Viktor E. Frankl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Viktor E. Frankl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mart 2020 Perşembe

Ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir

"Yaşamak acı çekmek midir ve yaşamı devam ettirmek çekilen bu acıda anlam bulmak mıdır sahi?"

Yirminci yüzyılın önde gelen ve varoluşçu terapinin temsilcilerinden olan, Avusturyalı psikiyatrist Viktor E. Frankl yazdığı bu başucu kitabıyla, hayatın anlamını gerçek anlamda sorgulama deneyimi sunuyor okurlarına.

İnsanın Anlam Arayışı'ndaki olaylar dramatik fakat Frankl’ın bu olaylara bakış açısı oldukça felsefi bir derinliğe sahip. Victor Frankl, ikinci dünya savaşı sırasında 4 milyondan fazla tutsağın imha edildiği Auschwitz Nazi toplama kamplarında yaşadığı mücadeleyi, tanık olduklarını, bu esnada hayatta kalabilmek için geliştirdiği Logo terapiyi ve insanın hayattaki acılara karşı nasıl iyimser olabileceğine dair düşüncelerini çarpıcı bir dille anlatıyor eserinde.

Kitabın ilk bölümünde yazar, Nazi toplama kamplarında yaşadığı olayları ve bu olaylarla başa çıkma mücadelesini sunuyor bize. Bir psikiyatrist olan Victor Frankl, toplama kampına gelişiyle birlikte ailesiyle olan bütün bağlarından uzakta, kendisi gibi kurban olarak seçilmiş bir ırka mensup insanların arasındadır.

Gaz odaları ve krematoryumlarda -ölü yakma odaları- cansız bedenlerini kül olmaya bırakanlar; sevdiklerinin, ailelerinin günden güne açlıktan, soğuktan, hastalıktan kıvrandığını, eriyip yok olduğunu görenler, tarihte yaşanmış en büyük acılara tanık olanlardır muhakkak. Frankl’ın yaşadıklarını dile dökmesi ne kadar zorsa, bizim onun yaşadıklarını anlamaya çalışmamız da bir o kadar zor. Zira senelerce süren bir katliama sabretmek, başa gelen bu acı olayların en çok da o manevi ızdırabını hissetmek, yaralı bir insanı onunla aynı yerden yara almadan anlamak hiç de kolay olmasa gerek.

İnsanın insana karşı her türlü zulmüne karşı ‘insan’ hayatta kalabilir mi? Bu sorunun cevabı ilerleyen sayfalarda veriliyor. “Yaşamak için bir ‘nedeni’ olan kişi, hemen her ‘nasıl’a’ dayanabilir”.  Nietzsche’nin bu sözü Frankl’in düşüncelerinin dayanak noktası olmuşa benziyor, çünkü toplama kampında yaşamı devam ettirebilmek ancak yaşamak için herhangi bir nedeni olanlar için mümkün oluyor. Yaşama yüklediği anlam, hayattan beklentiler veya hayatın bizden bekledikleri çok büyük acılarla dahi baş edebilmek için insana her zaman güç ve umut vermiştir. Umudunu ve gücünü yitirenler yaşam anlamını bulamamış olanlardır. Bugünün dünyasında pek çok insan da büyük bir boşluk ve anlamsızlık hissinden yakınıyor ve bu sebepten antidepresanlara sığınıyor değil mi? Psikolojide yaşama anlam verme ihtiyacının farkında olmama haline ‘Varoluşsal boşluk‘ deniliyor. Varoluşsal boşluk kendini ‘sıkılmışlık hissi’ ile dışa vuruyor. İnsanlar ev-iş arasındaki rutin hayattan sıkılıyor. Gerçekte bu sıkıntının yaşamın anlamını bulamamaktan kaynaklandığını ise pek azımız fark ediyor ve mutlu olmak için daha da anlamsız hayatlara sürükleniyoruz. Oysa mutluluk aranmaz anlam aranır, mutluluk ise bulunan bu anlamla beraber açığa çıkar. İnsan yaşadığı acılarda anlam, bu anlamda da mutluluk bulmayı öğrenirse bu başarı aynı zamanda insana acıyla başa çıkacak bir yeti de kazandırır. Herhangi bir dünyevi hazdan doğan hiçbir mutluluk, anlamın huzurunu sunamaz insana. "Hazlar gebe bırakır, acılar doğurtur" der William Blake, sadece hazlarla dolu fakat acının doğurduğu anlamdan yoksun hayatlar, yaşam boyu süren bir gebelik bulantısı verir. Wilhelm Schmid bir beyanda buluyor: “Mutluluk önemlidir ama anlam daha önemlidir. Hayatta tek meselenin mutluluk olduğu, modern hayattaki anlam kaybını mutlulukla ikame etmek isteyenlerin bir masalıdır; ama sırtına kesinlikle taşıyamayacağı bir yük yüklemiş olurlar böylece. Mutluluk hayatın güzel bir ilavesidir, mutluluktan nasibine bir şeyler düşen herkes buna minnettar olabilir ama insanlar ancak kısmen pay alabilirler ondan”. Bu durum, Terry Eagleton’da ise şöyle karşılık buluyor: “Kendine ‘Hayatım nasıl gidiyor?’ ya da ‘Hayatım daha iyi olabilir mi?’ gibi sorular sormamış bir kişi bilhassa öz farkındalık bakımından eksiktir”. Anlamın peşine düşmek bir çeşit farkındalığa ya da farkındalığa ulaşma çabasına işaret eder. Farkındalık dünyada olup biten bir yığın kötülüğün farkında olunması ve kişinin kendini tüm bunlardan münezzeh düşünmemesi anlamına da gelir.

