabayı dışarıdan.

İki romanın da kesiştikleri nokta bu korku gibi görülür. Yaşar Kemal de Hasan Ali Toptaş da Anadolu’nun o ıssızlığını göstermişlerdir kitaplarında. Hatta bu duruma sadece edebiyat alanından bakmayalım, Nuri Bilge Ceylan da aynı şekilde işlemektedir filmlerinde bir bakıma Anadolu’yu. Anadolu’dur, beşiktir birçok medeniyete, efsaneye, hikâyeye. Anadolu’dan böyle iki fantastik romanın çıkması da tesadüf değildir bu yüzden.

Tugay Özdemir
twitter.com/TugayOzdmr

26 Nisan 2018 Perşembe

Filler, karıncalar ve uyanışlar

Eğer insan soyunun bu en zaliminin simgesini, benzerini hayvanlar arasında arayacak olsaydım, belki timsahları bulurdum, boa yılanlarını bulurdum. Yok yok, sanmıyorum ki yeryüzünde bu zalimleri simgeleyecek korkunçlukta bir hayvan türü bulabilelim…” diye kitabının arkasına not düşer Yaşar Kemal. O da çok iyi bilir ki insanın insana ettiği zulmü simgeleyecek başka bir tür yoktur.

Bir halk masalından yola çıkılarak sömüren ve sömürülenin kaleme alındığı, şiirsel ve eleştirel bir dille yazılmış alegorik bir roman Filler Sultanı İle Kırımızı Sakallı Topal Karınca.

Bazı yerlerde çocuk kitabı olarak adlandırılmış olsa da aslında kitap dünyadaki sömürü düzenini anlamak mahiyetinde yetişkinlere birçok mesaj vermekte. Kitap filler sultanının karıncalar ülkesine saldırmasıyla başlıyor. Filler, karıncalar ülkesinde güç iktidarlığı kuruyor. Karıncalar ülkesini ve birçok karıncayı yok ederek sömürünün ilk adımını atmış oluyor. Sonrasında ise bu sömürünün ilmek ilmek işlendiğine ve çok düzenli gittiğine şahitlik ediyoruz.

İlk olarak sömürü kelimesini tamamiyle yasaklıyor. “Sömürü sözcüğünü her kim ağzına alırsa, hemen, derhal öldürülecektir. Yanlışlıkla bile ağzına alsa bir karınca sömürü sözcüğünü derhal öldürülecektir.”. Sömürü sözcüğü tamamen dilden çıkarılıp özgürlük sloganları atılarak özgürlük bahşedildiğine dair söylemlerde bulunuluyor. Kitapta işlenmek istenen bütün sömürü motiflerinin sloganik bir şekilde verildiğini görüyoruz. Geçmişi ve günümüzü göz önünde bulundurursak insanlıktan hep ne alınmak isteniyorsa o vaat edilir. Sömürücülerin en iyi yaptığı şey slogan atıp insanlardan almak istediğini aslında ona satmaya çalıştığıdır. Kitapta sözde özgürlüğün karıncalara satıldığı gibi.

Her karınca bir fildir” sloganı ile karıncalar benliklerinden uzaklaştırılıyor. Ayrıca bu fil olma mevzu ve sömürülme bir süre sonra sadece karıncalara değil bütün hayvanlara işleniyor. Bütün hayvanların fil soyundan geldiğine dair söylevler veriliyor. Özgürlük elden gittikten sonra bir toplumun mihenk taşı olan dil de hem karıncaların hem de diğer hayvanların elinden alınıyor. Her hayvan filce konuşmaya zorlanıyor. Dil, bir toplumu ayakta tutar, toplum arasındaki birlik beraberliği sağlar. Bir toplumu tarihinden, kültüründen, özünden, benliğinden ayırmak isteyen bütün sömürücülerin değiştirmek için ilk başvurduğu konu dildir. Çünkü dilinden ayrılmış olan birey kendi benliğinden ayrılmış olur. Ulus olmanın gerektirdiği ilk koşul ortak bir dildir. Dil yoksa ulusun parçalanması daha kolay bir hal alır. Dil yoksa düşünme yoktur. Düşünme yoksa özgün üretmek yoktur.