Bir insanın, Auschwitz toplama kamplarındaki ağır yaşam koşulları, salgın hastalıklar, gaz odaları, açlık, soğuk, dayanılmaz işkenceler altında hayata devam edebilmesi ancak hayata verdiği anlamla mümkün olabilirdi. Auschwitz toplama kamplarındaki hayat, insanın zorluklara ne derece ve nasıl dayanabildiğinin en büyük örneklerinden biriydi. Bu insanlardan bazıları kendi yaşamlarında bir anlam- amaç bulamadıkları için mücadele etmeden ölmeyi göze almıştılar.

"Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle yaşamı sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline!"

Albert Camus şöyle demişti: "Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır; yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi?' Peki ya anlamsız bir hayatta mutluluk mümkün müdür?". ‘Anlam yoluyla iyileşmek' anlamına gelen 'logoterapi'nin kurucusu Victor E. Frankl'ın da söylediği gibi insan sürekli bir anlam arayışı içindedir. Afrikalılar iki tür açlıktan söz ederlermiş. Biri maddi olan; yiyeceğe, giyeceğe, barınağa olan ihtiyaç. Diğeri ise ‘niçin?’ sorusunun cevabına duyulan açlık: Anlam açlığı. Auschwitz toplama kamplarında yaşananların sebebi neydi? Bugün dünyamızda var olan savaşların, katliamların amacı nedir? Vatanından sürülen ve evladı gözünün önünde öldürülen bir insan kendini nasıl iyileştirir? Yıllarca hapishanede düşman askerlerin tecavüzüne uğrayan bir kadın, bu acıya dayanacak gücü nerden alır? İnsanlar bunca acı ve ızdıraba niçin ve nasıl katlanıyor? Benim acı eşiğim nedir? Sen, en son ne için- ne kadar acı çektin ya da kimin acısını hissettin, hafiflettin? Acı çekmek ancak çektiğimiz acının bir anlamı varsa var oluşumuza bir katkı sağlıyor. Çekilen acı, yaşamda anlam bulmanın en önemli yollarından biri olabiliyor.

Yaşamını devam ettirmek için gelişmiş yaşam koşullarına sahip olmasına rağmen, insan, uğruna yaşanılacak bir şeyin olmayışından yakınıyor. Pek çoğumuzun yaşamak için sayısız aracı var fakat hiçbir amacı yok. Psikoterapi’nin savunduğu “Terapi yoluyla anlam” düşüncesine tamamen ters düşen ‘Logoterapi’, yani ‘anlam yoluyla terapi’ Frankl’ın öncülüğünde kurulmuş bir yaklaşım olarak Freud’un teorisinden ayrılıyor. Freud’un aksine Frankl nevroz türlerini kendi içinde kısımlara ayırıyor ve bu nevrozlardan bazılarını acı çeken kişinin, varoluşunda bir anlam duygusu bulamayışına bağlıyor. Oysa dinsel inancın derinliği ve gücü insana sonsuz bir anlam duygusu verebiliyor. ‘Sevgi’ yaşamak için başka bir neden olabiliyor.

Acı çeken insanın acısına burun kıvırmak asil insanlara yakışmaz. Öyleyse acı çeken insanı anlamla şifalandıralım, zira ancak anlamlı bir hayatta teselli bulunabilir.

Sevil Türkyilmaz
twitter.com/arzhal_

17 Ocak 2020 Cuma

Nazi kamplarında bir Türk: Cengiz Dağcı

Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki, normal bir davranıştır.” diyor Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı’nda.

Kırım Türk’ü Cengiz Dağcı da 1946 mayısında Roma da bir otel odasında uykusuzlukla, titreme nöbetleriyle ve başucundan ayrılmayan esirlerin hayalleriyle mücadele ederken aslında normal bir tepki veriyordu.

"Doktor korkma, hayatı olduğu gibi kabul et, çalış, sevin, korkuların da geçer, diyor. Güzel, doğru sözler ama ben çocuk değilim ki! Başımın içindekilerle yaşayamıyorum."

Bir savaşın getirdiği acıdan nasıl sağ çıkarız? Her şeyimizi kaybettiğimizde bizi ayakta tutan, devam etmemizi sağlayan güç nedir? Bir savaşta, bir esir kampında ya da mülteci kampında her şeyini kaybetmiş bir insana dayanma gücü veren anlam insandan insana değişse de, varlığının önemini yadsınamaz. Bunu en iyi ortaya koyan eserlerden biri de İnsanın Anlam Arayışı’dır. Kitabın yazarı Viktor Frankl esir kampının insanı insanlıktan çıkaran şartları altında kendisini ve yaşamaya devam eden arkadaşlarını gözlemlerken bunu sorgular, insanı her şeye rağmen ayakta tutacak olan nedir? Ona göre yaşamda bir anlam varsa bu zorluk ve acılarda da bir anlam vardır ve bu acı insanın içsel gücünün onun dışsal kaderinin üstüne çıkabileceğini kanıtlamaya yeterlidir.

Viktor Frankl 1946 yılında Auschwitz toplama kampında ailesini, sahip olduklarını kaybettiğinde onunla aynı dönemde Nazi kamplarında esir düşmüş olan bir Türk vardır: Cengiz Dağcı.

Esir kampından sağ çıkmak Frankl’a ve İnsanın Anlam Arayışı’nı yazdırırken, Cengiz Dağcı’ya Korkunç Yıllar’ı yazdırır. Korkunç Yıllar Cengiz Dağcı’nın hatıralarını roman tarzıyla kaleme aldığı eseridir. Bu eser Cengiz Dağcı'yı esir kampından kurtaran anlamı ve inancı anlamamıza yardımcı olacaktır.

Dağcı 1919 yılında Kırım'ın Yalta şehrinde doğar. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk ve Rus emperyalizminin baskıları altında geçer. Babasının desteğiyle Kırım pedagoji enstitüsüne devam ederken ikinci dünya savaşı çıkar ve diğer Kırım Tatarı gençlerle Rusların safında savaşmaya mecbur kalır. Ruslar hesabına savaşmak her zaman kalbinde bir acı olur. Ancak vatanını Almanlardan koruma isteği onun bu çelişkiye dayanmasını sağlar. Savaş onda onulmaz yaralar bırakır. Ancak onu asıl yıkan ve "korkunç" olarak nitelendirdiği yıllar esir kampına düştükten sonra başlar. Kampın zorlu şartlarına, aklın almadığı zorbalıklara ve onlarca insanın ölümüne şahit olur. Esir kampının ilk günlerinde bir Almandan haksız yere yediği dayaktan sonra şöyle yazar: " ...ama o gece kemiklerimin sizisindan çok kalbimin ağrısını duydum". Viktor Frankl da benzer bir anıyı yaşamış ve şöyle aktarmıştır: "İnsanı en çok yaralayan fiziksel acı değil haksızlığın ve mantıksızlığın verdiği acıdır."

Kampta onu ayakta tutan, yaralarını saran her düş vatanına duyduğu sevgiden doğar. Vatanına yani Kırıma duyduğu derin bağlılık ona hayat verir.

Güneş ışığında nazik minarelerimizi, güneşli mekteplerimizi, yemyeşil köylerimizi görüyorum. Bütün bunların yanında benim gözyaşlarım nedir? Varsın kafamı kurşunlar delsin, fena insanlar kanımı akıtsınlar. Benim ıstırabım milletimin bu istikbali yanında nedir?

Tüm zor anlarında gözlerinin önüne gelen, onu teselli eden görüntü kendi köyü, dağlar, yeşillikler ve vatanının güzellikleridir.

"Kompartıman penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allah'ım, Allah'ım diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim. Vatanım, vatanım! Dünyanın hangi köşesinde olursam olayım, ben yaşadıkça sen de bizimle beraber olacaksın.

Frankl’ı da Auschwitz’de en zor anlarında saran şey sevgidir. Zorlu kamp işçiliği sırasında şunları düşünür:

"Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamı kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu.

Dağcı’yı ayakta tutan vatan sevgisinin yanında yazma isteğidir. Hatıralarında bunu şöyle dile getirir. “Ben yalnızca Kırım’ın yazarı değilim ama Kırım’ın faciasını bütün gerçeği ve içtenliğiyle yalnız ben yazabilirdim”.  Milletine ve vatanına karşı duyduğu gönül borcu ve bir görevi olduğu inancı onu ayakta tutar. Kamptan çıkması ve yaşaması gerekiyordur.

Esir kampından kurtulduğundaysa savaşın ve kampın travmasiyla başbaşadır. "Dünyadan bezmiş, insanlardan yılmış bir Cengiz"dir artık.