Bir de karıncaları durmadan oyalayacak, düşünmeyi onların elinden alacak birtakım oyuncaklar icat etseler. Karıncaları köleliğe koşullayacak… Filler akıllıdır, dünyanın en akıllı yaratıkları fillerdir. Hiçbir karıncaya göz açtırmayacak, bir tek sözcük düşündürmeyecek onlara oyuncaklar bulmalıyız. Karıncalar eğer düşünecek olurlarsa erinde gecinde bu özgürlük düzeninden kurtulmanın bir yolunu bulurlar. Düşünce için bu dünyada her şey sonsuzdur. Karınca da olsa düşünce bir gün bir yolunu bulup fili yener. Onun için bizler karıncaların en küçük bir düşüncesine izin vermeyeceğiz.

Kitabın bütünü boyunca filler sultanının, karıncalar ülkesine ilk saldırdığı zaman elinden kaçıp kurtulan kırmızı sakallı topal karıncanın bir gün gelip onu yeneceği ve tüm karıncaların özgürlüklerini ilan edeceği korkusuyla yaşadığını görüyoruz. Kırmızı sakallı topal karınca kitapta düşünmenin, sorgulamanın, başkaldırmanın motifidir. Karıncalar sarı, kırmızı, siyah, mavi gibi farklı renkte oldukları için bunlar arasında parçalanmaya yönelik politikalar izlenerek karıncalar birbirlerine düşman edilir. Tıpkı insan soyunu boy, ırk, mezhep vb. farkı üzerinden parçalamaya çalışan güçler gibi.

Filler Sultanı karıncalardan sırça bir saray, hazineler, mavi elmastan bir taht ister. Gittikçe bu isteklerini çoğaltır ve hep daha fazlasını ister asla doyuma ulaşmaz. En son karıncalardan yaşam suyunu bulup getirmelerini ister. Karıncalar tüm bu istekleri yerine getirmeye çalışırken kendileri için kışlık yiyecek biriktirmeyi unuturlar. Filler Sultanının istediği olmuştur artık karıncalar kendilerini düşünmezler ve hep ona bağımlı yaşamak zorundadırlar. Onları kendilerine daha da yabancılaştırmak için fil olma okulları açar.

…her tepeye, her yere, her karınca kentine yüzlerce borazan koyacağız. O borazanlar her an, hiç ara vermeden fillerin yüceliğini, bu düzenin değişmeyeceğini, bu düzen değişirse dünyanın toptan yıkılacağını, şu yeryüzünde, şu evrende hiçbir canlı kalmayacağını, karıncaların aslında fil olduklarını, ama karınca kadar fil olduklarını durmadan, bıkmadan usanmadan yenileyecekler.

Filler Sultanı, karıncalar üzerindeki baskısından ve onları asimile etmeye çalışmaktan asla vazgeçmez. Oysa uzak dağların arasında Kırmızı Sakallı Topal Karınca ve onun gibi olan kırmızı sakallı karıncalar hem çalışıp hem kitaplar okuyup hem de bu fil zulmünden nasıl kurtulacaklarını düşünürler. Kurtarıcı; düşünen, sorgulayan, araştıran, kitap okuyanlar arasından çıkacaktır.

… Artık öyle eskisi gibi uydurma, öykünme değil, her karınca şimdi kendini küçücük bir fil sayıyor, fil olmanın gururuyla mest, ama karınca kadar fil, filliği, fil olmanın onurunu yüreğinin en derinliğinde duyarak sultanları için, ulu erişilmez yaratıklar olan filler, gökte bile uçan hüdhüdler için karınca gibi fil olaraktan durmadan çalışıyorlardı. Artık onlar ne karıncaydılar ne fildiler, kendilerini filistana adamış birer makinaydılar.

Karıncalar kendilerini öyle çok fil olduklarına inandırdılar ki onlar gibi ormana doluşup kıç kaşımaya başlarlar. Bu karıncalar için bir tür sarhoş olma durumu halini alır. Hiçbir şey düşünmezler ve Filler Sultanını dahi dinlemezler. Bir gün dağlardan, denizlerden, topraktan, ormandan bir türkü yayılır. Türkü günlerce sürer. Ve bu türkü tüm karıncalara karınca olduğunu hatırlatır, bütün karıncalar fil gibi davranmaktan vazgeçer. Türkü sadece karıncalar tarafından duyulur fakat hain olan karıncalar duyamaz. Türkü burada bir uyanışın ve aydınlanışın imgesidir. Artık karıncalar bu tutsaklığa bir son vermek isterler. Kırmızı Sakallı Topal Karıncanın önderliğinde yeryüzünün bütün karıncaları birleşip Filler Sultanının ülkesinin altını oyup bu tutsaklığa son verirler.

Kıssadan hisse, yeryüzünün bütün karıncaları birleşince…

Zeliha Tanbağa
twitter.com/ZelissTan