Savaşın kendisinde bıraktığı o görünmez yara, travma sonrası stres bozukluğunun tüm belirtileri hayatını sarmıştır. Uyuyamaz, kulaklarına hala iniltiler ve kampın gürültüsü dolmaktadır. Hayata yabancılaşmıştır. Kendi hâlini de anlamlandıramaz. “Bu yenilmiş adam artık ne yapabilir?" diye düşünür. Hatıralarından görüyoruz ki yazabilir. Yazmak onun için bir terapi, bir şifa olmuştur.

"Geçen hafta, Hâtıralar'ı yazmamak kararını verdim. Ama hâtıralarsız içimin boşluğundan daha çok ıstırap duyuyorum. Nasıl devam edeyim! Nasıl yazayım! Yazmak istiyorum. Yazmak için yanıyorum. Ama yazar değilim, nasıl yazayım! Bazı yazılarımı kendim bile anlıyamıyorum."

"Ben bugün hayattan kopmuşum. Onların izlerinden, kendimden, insanlardan, dünyadan korkuyorum. Ben yaşamıyorum: yaşamak için savaşıyorum. Önümde yalnız karanlık ve korku var. Ben ilerleyemiyorum. Önümdeki hayatı göremediğimden, daima geriye bakıyorum. Belki bana yardıma gelir. Belki bana kim olduğumu söyler, ileriki hayatın sırlarını açıklar; belki bir gün geçmişim gelir de beni o yılların kanlı faciaları arasında geçirdiği gibi, bugün de zayıf, düşkün vücudumu ve ruhumu, önümdeki kara günlerden atlatarak selamete ulaştırır. Ya gelmezse?"

Yabancılaşmışlığını ve içinde çarpışan yaşama ve ümitsizlik hissini şöyle anlatır:

Niçin sokaklardaki insanların arasına karışıp ben de onlar gibi olamıyorum? Niçin kendimi onlardan başka hisssediyorum? İçimde birbiriyle çarpışan iki kuvvet var. Biri hayat, daha doğrusu beni hayata döndürmek isteyen kuvvet. Bu iki kuvvet, içimde durmadan boğuşuyor. Onların boğuşması, bütün varlığımı, temelinden sarsıyor. Beni yavaş yavaş yıkıyor.Korkuyorum. Ben artık sokaklara çıkıp insanlarla bir arada yaşayamayacağım. Elimden tutup beni dünyaya gezdirecek birini araştırıyorum.Öyle biri var mı acaba? Belki var. Ya yoksa? Kalbim ve düşüncelerimle, gene de yeryüzündeki her şeyi: canlıyı, cansızı yaratmış olan Allah’ıma uzanıyorum. Allah’ım sen beni bırakma!

"Uyuyamıyorum. Niçin uyuyamıyorum. Uyursam, sabah kalktığımda, insanları ve dünyayı, bıraktığım gibi mi bulacağım? Allah’ım, Sen beni koru."

Hatıralarının sonunda iç hesaplaşması, kendisini bir an olsun bırakmayan o korkular artık biraz olsun dinmiş gibidir. Dışarıya çıkar, âmâ bir kadına yardım eder; gün ışığını ilk defa görmüş gibidir. İçini bir sevinç, bir canlılık kaplar. Cengiz Dağcı Viktor Frankl'a göre anlamını bulmuş bir insandır. Savaşın ve esir kampının onda bıraktığı yaralardan sonra vatanına duyduğu sevgi ve yazma tutkusuyla ayakta kalır. Ardında Kırım Türklerinin yaşadığı acıları anlatan şiir ve romanlar bırakan Cengiz Dağcı Türk edebiyatinin en büyük yazarlarındandır.

Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna

21 Ekim 2017 Cumartesi

Hayatının anlamıyla tanıştın mı?

Avusturya'nın tanınmış hukukçularından biri hastaneye kaldırılır. Damarlarından biri tıkanmıştır ve bacağının o bölümünde kangrenleşme görüldüğü için kesilmesine karar verilir. Ameliyattan bir süre sonra tek bacakla adım atma çalışmalarına başlar. Yataktan kalkarken çektiği acılar ve tek bacağının üzerinde hoplamaya çalışmasından sonra kendini tutamaz ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar: "Buna dayanamayacağım! Böyle sakat biri olarak yaşamanın hiçbir anlamı yok!"

Hastanede görevli olan ve söz konusu hukukçuyla da ilgilenmesi gereken Viktor Frankl, kasıtlı bir alaycılıkla ve sesini de yükselterek dünyanın en saygın hukukçularından biri olan bu yaşlı adama şöyle söyler: "Söyleyin bay başkan, kariyer yapabilmek için kısa ya da uzun mesafeli bir yarışa mı katılmaya hazırlanıyordunuz?"

Yaşanan kısa bir sessizlikten sonra Frankl'ın yüzüne şaşkın şaşkın bakan adam, yüzüne doğru koşan yeni cümlelerle iyice sarsılır: "Yani ancak bir koşucu olarak kariyer yapmak istiyorsanız sizi ve şu söylediklerinizi anlamakta zorlanmam. Ama işte bu durumda da hayatınızla kumar oynamış olurdunuz. Çünkü tam da bundan sonraki hayatınızın anlamının yerinde yeller esmeye başlardı. Ne kısa ne de uzun mesafeli bir koşucu olarak kim olduğunuza aldırış eden olurdu. Oysa hayatını olabilecek en mümkün şekilde anlamlı yaşamış olan, çalışmış, belli bir uzmanlık alanında etkili olmuş, isim yapmış sizin gibi birinin hayatı bir bacağını kaybettiğiniz için anlamını da mı kaybedecektir?"

Bu sorudan sonra yaşlı adam ağlamayı bırakıp derhal doğrulur ve yüzüne 'anlamlı' bir gülümseme gelir... Frankl için hiçbir hastalık insanın anlamı kaybetmesine, anlam yitimine sebep açamaz, açmamalıdır. İkinci Dünya Savaşı boyunca toplamda dört toplama kampından 'sağ çıkabilmiş' olan Viktor Frankl, logoterapi adını verdiği psikoterapi modelini de işte bunun için geliştirmiştir. Logoterapiye göre bir insanın özgürlüğünü en küçük oranda dahi olsa kısıtlayacak, koşullandıracak hiçbir şey yoktur. Hayatın anlamı insanın önündeki. Mühim olan o anlama ulaşabilecek keşifler yapmasıdır. Frankl, bu keşiflerin şu üç yolla olabileceğini söylüyor:

1. Bir eser veya iş ortaya koyarak.
2. Bir insanla iletişim kurarak ya da bir şey yaşayarak.
3. Acının kaçınılmazlığına, doğrudan bir tavır geliştirerek.

Nevroz her ne kadar korkutucu ve içinden çıkılamayacak bir durummuş gibi gözükse de Frankl için her çağın ayrı bir nevrozu var. Dolayısıyla her çağ, psikoterapiye ihtiyaç duymakta. Günümüzün iki büyük nevrozu ise şöyle: varoluşsal boşluk duygusu, yani anlam kaybı ve nihilizm.

Say Yayınları etiketiyle ilk baskısını 2014 yılında yapan "Hayatın Anlamı ve Psikoterapi", yaptığı çevirilerle çok sayıda ödül kazanmış Veysel Atayman'ın hüneriyle dilimize kazandırılmıştı. Kitap 2016 yılında ikinci baskısını yaptı. Atayman'ın mevzuya hâkimiyeti, kitabı kolay okunabilir kılıyor. Psikoloji ve psikiyatri konulu kitapların dilimize kazandırılması elbette zor. Ancak Türk okuyucusunun bu tip kitaplarla bir an evvel buluşması gerekiyor.

Kitap, Frankl'ın bir otobiyografi denemesiyle başlıyor. "İnsanın Anlam Arayışı" kitabını okuyanlar bilhassa bu bölümü daha önce okuduklarını düşünebilir ancak bu deneme daha farklı, daha içsel. Freud'un düşüncelerine ne noktalarda karşı çıktığını, Adler'in bireysel psikolojisinden ne türde farklılaştığını ve nihayet kendi ekolünü nasıl kurduğunu açık açık anlatıyor. Biyografisini bitirirken kendi hayatının anlamını nasıl bulduğuna temas ediyor. Who Is Who dergisinin "Hayatın anlamı nedir?" soruşturmasına yazdığı cevabı söylemeden, bu soruyu öğrencilerine yöneltir gibi "Sizce cevap olarak ne yazmış olabilirim?" diye soruyor. Berkeley Üniversitesi'nden bir öğrenci yerinden fırlıyor ve "Siz hayatınızın anlamını başkalarına yardım etmekte, hayatınızda bir anlam görmekte buldunuz." diyor. Frankl, dergi soruşturmasına verdiği cevabın bu neredeyse bu cümlenin aynısı olduğunu söylüyor.

Kitabın en geniş bölümü, 1946'da bir Viyana halk yüksekokulunda verilen üç konferans metnini kapsıyor. Çözüm üretme konusunda dünya edebiyatından ve felsefeden sıkça yararlanan isimlerden biri Frankl. İnsanın dünyayı anlamlandırma noktasında en çok yararlanacağı kaynağın bilinç olduğunu vurgularken Nietzsche'nin "Yaşamak için bir niçini, nedeni olan kişi hemen hemen her nasıla katlanır" cümlesini hatırlatıyor. Ölümün bile anlamlı olabileceğine ilişkin yorumunu yaparken ise Rilke'nin "insanın kendi ölümünü ölmesi" tanımını genişletiyor.

Frankl'ın dinleyicilerine ve okuyucularına yönelttiği en önemli soru(n)lardan biri şudur: Bir insanın bütün sorunlarıyla birlikte ayakta kalabilmesi için gereken biricik şansı, neden ortak bir anlam bulup çıkarmak adına ortak bir irade koymak olmasın? Ve bu sorunun hemen ardından verdiği sarsıcı ve tamamlayıcı cevabı şu olur: Günün birinde, toplama kamplarının bulunmadığı bir dünyada yaşamamız için biricik şansımız da bu değil mi?

Şimdi gelin, bu soru ve cevabın tamamen gerçek bir hikâyesini okuyalım: "Theresienstadt Toplama Kampı'nda bine yakın genç insan başka bir yere götürülmek üzere ötekilerden ayrılmıştı; ertesi sabah trenle Auschwitz Toplama Kampı'na doğru yola çıkartılacaklardı. O sabah kampın kitaplığına gizlice girildiği tespit edildi. Ölüme mahkûm genç adamlardan her biri en sevdiği yazarın kitabını, ayrıca bilimsel kitapları da sırt çantasına sokmuştu. Bilinmeyen bir yere yolculuğun öncesinde (iyi ki bilmiyorlardı) yolculuk için yanlarına aldıkları kitaplardı kısacası. Şimdi kimse çıkıp bana "önce gırtla sonra ahlak gelir" demesin." [sf. 155]

İnsanın hangi durumda olursa daima anlam peşinde koştuğunu, bunu çoğu zaman fark etmediğini söylüyor Frankl. Anlamın izlerini bulmak yolundaki en büyük aracın ise vicdan olduğunu belirtiyor. Böylece vicdan, anlamın içine 'yerleştirilmiş' bir 'organ' görevi görüyor: anlam organı. Gerçekliğin arkasındaki anlam imkânlarını aydınlatan bir organ. Gerçekliği anlam imkânı içinde saydamlaştıran bir organ.

Yukarıda, bir eser veya iş ortaya koymanın, logoterapi modelinin bir yöntemi olduğunu yazmıştık. Frankl, 'hayatın anlamla dolması'na dair bazen bir işin veya bir yapıtın ne kadar değerli olabileceğini şöyle anlatıyor: "Georg Moser bundan birkaç yıl evvel devlet üstün hizmet ödülüne layık görülen bir temizlik işçisinden söz etmişti. "Sorumlusu olduğu çöp atıklarının içinden oyuncakları bulup ayıklıyor, akşamları evde onları tamir ediyor, derleyip toparlıyor ve ihtiyacı olan çocuklara armağan ediyordu bunları. Tamir etme, parçaları yerli yerine koyma yeteneği olan bu adam, düzene sokma uğraşının zaten anlamlı olan özelliğine ikinci, bu kez çok daha bir anlam yerleştirmiş oluyordu." [sf. 177]

87 yaşına giren bir insanı düşünelim. Her günün bir armağan olduğunu bilerek gökyüzüne ve parka bakabilmekten haz duyduğunu, ağaçlarla konuşmaktan ve beş çayı için arkadaşlarını ağırlamaktan büyük keyif aldığını. Ama aynı zamanda bu insanın duyma engelli olduğunu da düşünelim. 87 yılın verdiği ağırlıkla yürüyemese de konuşamasa da duyamasa da "olsun, düşünebiliyorum, buna hakikaten çok ama çok müteşekkirim" diyebilen bir insanı. Hayatın(ın) anlamıyla ne kadar muhteşem bir buluşma öyle değil mi? Yaşanan her âna müteşekkir olmak, adeta zamanın her salisesine bir şükür...

18 yaşındayken bir markete alışveriş yapmak için giden bir kadın. Yolda ateşli bir silahla vuruluyor, C4 servikal segment denen hayati bölge hasara uğruyor, dolayısıyla artık kollarını kullanamıyor. 22 yaşına dek tedavi görüyor. Hayatta aradığı anlama nasıl kavuşmuş biliyor musunuz? Dişlerinin arasına sıkıştırdığı bir çubuğun yardımıyla. Herhangi bir insanın sorunlarına, dertlerine ilişkin okuduğu gazete sayfalarını, TV haberlerini not edip, bu insanlara mektuplar yazarak, teselli ve cesaret aşılayarak...

Şunu çok duyarız: geçirdiğim kazadan sonra hayatım değişti, hayatımı değiştirdim... İşte bir vaka: 31 yaşındaki bir işçi geçirdiği yüksek voltaj çarpması sonucu çok özel bir tedavi sonrasında hayatta kalabilmiş. Ancak kangrenden ötürü kolları ve bacakları kesilmiş. Büyük acılar, büyük ağlayışlar, ölmek istemelerle geçmiş tedavisi. Frankl'ın anlattığına göre bu hastayla ilgilenen bir kız psikiyatr, logoterapi uygular ve ona kendi hayatının anlamını buldurabilecek bir kıvılcım arar. Nihayet bir süre sonra kendisine özel donanımlı bir araç temin edilir ve arabayla ailesine Amerika'yı gezdirebileceği söylenir. İşçinin yorumu şöyle: "Başıma gelen kazadan önce ruhum bomboştu. Hep sarhoştum ve can sıkıntısından ölüyordum. İşte artık şimdi gerçekten mutlu olmanın ne demek olduğunu biliyorum."

Hayatın Anlamı ve Psikoterapi'de, Viktor Frankl'ın 10 Mart 1988 tarihinde aldığı Avusturya Bilim ve Sanat Onur Nişanı vesilesiyle Viyana'da verdiği konferansın da metni var. Frankl konferansın sonunda, dünya çapında tanınan ilk psikiyatri profesörlerinden Ernst von Feuchtersleben'in bir sözünü söyler ve bırakır. Naçizane, orada bırakmak isterim: "Sahici düşünür düşüncenin sınırlarını bulmaktan memnundur. Bu sınırı çeken şey, bilgece bir öngörüdür; çünkü insanın, düşüncesinin sınıra dayandığı yerde eyleme başlaması gerekir; çünkü bu amaçla vardır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Eylül 2016 Cumartesi

Bugünün insanı anlam'sızdır

"Her şey bir yana, insan, Auschwitz'in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla yada Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır."

Bazı düşünürlere göre Sanayi Devrimi, bazılarına göre de II. Dünya Savaşı; bugün "modern insan" denilen karakteri ortaya çıkarmıştır. Kimi düşünürlere görse bunu Rönesans'a kadar götürmek dahi mümkündür. İşte bu modern insan öyle bir hızın ve değişimin içinde sarsılmaktadır ki yaşamın anlamı üzerine düşünmeye fırsatı kalmamıştır. Dolayısıyla anlamdan uzak, anlamsız, anlam kaybına maruz kalmış bir karakterdir. Bu da intihardan anksiyete, yani en büyüğünden en küçüğüne birçok hastalığın sebebi olmuştur.

Batıdan doğuya birçok üniversitede 1980'lerden bu yana anlam üzerine anketler, araştırmalar yapılıyor ve yeni psikoterapi yöntemleri geliştiriliyor. Bunların sonucunda en büyük sorun olarak "anlam" ortaya çıkıyor. Stanford Üniversitesi'nden Irvin D. Yalom, Varoluşçu Psikoterapi eserinde "Psikiyatrik ayakta tedavi kliğine başvuran kırk hastadan on ikisi (%30) anlamla ilgili önemli sorunlardan şikâyetçiydi" diyor. Kaliforniya'daki bir üniversiteden çıkan sonuç buyken ondan binlerce kilometre doğudaki Viyana'da da değişen sadece yüzde birlik dilim. Viyana'da nüfusun yüzde yirmi dokuzu yaşamlarında anlam olmadığından şikâyetçi. O yıllardan bu yıllara rakam iyice artıyor. İntiharların da boşanmaların da ve hatta şiddetin de nevrozun da altında yatan sebeplerden biri olarak "anlam" çıkıveriyor.

II. Dünya Savaşı'nın ne tür felaketlere sebebiyet verdiğini tarih okurları bilir. Mesela insanlık tarihinden Auschwitz-Birkenau adlı bir toplama kampı (utanç merkezi) geçmiştir ki buraya yerleştirilen 1.300.000 insanın %90'ı gaz odalarında öldürülmüştür. Aynı zamanda zorunlu çalışma ve insanlık dışı işkenceler de yine bu kampta yapılmıştır. Alman felsefeci ve bestekâr Theodor W. Adorno her ne kadar "Auschwitz'ten sonra şiir yazmak barbarlıktır. Çünkü kültürün kimliği ve kritiği, kültür diyalektiğinin en son basamağında barbarlığın karşısında durmaktadır." dese de hâlâ ve iyi ki şiir yazılıyor. Öyle ki Auschwitz'ten sonra şiirle terapi görmüş, iyileşmiş birçok hasta ve esir de olmuştur. Fakat Auschwitz hakkında hâlâ konuşulması gerekiyor ki tekrarı veya benzerlerinin yaşanması asla mümkün olmasın.

Viktor E. Frankl, Avusturyalı bir psikiyatrist. Aynı zamanda nörolog. Varoluşçu terapinin üçüncü önemli ismi. Diğer iki ismiyle ilişkisini kısaca şöyle anlatabilirim: 15 yaşında iken Sigmund Freud ile mektuplaşıyor, 16 yaşında “Hayatın Anlamı” (Der Sinn des Lebens) konulu ilk konferansını veriyor. 19 yaşına geldiğinde ise ilk makalesini yayınlıyor. Freud'u hayatında sadece bir defa görmüş ve onunla yazışmış olan Frankl, öğrencisi olmayı kabul etmiyor. Fakat ilk makalesinin tanınmış bir psikoanalitik dergide yayınlanmasını da Freud'a borçlu olduğu belirtmiştir. 1924'ten sonra Freud ile bağını koparmış olan Frankl 1925 itibariyle Alfred Adler ile birlikte çalışmaya başlıyor. İkinci psikoterapik aşama olarak tanımladığı bu süreç boyunca makalelerini önemli dergilerde yayınlamayı sürdürüyor. Ancak çok geçmeden 1926 yılında Adler'le de ters düşüyor ve böylece Bireysel Psikoloji Derneği'yle olan ilişkisi de kesilmiş oluyor. Frankl gelecek yıllar içinde Oswald Schwarz ve Rudolf Allers ile çalışıyor ve Max Scheler'in eserlerinden etkileniyor. İnsanî görüşlerinde köklü değişiklikler yapmasına sebep oluyor. 1943 yılına gelindiğinde hayatı tam ortadan ikiye bölünüyor: Pek çok Viyana'lı Yahudi gibi Frankl da karısı, babası, annesi ve kardeşi ile birlikte Nazi'nin SS subaylarınca tutuklanarak Auschwitz toplama kamplarına naklediliyor; kızkardeşi dışında tüm ailesi gaz odalarında can veriyor. Frankl bu gerçeği ancak 1946'da Viyana'ya dönebildiğinde öğrenebiliyor. Bu kötünün de kötüsü olan tecrübe Frankl için logoterapi (Anlam Merkezli Terapi) adını verdiği kuramının da daha sağlam temellere, yaşanmış acılara ve hayatın gerçeklerine oturmasını sağlıyor. Hatta bu terapi yöntemiyle birçok hasta, tedavi oluyor. Yazdığı kitaplar sayısız dile çevrildi, kaynak kitap olarak gösterildi. Bu kitaplardan biri olan İnsanın Anlam Arayışı 2008 yılında Okuyan Us Yayınevi tarafından ilk baskısını yapmıştı. Temmuz 2016'ya geldiğimizde 34. baskısını görmek harikulade çünkü ülkemizde işin ehli olmayan insanların kişisel gelişim kitapları dışında İnsanın Anlam Arayışı gibi birçok kritik kitap da bulunuyor. Doğru kitabı bulmanın iyice zorlaşmasının dahi inanın anlam arayışıyla bir ilgisi var.

"İnsan, kendini belirleyen bir varlıktır. İnsan, ruhtan öte bir şeydir." diyen Viktor Frankl, geliştirdiği logoterapiyle insanın anlamı üç farklı yolla keşfedecebileceğini söylüyor: Bunlardan ilki bir eser yaratmak, bir iş yapmaktır. İkinci yol, yaşamaktır. Doğayı, kültürü ve insanı yaşamak, onları sevmek. Özellikle de bir insanı sevmek. Logoterapide anlamı bulmanın üçüncü yolu ise acıdan kaçmamaktır. "Çektiğim acının ne anlamı var?" diye sorabilen insanın cevabı, anlamı gizler. Logoterapide Frankl, en çok sevginin üzerinde duruyor ve şunu söylüyor: "Yaşamımda ilk kez onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir.". Nitekim insanın kendini gerçekleştirmesi yolunda en büyük güç de yine sevgide, 'kendini adama'dadır ona göre: "Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir."

Bugün annelik duygusunu beslediği kediyle veya köpekle karşılayacağını, canının sıkıntısını alışveriş yaparak geçireceğini, şifayı yalnız modern tıpta bulacağını, maaşındaki artışla insanlığını yücelteceğini, takım elbise giyerek özel olacağını, hızlı bir yaşamla mutluluğu yakalayacağını, 25 katlı ve havuzlu bir konutun ev anlamına geldiğini, cipe binmenin saadet getireceğini, sıkıntıları çözecek formüller geliştirmek yerine huzurun kaçmakta olduğunu, yaşamak sevgisinin haz peşinde koşarak geleceğini zanneden her insan; 'anlamsız' insandır. Yaptıklarının hiçbir anlamı olmadığının farkında değildir ve bu yüzden de çabuk sıkılır, huzursuzdur, mutsuzdur, güçsüzdür, bezgindir ve hastadır. Şifası anlam'da saklıdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf