Stefan Zweig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Stefan Zweig etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2022 Çarşamba

Çocuk masumiyeti ve yetişkinlerin dünyası

Bir kadının anneliği ve kadınlığı arasında kalışı. Bir adamın kadınları gönül eğlencesi hâline getirmesi ve küçük bir çocuğun sevgi, ilgi için çırpınması...

Stefan ZweıgYakıcı Sır romanında bizi on iki yaşında küçük bir erkek çocuğunun iç dünyasına götürüyor. Bu çocuk ise Mathilde Blumental’ın oğlu Edgar’dır. Yaşıtlarından oldukça farklıdır. Daha ciddi ve uslu bir görünüşü vardır. Böyle olması elbette annesinden ve babasından kaynaklanmaktadır. Zira annesinin kendi iç dünyasında çatışmalar yaşaması, babasının son derece otoriter olması ona bir nevi çocukluğunu kaybettirmiştir. Bir gün Baron adındaki bir adam Avusturya Alplerine gider. Bir otele yerleşerek günlerini geçirmeye başlar. Fakat bu durum bir zaman sonra sıkılmasına sebep olur. Öyle ki kendisinin gönül maceraları oldukça fazladır. Yakışıklığıyla kadınları etkileyerek yanına çekmekten büyük bir mutluluk duyar ve bu sefer gözüne kestirdiği Mathilde olur. Onu bir süre boyunca izler. Tanışmak için acele etmez. Ancak Edgar’ı görünce sinsice yanına yaklaşır ve aklına gelen planı uygulamaya başlar. Önceleri çocukla gereğinden fazla ilgilenir ve gittikçe en yakın arkadaşı olmayı başarır. Edgar ise bu durumdan oldukça mutludur. Nihayetinde onu anlayan, onunla konuşan biri sonunda karşısına çıkmıştır ve asla kaybetmek niyetinde değildir.

Fakat günler geçtikçe Baron çocuğu bir oyuncak gibi kullanır ve nihayetinde Mathilde’ye ulaşır. Öyle ki gösterdiği davranışlarla, güzel sözlerle Mathilde’nin kalbini kazanır. Ona tekrar kadınlığını hissettirir. Ancak Edgar geri plana atılmanın hüznü ile büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Hem arkadaşı bildiği Baron’a hem de annesine karşı içinde nefret duymaya başlar.

Birkaç günün ardından da bambaşka bir çocuk olur. Ne annesine ne de Baron’a eskisi kadar rahatlık verir. Sürekli mızmızlık yaparak sorunlar çıkarır. Adam ise bunu hiç umursamaz. Aksine ona şakalar yaparak alaycı bir tavır takınır. Edgar’ın ise bu durum canını daha fazla yakar ve bir gün babasını söyleyerek tehditkar bir duruşla karşılarına çıkar. Baron ve Mathilde giderek korkar.

Öyle ki bir anne olarak yapılmaması gereken birçok şeyi yapar Mathilde. Edgar’a kötü sözler söyleyip onu odaya kilitler ve gizli gizli Baron ile buluşur. Adam bu durumdan gayet memnundur. Çünkü çocuk onun için yalnızca ayak bağıdır. Tek isteği de ilgilendiği kadınla baş başa kalmaktır. Onunla güzel bir gece geçirmektir. Ama ne var ki Mathilde de bunu istemektedir. Zira yıllarca varlığı değer görmemiş bir kadın olarak ilgili görmek ve hoş sözlerle gönlünün alınması onu çok mutlu eder. Her ne kadar içinde yanlış yapmaya dair bir korkuda olsa Baron’un yanına gider.

Baron ise bir avcının avına yaklaşması gibi Mathilde’ye yavaş yavaş yakınlaştığı için sevinçlidir. Ne de olsa avucundadır artık ve nasıl isterse onu o yöne çekebilir. Öyle ki gece vakitleri Mathilde’yi otelin uzağına götürür. Ormanda yürüyüşe çıkarlar. Fakat Edgar, bir gölge gibi sürekli peşlerinde olur. Yaptığı küçük bir hamle ile de annesini istemeden de olsa kurtarır. Sevinç ve gizlilikle otele doğru tekrar yol alır.

Ancak duyduklarıyla annesinin hâlâ tehlikede olduğuna inanır ve Mathilde’ye, Baron hakkında yalancı bir adam olduğunu anlatır fakat kadın buna bir türlü inanmaz tam tersi çocuğunun haksız olduğunu düşünür. Gelgelelim yine bir gece vakti Edgar annesini ve Baron’u otelin koridorunda görür. Duyduğu sesler onu giderek tedirgin eder ve daha fazla dayanamayarak Baron’un üzerine atlayıp ona vurmaya başlar. Mathilde ve Baron ne olduğunu anlamayarak yaşadıkları şok ile oldukları yerde kalakalırlar. Ve gece üçü için berbat bir hâlde biter.

Ertesi gün Baron oteli terk etmiş olur. Mathilde ise Edgar’a özür mektubu yazdırmaya çalışır. Fakat Edgar özür dileyecek bir şey yapmadığını savunarak mektubu yazmayı reddeder. Mathilde buna çok sinirlenir ve aralarında şiddet yaşanır. Edgar, annesine vurduğu için çok pişman olarak kaçıp büyükannesinin yanına gider. Yolculuk esnasında da kendini bulur. İçindeki bir beni daha keşfeder. Dünyanın gördüğünden çok daha değişik bir yer olduğunu kavrayarak, insanlara bakış açısını değiştirir. Evinin, sıcak odasının kıymetini bilir. Ancak yaptıklarını, yaşadıklarını asla unutamaz.

Nihayetinde büyükannesinin evine vardığında annesini görerek küçük bir şaşkınlık yaşar. Zira annesinin onu merak edip, peşinden gelmesi küçük gönlüne büyük bir sevinç yaşatır. Öyle ki sıcak odasında annesinin müşfik sesiyle uykuya dalıp giderken içini huzur kaplar. Daha henüz küçük yaşıyla anlamasa bile annesini büyük bir tehlikeden kurtaran kahraman da olmuştur. Ve Mathilde bunu bilerek oğluna minnetle, teşekkürle bakar. Dişilik mi annelik mi sorusuna, annelik diyerek cevap verir.

Başlarda her ne kadar kadın ve erkek ilişkisi üzerine yazılmış gibi görünse de roman, aslında bizlere küçük bir çocuğun kırılganlığını ve yalnızlığını anlatır. Onun dünyaya ve insanlara bakış açısını gösterir. Aynı zamanda bir çocuğun annesi ve babası tarafından asla ihmal edilmemesine dair önemli mesajlar verir. Benim için okuması güzel bir eserdi ve sizlere de okumanızı mutlaka tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"İlk kez insanın doğasını, düşman göründüklerinde bile birbirlerine ihtiyaçları olduğunu anlıyor, insanlar tarafından sevilmenin güzelliğini fark ediyordu."

"Dalgalanan bayraklarıyla yol kenarında duran hat bekçileri eskiden gözüne tesadüfen orada bulunan cansız kuklalar, yaşamayan oyuncaklar gibi görünürdü, oysa şimdi bunun onların kaderleri, yaşam mücadeleleri olduğunu anlıyordu."

"Bazen çocukları bizim gerçek addettiğimiz dünyadan ayıran sadece incecik bir perdedir ve rastlantısal bir rüzgar açılıverir."

"Fakat ilk kez kendi başına bir adım atmış, şimdiye kadar teğet geçmiş olduğu gerçeklere dair bir şeyler öğrenmişti."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

9 Ocak 2022 Pazar

Tehditkâr bir sancının eseri

Bütün dünyanın, kalbi dışındaki bütün dünyanın bomboş olduğunu hissediyordu.” Çünkü korkunun acımasız hissi, her şeyi anlamsız kılmıştı. Etrafında gördüğü tek şey, ansızın boğazını sıkan bu duyguydu. Öyle ki hayatının merkezine oturmuş ve ona nefes aldırmıyor, yediği lokmaları zehir gibi midesine akıtıyordu. Kaçacak yer kalmamıştı, en sonunda sakladığı sırrın açığa çıkması gerekecek, yalan söyleyemez hale gelecekti. Kaçınılmaz son gelene dek, her yeni gün öncekinden daha fazla sıkıştırıyordu kalbini. Buna bir an son vermek istese, diğer an vazgeçiyordu bundan. Korkuyordu ve korku gittikçe büyüyordu. Ailesi hep onunlaydı ama sanki artık tamamen yabancı hale gelmişlerdi. Gerçeği anlatabilse, yüreği hafifleyecekti ama o, ona göre daha kolay olana, hesabı kendine kesmeye kadar gitti.

Stefan Zweig'in Korku adlı eseri; evli ve saygın bir kadın olan Irene'in, yeni bir heyecan arayışıyla girdiği ihanet yolunun ona yaşattığı tehditkâr korku duygusunu anlatıyor. Irene bulunduğu hayattan sıkılıp bir maceraya atılmak ister fakat onun sırrını bilen bir şantajcı ortaya çıkıp kendisiyle yüz yüze gelince, dünyası kararır. O andan itibaren normal yaşantısında büyük bir yere sahip olmayan korku duygusuyla tanışmış olur. Yüzünde esen soğuk rüzgarlar korkuyu beslemeye devam eder. Artık tek hissettiği bitmeyen bu duygudur. Nasıl kurtulacağını bir türlü bulamaz, kurtulmayı denedikçe durumunu ağırlaştırmaya devam eder. Şantajlar arttıkça Irene dibe çöker, korkuya teslim olur ve aldığı nefesler acı verici hale gelir.

Eserde anlatım oldukça akıcı, olaylar hız kesmeden başlayıp bitiyor. Yazarın güçlü kalemi, bizleri Irene'in içinde bulunduğu tufanın ortasına atıyor. Esere başladığımız andan itibaren yaşanan olaylar kendini okutturmaya devam ediyor. Karakterin kendiyle iç hesaplaşmaları ve ruh halindeki değişimlere bakarak bazen onu suçlayıp bazen ne yapacağını yönlendirmeye çalışıyoruz. Onunla empati yapıyor, çıkar yol arıyoruz. Irene’in çerçevesinden olayları gözlerken etrafındaki kişileri sorguluyor, sürekli ortaya çıkan şantajcının rahatlığına sinirleniyoruz. Irene’in kurtulması için aklımıza türlü yollar geliyor. Olayların sonuna doğru bazı tahminlerde bulunuyor, kitabı bitirince hem şaşırıp hem de rahatlıyoruz.

Irene'in hem güçlü, hem de son derece hassas bir tarafı var. Bu iki taraf sürekli birbiriyle karşı karşıya duruyor ancak birleşip bir çözüm yaratamıyor. Eşinin ona sürekli ne olursa olsun yanında olduğunu ve ona yardım edeceğini söylemesi, Irene'in kafasını kurcalıyor ve gerçekleri anlatmayı bu sebeple çok istiyor. Onun, etrafındaki benzer olaylara nasıl tavır takındığını gözlemleyip kendi durumuna olacak davranışını kestirmeye çalışıyor. Eşinin kendisine gösterdiği kibarlık gerçekleri anlatması için sürekli baskı yapıyor olsa bile, Irene'nin dili anlatmanın kıyısına kadar gelip her defasında tekrar geri dönüyor. Duygular ve korku artık iyice içinden çıkılmaz bir hale Irene, kendine ceza verip kurtulmak istiyor. Başarılı olamayınca ve her şeyin sebebini anlayınca yaşadığı korkuyla, kalbinde açılan yara ile birlikte vedalaşıyor.

Eserde anlatılan olayı, gerçek hayatta farklı sebepler doğrultusunda yaşayan birçok insan var ve bu kitabı okuyunca kendi yaşadıklarını net bir şekilde tekrar hatırlayabilirler. Çünkü bizde çok tanıdık hisler uyandırıyor. Korku hepimizin içinde var olan bir duygu. Bazen küçük, bazen çok büyük yerler kaplıyor ve ne kadar büyükse sonrasında gelen yıkım da aynı oranda büyük oluyor. İçimizdeki korku yaşadığımız olaylara bağlı olarak kendini belli bir büyüklüğe gelinceye dek besliyor. Bunun üzerine çıkmazda olduğumuzu hissedip o korkuyu daha da büyütebiliyoruz. Zaten kapladığı yer bir hayli dolmuşken, ona daha fazla yeri kendimiz veriyoruz. Korkunun verdiği hisler ve yaşattığı sancı, düşüncelerimizin ve davranışlarımızın elimizde olmamasına neden oluyor ve bu kardeşi olan pek çok duygu için de geçerli.

Eğer insanın elinde bu korkuya son verecek bir seçenek varsa, sonucunun zararlarından endişe duymadan o yolu seçmelidir. Bitiş çizgisinde bekleyen çözüme doğru koştukça, korku küçülmeye, içten yitmeye başlar. Bitiş çizgisini geçecek cesarete erişilirse, geriye dönüp bakmaya gerek kalmaz. Çünkü o korku son bulduğunda çile de son bulur, rahatlama hissi vücudu ele geçirir. Aksi halde, insanı içten içe çürütmeye devam eder.

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

18 Ağustos 2020 Salı

Tarihçiler ve tarih dersleri neden sıkıcıdır?

Müstesna tarihçilerimiz var elbette ama bunlar hemen her alanda olduğu gibi ilk akla gelenler değil. İlk akla gelenlerse, kolayca tahmin edilebileceği gibi ekran yüzü görmüş, insanların duymak istedikleriyle iktidarların olmasını istedikleri arasındaki açığı tarihten örneklerle kapatma işini iyi becerebilmiş, basiti karmaşık karmaşığı basitleştirerek ilgi çekmeyi başarabilmiş kimseler.

Konu ne olursa olsun ve de tarihi gerçeklik ne derse desin asla boşa düşmeyen, diğer bir deyişle yaş tahtaya basmayan ve bütün bunlar için tarihin engin derinliklerinde her durum için sayısız olay bulup her koşulda kendi konumlarını güçlendiren bir tarihe inanan, bugünün eksikliklerini tarihle kapatan, “geçmiş satıcısı”, mahir ticaret erbabı.

Bu kişiler, bugüne tarihten bakmak, bulanık olana ışık tutmak ya da geçmişin bugünkü yeniden şekillenişini aydınlatmak yerine tarihi bugüne uyduran, güncel tartışmaların dışına çıkmayarak bu tartışmalara derinlik kazandırmak için tarihi bütünüyle araçsallaştırırken bir yandan da tarihsel olayları ve isimleri kullanarak kendi görüşlerine otorite kazandırma hünerine sahip kimseler. Toplumun tarih eksikliğini kapatırken bu arada kendi eksiklerini de tarihle kapatan hünerli eller. Tarihten bugüne gelmek yerine bizi tarihe götürerek istedikleri gibi bir geçmişi birlikte üretmemiz için popüler hale getirerek hem bugünü hem de geçmişi kurtaran kahramanlar ya da!

Benim tarih hocalarım hep sıkıcı kimselerdi. Bu ülkede bunun bana özgü bir kötü şans olmadığını da gayet iyi biliyorum. Tarihin çok önemli ve tekerrürden ibaret olduğunu, ondan ders almak gerektiğini (hiç ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih!), tarih bilincimizin çok ama çok eksik olduğunu oysa bizim gibi büyük tarihten gelen milletlerin herkesten çok tarih bilmesi gerektiğini ve buradan hareketle, bugün olamayan, yapılamayan, ters giden, başa çıkılamayan ne varsa bunun ana nedeninin tarihimizi iyi bilmemek ve ona sahip çıkamamakla ilgili olduğunu hamasi bir içerikle söyleyen, yaşadığı hayata karşı heyecansız ve hatta öfkeli insanlardı çoğunluğu. Bir çoğu dalga konusu olur, öğrenci sohbetlerinin aranan mizah malzemelerini sağlarlardı.

Biraz da bu hocaların söylediğinin tersinin daha doğru olabileceğine dair içimde beliren sezginin etkisiyle, kişisel olarak bu yaygın, toplumun tarih bilincinin “eksikliği” klişesine hep temkinli yaklaşmayı seçtim. Bu toplum, tarihi bilinçli bir şekilde bilinç dışına atıyor olabilir mi diye düşünüp hep. Geçmişe gidip bugünkü meselelerin cevabını orada aramaktan ve bugünü tarihin doğrusal bir uzantısı saymaktansa onu bugünde yeniden şekillendirip canlı ve yaşanır kıldığını ama bunu açıklayamadığını, tahrif etmeksizin dönüştürdüğünü ama bunun anlatısını yapamadığını çünkü yeterli edebi ve felsefi derinliğe ulaşamadığını düşündüm ve de. En büyük eksikliğinse iktisat tarihi, savaş tarihi, gündelik hayatın tarihi ve hatta siyasi tarihten çok düşünce tarihi alt başlığında olduğunu hissettim. Bizde en az olan tarihçi türünün düşünce tarihçisi olduğunu gördüm zaman içerisinde (Gerçekten de bizde düşünce tarihçisi diye biri var mı?)

Birkaç gün önce, başka bir nedenle Stefan Zweig’ın Geleceğe Güven kitabını karıştırıyordum ki bu sorularımın pek çoğunu cevaplayan “Tarih, Bir Yazardır” yazısıyla karşılaştım. “Tarihle ilk karşılaşmamız okulda olmuştu” diye başlayıp, “Okul çağındaki çocuğa ilk ve en önemli dersi verme görevi hep tarihe düşer” diye devam eden bu yazı bizde tarih bilincinin neden olmadığını açıklıyordu. Okullarda okutulması gereken şey, basmakalıp bilgilerle ve klişelerle dolu sıkıcı oldu-bittiler değil insanlığın “en bilge yazarı” olan tarihin heyecan verici anlatımı ve her an yeniden şekillenen bugünün tarihle buluşması olmalıydı.

Zweig, okul yıllarındaki asık suratlı ve sıkıcı tarih öğretmenlerinin anlattığı tarihi hiç sevmediğini, hepimiz gibi sırf zorunlu olduğu için durumu idare ettiğini, “Tüm kaosu düzene sokup güzel bir şeymiş gibi önümüze koymuştu” dediği derslerin tarihine ısınamadığını anlatırken bir yerde şöyle der:

Fakat arada sırada öyle olaylar vardı ki, serüvenleri andırdıkları için kitabımızın sayfalarını hızlı hızlı çevirerek coşkuyla okumuş, hayal gücümüzü zorlamış, anlatılanları gözümüzün önüne getirmiş, hayran kaldığımız kişileri kahramanlaştırmış, hatta onların rolünü üstlenmiştik. Kendimizi kimi zaman Konradin, İskender, Sezar veya Alkibiadis gibi hissetmiştik.” (s.170).

Bu gayet normaldir ona göre. Genç insanları heyecanlandıran, gözlerinde büyük kahramanlar yapan o isimlerin tarihte elde ettikleri zaferlerle ünlenmiş kişilerdir. Başka bir ifadeyle, gençlik, zaferden, büyük kahramanlıklardan ve başarılardan hoşlanır. Gençlik tam da böyle bir şeydir oysa belki de tarih bunun tam tersidir! (Buradan bakınca tarihçiliğimiz hep genç!)

Zweig için tarih bir yazar gibidir; yaratıcı ve bunaltıcı, üretken ve verimsiz, sıra dışı ve çok olağan: “Bizler için önceleri bir öğretmen olan tarih, ileriki yıllarda acımasız bir kronikçi, hatta bazı anlarda bir yazar oluverir. Evet, her zaman değil, sadece bazı anlarda. Her yazarın yaşamının her anında, yirmi dört saatinin her dakikasında sürekli yazar olmadığı gibi.” (s.171)

Tıpkı bir yazarın yazabilmesi için sayısız verimsiz gün geçirmesi, uzun durağanlıklardan geçmesi ve güç kazanmasının gerekmesi gibi yani. “Goethe’nin ‘Tanrı’nın gizemli atölyesi’ dediği tarihten [de] her zaman büyük, heyecan verici, sarsıcı ve etkileyici olaylar yaratıp kahramanlar çıkarmasını talep etmek de çok anlamsızdır. Hayır, tarih de sürekli olağanüstü insanlar, insanüstü büyük kişiler çıkaramaz. Onun da yaratıcılığı sınırlıdır, ara vermesi gereken süreçler vardır. Tarihi, sürekli kurşunlar sıkılan, gerilimi yüksek, her sayfası heyecan dolu bir polisiye roman sananlar onu yanlış tanımışlardır.” (s.171).

Zweig’a göre, tarih zaman zaman tekrarlanıyormuş gibi görünse de gerçekte kendini hiç tekrarlamaz: “O kimi zaman benzerliklerle oynar. Çünkü, elinde o kadar çok malzeme vardır ki, gerektiğinde bu tükenmez kaynaktan istediğini seçer ve yeni durumlar yaratır. Evet, tarih hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendini tekrarlamaz. O sadece iletir, değiştirir, aynı melodiyi başka tonda çalan bir müzisyen gibi çalışır. Tabii arada sırada yaşanan kimi benzerliklerle bizleri şaşırtır. Fakat sadece şaşırtır. Tarihin bu üstünkörü oyunlarına aldanan ve tarihteki benzeri örneklere güvenerek kararlar veren politikacılarla devlet adamlarına acımak gerekir.” (s.175).

Zweig için tarih tekrarlanamadığı veya tekrardan ibaret olmadığı gibi -ya da tam da bu nedenle- geleceğin tarihinde olup bitecekleri önceden görmek de mümkün değildir. İlerde ne olacağını kimse hesaplayamaz bu yüzden. O tıpkı bir tiyatro eseri veya romandaki beklenmedik sonlara benzer şekilde sürprizlerle doludur. Hatta, belki de esas işlevi insanı şaşırtmak ve bu dünyanın yaratıcısı ve belirleyicisinin o olmadığını anlatmaktır. “Bu nedenle bizler hiçbir zaman geleceği belirleyemeyeceğiz” dedikten sonra bir kez daha Goethe’ye başvurarak şöyle der Zweig:

‘Hasretini çekeceğimiz bir geçmiş yoktur’ der Goethe. ‘Geçmişin unsurlarından oluşmuş sürekli bir yeni vardır.’ Tarih tekrarlanamaz, o sadece başarılı bir sanatçı gibi benzerliklerle oynar, hiçbir zaman eskileri tekrarlamaz, hep yeni şeyler yaratır. Yaratıcılığı için ona gerekli olan ve hiç tükenmeyen tek madde dünyadır. Tanrı da ona bütün özgürlükleri vermiştir. Her şeyin kurallar ve sınırlar içinde olduğu dünyada özgür ve egemen olan odur. Tarih bu özgürlüğünden çok akıllıca bir biçimde yararlanır. Evet, erişemeyeceğimiz bu yazarın karşısında saygıyla eğilelim! O hep ustamız olacak.” (s.176).

Zweig için tarih, “Hem coşkulu hem de dokunaklı anlatımı çok başarılı kullanan bir yazar, bir sanatçıdır. O kibirli değildir, sadece büyük olayları ele almaz. Başarılı bir polisiye veya dedektif romanı yazmaktan da hiç çekinmez…Dünya tarihi [tıpkı kendi tarihimiz gibi] çok kapsamlı, bütün sayfaları dolu dolu, baştan sona okunabilecek devasa bir kitap değildir. Yüzlerce sayfası ya boştur ya da okunamayacak şekilde bozulmuştur. Oralar ancak kimi bağlantılar ve düşlemlerle doldurulabilir. Tabii tarihteki bütün bu gizemli bölümler, ‘boşluklar’, onları doldurmak isteyen hayal gücü yüksek bir yazar için çok çekicidir. Tarihi olayların eksik yerlerini, bazı bağlantıları da kullanarak kendi düşüncesine göre yorumlar…tarihte tek ve zorunlu bir gerçek yoktur. O, en ufak bir olayda bile önümüze birbirinden çok değişik gerçeği, görüşü ve iletiyi koyar.” (s.177-181).

Başa dönersek, bizim gibi ülkelerdeki ana tarih sorunu, bu alanın belki en yüksek yaratıcılığa ve hayal gücüne ihtiyaç duyması ama buna karşın en sıkıcıların bu alanı doldurmasıdır. Belki de bu yüzden hayal gücü ve yaratıcılığı hayli gelişmiş bir toplum olarak bizdeki durum, tarihin reddinden çok tarihçilerin reddi ve kendi hikayesini kendi yazma arzusu, bugünü tarihe değil tarihi bugüne uydurmama çabası ve bir gün yazacağı eseri için verimsiz gibi görünen bir güç toplama zamanlarıdır.

Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

8 Mayıs 2019 Çarşamba

Güvelik çağından korku çağına: Avrupa ve Zweig

Stefan Zweig, 22 Şubat 1942 yılında karısıyla beraber yüksek dozda veronal alarak intihar etti. Onu intihara götüren sebeplerin arasında yer alan ‘ümitsizlik’, bünyesini sadece intihar ettiği zamanlarda değil, aslında çok daha önceleri ele geçirmişti. Edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından olan, bana göre psikolojik çözümleme konusunda Dostoyevski’den pek de aşağı kalmayan, ancak değeri (!) Türk okurlarca, yayınevleri kitaplarını ince ince bastıktan sonra anlaşılan Zweig’ın, anılarını anlattığı Dünün Dünyası’nda, intihar aşamasındaki ümitsizliğin alt katmanlarının izini sürüyor okur. Dünün Dünyası’na hem Zweig’ın kişisel tarihi olarak hem de Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm olarak bakarsak kitabı daha iyi özümsemiş oluruz. Güvenlik çağından korku çağına gelene kadar, Avrupa’yı çok seven -hatta tapan-, birliğine önem veren, birleşmiş bir Avrupa hayali kuran ve hayatını buna adayan yazarın yaşadıklarını çıplak bir şekilde görüyoruz bu eserde.

Dünün Dünyası kısımlara ayrılmış bir eser; ancak bu kısımlar sadece Zweig’ın anılarıyla ilgili değil Avrupa’yla ve Avrupa’nın geçirdiği dönüşümle de ilgili. Çünkü Zweig hiçbir zaman kendi tarihini Avrupa’nın tarihinden ayırmamış, kendini Avrupa’ya adamış bir dünya vatandaşı. Bunu anlattığı anılarından ve anılarını anlatırken ortaya koyduğu fikirlerden de apaçık görmek mümkün. Elbette kendini Avrupa’yla özdeşleştiren birinin, Hitler’in gazabından sonra, Avrupa’nın bir daha geri dönülmeyecek bir yola girdiğini düşünüp intihar etmesi de anlaşılabilir bir olay. Hâlbuki biraz daha bekleseydi…

Avrupa’mızda ardı arkası kesilmeyen volkanlara benzeyen sarsıntıların etkilerini her birimiz varlığımızın en derinliklerinde hissettik; sayısız mağdurla karşılaştırınca kendime mal edebileceğim tek ayrı özellik, Avusturyalı, Yahudi, yazar, hümanist ve pasifist biri olarak, bu sarsıntıların en şiddetli sonuçları nereyi vurduysa her defasında orada bulunmuş olmam” diyor önsözde yazar. Bu cümlede yazan her şeyi doğrulayacak bir şekilde anlatısını sürdürüyor. Düşüncelerinin değiştiği tek konu, intiharına birkaç yıl kala, Avrupa iyice batağa bulanmışken ve Hitler her yeri bir ur gibi sarmaya başlamışken hissettiği vatansızlık duygusu. Çünkü o ana kadar Avusturya pasaportuna sahip, ne kadar güçlü olmasa da bir yere bağlı olan Zweig, kendini İngiltere’de mülteci olarak bulunca bu duygu gelip kalbine yerleşiyor: “Neredeyse yarım yüzyıl boyunca yüreğimi dünya vatandaşı gibi atması için eğitmemin bana hiçbir faydası olmadı. Hayır, pasaportumun elimden alındığı o gün, ancak elli sekiz yaşında, insanın vatanıyla birlikte kaybettiğinin bir tek etrafına sınır çekilmiş bir toprak parçası olmadığını keşfettim.

Yazar bu bahiste hem vatan/vatansızlık hem de göç olgusu hakkında kritik sosyolojik tespitler yapmış. Ve bunu kendi düşünceleriyle çelişme pahasına, bütün kalbini açarak gerçekleştirmiş. Kitabın başarısı zaten buradan geliyor: Yazarın sakınmadan kalbini okura açması, en hassas olduğu konularda dahi. Bu açıdan bakınca, özellikle ülkemizin ve tüm dünyanın yaşadığı göç ve mülteci durumuna Zweig’ın bakışıyla bakabilmek, -tüm ekonomik, toplumsal ve politik konuları ayrı tutarak söylüyorum- empatik bir bakış kazandırabilir okura bu konuyla ilgili. Çünkü göç ve vatan kavramlarıyla ilgili bu satırları ve kitapta daha çoğunun bulunduğu pasajları yazan kişi, ününün doruğunda, maddi hiçbir zorluğu olmayan ve bir vatana bağlı olmayı doğru bulmayan biri. Zweig bile son tahlilde bunu hissettiyse, üstelik kendi açısından refahın bol olduğu İngiltere’de, diğer vatandaşlar ve görece daha zor şartlarda bulunan diğer ülkelere göçmüş vatandaşların duygularını fark etmek biraz daha anlaşılır olabilir.

Kronolojik bir sıra takip ediliyor kitapta. Yazar, çocukluğundan başlayarak intiharından bir süre önceye kadar götürüyor zamanı. Fakat yazarın Brezilya günleri yer almıyor kitapta. Öğrencilik hayatı ve üniversiteye kadar olan kısımdan bahsederken hem yazı hayatını es geçmiyor hem de eğitim sistemiyle ilgili eleştirilerini de sıralıyor. Zaten daha önce de dediğim gibi, bilindik bir anı kitabı değil bu kitap. Biraz deneme biraz Avrupa tarihi biraz sosyoloji. Hatta kişisel anılar oldukça az yer alıyor desek yeridir.

Kitabın seyriyle Avrupa’nın gidişatı paralel bir şekilde ilerliyor. Zweig’ın başlarda bahsettiği konular daha çok sanat, edebiyat, şiir, refah hayat vb. konularda ilerlerken daha sonraları savaşa kayıyor. Yani hayata bakış sanat üzerindeyken bir süre sonra savaşa geçiyor. Tabii bunun olması kadar doğal bir şey olamaz. Birebir etkilendiği ve dolaylı yoldan etkilendiği savaşlar hep yer almış 1881 doğumlu yazarın hayatında. Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı yazarın en çok etkilendiği olaylar. Hatta 2. Dünya Savaşı’nı insanlığın yaşayabileceği en büyük felaket olarak tanımlıyor. Sonunu bekleyemeden de zaten bu dünyadan ayrılmayı tercih ediyor.

Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “Avrupa’da mutluluk Viyana’da sona erdi. Ötesi, oldum olası, lanet üstüne lanet” der. Bu, Zweig’ın bakışıyla örtüşen bir yorumdur. Çünkü Zweig özellikle 2.Dünya Savaşı’nda, Hitler’in işgal etmesi durumunda her şeyin daha kötü olacağı kritik yerin Avusturya ve Viyana olduğunu düşünüyor ve bunu uzunca bir şekilde de temellendiriyor. Gerçekten de öngörüsünde haklı çıkıyor Zweig. Aslında yazar, Avrupa’nın geçirdiği/geçireceği dönüşümlerle ilgili birçok yerde, ‘bu kadar olacağını tahmin edememiştik’ şeklinde ibareler kullanıyor ama bunun çok da doğru olduğunu düşünmüyorum; çünkü Zweig ilerisini doğru tahmin edebilen bir yazar. Hatta yazar satır aralarında, insanların bu savaş durumlarını, son raddeye gelene kadar pek ciddiye almadıklarını ve bu konudaki karamsarlığında yalnız kaldığını okura hissettiriyor. Fakat yanında en azından bir dost buluyor. Savaş başladığında otoritelerce düşman olarak görünen ülkede yer alan dostu Romain Rolland. Herhalde kitapta kişisel anılarına en fazla giren kişi Rolland’dır. Bu ikilinin bolca konuşmasına tanıklık ediyoruz okurken.

Kitapta yer alan, Zweig’la büyük veya küçük bir ilişkisi bulunan, Zweig’ın anılarında yer etmiş diğer kişiler ise; Rilke, Freud, Verhaeren, Joyce ve Gorki’dir. Tabii bunlar en tanınan sanatçılar ve yazarlar. Avrupa’nın bunalımını okurken bu tür arkadaşlıkların ne şekilde oluşup geliştiğinin seyrini takip etmek, okura anı kitabı okuyor hissini yaşatıyor.

Farkındayım, bu yazıda hep Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm, bunalımdan ve savaşlardan bahsettim fakat Zweig da anı kitabı olarak düşündüğü bu metinde aynısını yapmış. Avrupa’yı taparcasına seven bir adamı Brezilya’ya kadar sürükleyen savaşın ve savaşların, yazarın anılarını kaplaması da doğal aslında. Aklıma Zweig adının geldiği her anda Hitler’in de beynimde yer alması, sanırım bu anıları okuduktan sonra iyice pekişecektir.

Kitap birkaç yayınevinden neşredilmiş. Şu anda İletişim Yayınları, Can Yayınları, Doğu Batı Yayınları ve Palet Yayınları’ndan temin etmek mümkün. Ben İletişim Yayınları’ndan okudum kitabı. Gülçin Wilhelm çevirmiş ve başarılı bir iş de ortaya koymuş; fakat kitapta aşırıya kaçmayacak şekilde editör hataları mevcut. Yeni basımında bir kez daha ‘son okuma’ gerekiyor.

Önemli bir yazarın, deneme-anı-otobiyografi karışımı, hatta biraz da Avrupa tarihi diyebileceğimiz bir kitabı Dünün Dünyası. Yazarın öykülerinde karakterleri için yazdığı psikolojik çözümlemeleri bu kez kendi iç dünyasını yazarken görüyoruz. Avrupa’ya bir ağıt demek de mümkündür bu kitaba. Daha doğrusu Avrupa’ya ve kendine.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

23 Şubat 2018 Cuma

Yıllarca gizlenen bir aşkın inişli çıkışlı hikâyesi

Sadece Avusturya edebiyatının değil dünya edebiyatının da en büyük yazarlarından biridir Stefan Zweig (1881-1942). Onun eserleri acı, hüzün ve ıstırap kadar sevgi, merhamet ve vicdan ile de yoğurulmuştur. Yazılarındaki karamsarlık kötülükten ziyade melankolik bir romantizm barındırır. Anlattığı bütün olumsuzluklara rağmen alt metin okuyucudan olumsuzluğu gidermesi için yardım istiyor gibidir. Hemen hemen bütün eserlerinde benzer ümitsizliği ve çaresizliği görmek mümkündür. Onun yazıya aktardığı bitimsiz ümitsizliğin kaynağı doğrudan hayattır, insanlıktır. İçine düştüğü hengâmeden yazarak kurtulmak istiyordur adeta. Zweig insanlığın gidişatından öylesine mustariptir ki sahip olduğu naiflik intihar sebebi olmuştur.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Stefan Zweig’ın öykü-roman arası diyebileceğimiz onlarca eserinden biri. Telifsiz oluşu nedeniyle piyasada birçok yayınevinden baskısı bulunuyor. Bu yazıda ele alınan eser Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan ve çevirisi Ahmet Cemal’e ait olan altmış sekiz sayfalık kitapçık. Kitabın sonunda çevirmenin yazar ve eser hakkında kısa bir değerlendirmesine yer verilmiş. Yazarın diğer eserleri gibi bunda da yoğun duygu akışı baştan sona yüksek seviyede devam ediyor. Eserde hüzünlü bir aşk hikâyesi üzerinden Stefan Zweig’ın hisli ve kırılgan dünyasına tanık oluyoruz.

Hikâye, ünlü bir yazarın evinden ayrı geçirdiği birkaç günden sonra eve dönüşünde biriken postayı gözden geçirmesiyle başlıyor. Tanımadığı birinden gelen bir mektubu okumaya başladığında sıradan günlerinden birini yaşayan yazarı mektup bittiğinde tükenmiş hâlde buluyoruz. Yıllar önce bir kız çocuğuyken aynı binada kalan (artık kadın olmuş) birinden gelen mektup bir anlamda yazarın kendisini tanımasına vesile oluyor. Mektupta anlatılanlara göre annesiyle yaşayan kızın annesinin evlenmesi sebebiyle yazarın yaşadığı binadan taşınması gerekmiştir. Sonraki yıllarda yazarla bir kaç defa karşılaştıkları ama yazarın onu tanımadığını söyleyen kadın ilk günden beri ona âşıktır. Zaten yazarla karşılaşmalarına sebep olan da kadının bu aşkıdır. Zira kadın aşkı için yazarın evinin bulunduğu sokağa gelerek yazarı görmek ve ona görünmek için çaba sarf etmektedir. Bu karşılaşmalarda birlikte zaman geçirmişler ve kadının yazardan bir de çocuğu olmuştur. Fakat yazarın bundan haberi olmamıştır. Kadın, çocuğun ölümüyle birlikte bir mektupla her şeyi açıklamayı tercih etmiştir. Mektupta yıllar boyu çektiği sıkıntıları anlatan kadını hiçbir şey yazarın onu tanımaması kadar yaralamamıştır. Son ana dek süren bu ümitli bekleyiş çocuklarının ölümüyle nihayete ermiştir. Sevdiği insandan ona kalan tek yadigâr olan çocuğu öldüğüne göre kadının da yaşamasına gerek kalmamıştır.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nda yıllarca gizlenen bir aşkın tek taraflı diyebileceğimiz inişli çıkışlı hikâyesini anlatılıyor. Tek taraflıdır çünkü kadının kendisine âşık olduğundan haberi dahi olmamıştır yazarın. Hayatına giren diğer kadınlardan birisidir o. Kadına göre yazarın kimseye kötülüğü yoktur hatta herkese karşı son derece naziktir fakat gününü gün eden, vurdumduymaz, çevresine ilgisiz bir yaşam tarzı vardır. Bu özelliği onunla iletişime geçmesine engel olmuştur. Aşkını açıklamamasının nedenini yazarın kendisini tanımamasına bağlayan kadın, çocuğu söylememesine gerekçe olarak ise yazara, istemeyeceği bir sorumluluk yüklememek olarak açıklıyor. Yıllarca aşkı uğruna çektiği yoksulluk, sıkıntı ve aşk acısını hiçe sayan kadın yazara dair hiçbir kırgınlık taşımadığını belirtiyor fakat intihar ederken geride bıraktığı bir mektupla sorumluluk yüklemekten kaçındığı omuzlara çok daha ağır bir yük bırakıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

26 Eylül 2017 Salı

Bir intihar yazarı: Stefan Zweig

“Ne bilim, ne felsefe, ne de beşeri sevgiler insan ruhundaki boşluğu dolduramazlar.”
- Pascal

“Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır.”
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi

Edebiyat alanında sözü geçen yazar, şair veya eleştirmenlerce sık sık belirtilen, artık bir kanun haline gelmiş bir yargı vardır: İnsan ruhunun inceliklerini, açmazını, derinliğini, kirini ve alçalmışlığını en iyi anlatan yazar Dostoyevski’dir. Evet, bir yere kadar bu yargıya katılıyorum; fakat iş o raddeye geliyor ki, ‘Dostoyevski’den başka bu durumu gerçekçi ve başarılı bir şekilde eserlerine yansıtan yazar yoktur’a dayanıyor. İtiraz ettiğim konu burada devreye giriyor. Dostoyevski’yi anlatmaya gerek yok. Dostoyevski Dostoyevski’dir. Fakat Dostoyevski’den sonra, yirminci yüzyılda, insan ruhunun karanlık yüzünü başka yazarlar da oldukça başarılı bir şekilde eserlerine yansıtmıştır. Benim favorim ise Stefan Zweig’dır.

Henüz, siparişi yargıçlar tarafından verilmiş bu hayattan ne koku, ne yankı, ne de boya taşımamı yasaklayan belgeyi imzalamama yaklaşık on ay vardı. Vatanımın güzide bir sınır ilinde askerliğimi Rehberlik ve Danışma Merkezi’nde yedek subay psikolojik danışman olarak yaparken, bana tahsis edilen odada, ilk zamanların verdiği –ben neredeyim- buhranla elime belki de o zamanlar için en yanlış yazarın en yanlış kitaplarından birini almıştım: “Amok Koşucusu”. Kendi psikolojimi daha düzeltememişken diğer askerlerin psikolojik sorunlarıyla ilgilenme aşamasına geçmem gerekiyordu; fakat bir taraftan da o anlarda hissettiklerimi birilerine anlatmam gerekiyordu. Elime aldığım kitap ise tam tersi bir şey yaptı. Benim ne hissettiğimi daha ilk öyküden başlayarak seri yumruklar halinde üzerime yolladı: “Oda boştu, havasız gibiydi, kendisini hiç kimsenin istemediği bu yalnızlık içinde o da kendisini bomboş hissediyordu, boş, yararsız, tükenmiş ve yıpranmış; neden burada olduğunu ve neden buraya geldiğini anımsaması için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Günden ne bekliyordu ki titrek, ağır adımlarıyla sessizliği durmadan kat eden saatine böyle huzursuzluk içinde bakıyordu.

Stefan Zweig’in “Amok Koşucusu” adlı öykü kitabı, yazarın kendi ruh dünyasını belki de en çok açıkladığı kitap. Karısıyla birlikte “artık bu dünyada durmanın bir anlamı yok” diyerek Brezilya’da intihar eden yazar, Can Yayınları etiketiyle basılan, 7 öykü ve 191 sayfadan oluşan bu eserindeki her öyküde intihar temasını işliyor. Fakat sonunu bilmemize rağmen konuyu intihar aşamasına öyle ustalıkla getiriyor ki, intihar eden veya etmek üzere olan bir insanın psikolojik dünyasını bütün saydamlığıyla okura hissettiriyor. Hatta bazı öykülerin sonunda kahramanlar intihar etmese, -abartarak söylüyorum- ‘oldu mu bu kadar buhrana intihar etmemek’ diye düşünebiliriz bile. Yazarın intihar kavramına son derece vakıf olduğunu ve bu kavramın bilimsel yönünü de bildiğini düşünüyorum. Sonunda kendi intiharını da gerçekleştirerek pratik açıdan da bu durumu tamama erdirmiş diyebiliriz. Zweig, kitabın ilk öyküsü olan “Bir Çöküşün Öyküsü” adlı hikâyesinde, cafcaflı ve hareketli bir hayattan sessiz sakin bir hayata geçmeye çalışan kadının hikâyesini anlatırken en net hisleri yaşatıyor bence. Kendi açımdan da kitabı okuduğum zamanlarda hissettiklerimi en iyi yansıtan öykü, bu öykü olmuştu. Sayfaları açtığımızda insanı çarpan, yaşadığı ânı sorgulatan, hissedilen şeylerde bir karmaşıklık sezdiren bu öykü, Zweig’in iç dünyasını en iyi anlatan öykü kanaatimce. Hatta kitaba adını veren ve kitabın en uzun öyküsü olan “Amok Koşucusu”ndan bile önde görüyorum bu açıdan. Kitabın adı “Bir Çöküşün Öyküsü” olsa daha kötü olmazdı: “Ama burada gün ne kadar da uzuyordu. Saatler de tıpkı insanlar gibi ağır adımlarla ilerliyor gibiydiler, onları hızlandırmanın çaresini de bulamıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu, içindeki sesler susmuştu, yüreğindeki neşeli müzik, kurma anahtarı kaybolan bir oyuncak saat gibi durmuştu. Her şeyi denedi, kitaplar getirtti ama en keyifli kitaplar bile sanki yalnızca birer yazılı kâğıttı. Üzerine bir huzursuzluk çökmüştü, yıllardır aralarında yaşadığı insanların özlemini çekiyordu. … istediği bir tek şey kalmıştı: Gece ve iyi haberleri alacağı sabaha kadar çekeceği deliksiz, düşsüz bir uyku.

Öykülerinde, başlarda mutlu olan insanların gitgide çöküşe doğru gitmesini büyük bir açıklıkla işleyen yazar, ölüm temasının insanda gerçekleştirebileceği hissizliğe de zaman zaman vurgu yapıyor. “Ölenle ölünmez” sözünü “Amok Koşucusu” adlı öyküsünde kendine göre açıklayan yazar, kaybettiğimiz kişileri unutuyor olabilmemizi sorguluyor: “Bir tek… bir tek şeyi aklım almıyor… nasıl oluyor da insan böyle anlarda yanındakiyle birlikte ölmüyor… nasıl oluyor da insan ertesi sabah uykudan uyanıyor, dişlerini fırçalıyor, kravatını takıyor… benim hissettiklerimi yaşayan biri nasıl oluyor da yaşamaya devam edebiliyor, onun soluğu, uğruna mücadele ettiğim, ruhumun bütün gücüyle elimde tutmak istediğim o ilk insan nasıl da elimden uçup gitti… nereye bilmem ama gitgide hızlanarak gitti, bense o hasta zihnimde bu insanı, bu tek kişiyi alıkoyabilmek için hiçbir şey bulamadım…

Zweig’in kitap içindeki “Amok Koşucusu” öyküsü, bazı değerlendirme yazılarında içerdiği bazı unsurlardan dolayı tenkit edilmişti. Özellikle siyahi insanlar için ırkçılık olarak addedilebilecek ve onları aşağılayabilecek şeyleri hiç çekinmeden öykülerine yansıtması en çok eleştirilen konulardan biriydi. Bu tür düşüncelere hak vermekle birlikte, yazarın kişiliğinden ziyade ortaya konan eserin değerlendirilmesi kanaatindeyim. Emrah Serbes’in dediği gibi edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla dolu. Bir de “Zweig’ın düz yazıları iyi, kurmaca eserleri aynı başarıda değil” diyenlere hiç katılmıyorum. Zweig, kurmaca eserlerinde insan psikolojisini ve insanın karanlık yüzünü en iyi anlatan yazarlardan biri. Özel hayatının ve düşüncelerinin türünün bunu değiştireceğini sanmıyorum.

Dil konusuna da değinecek olursak; Stefan Zweig’in daha önce herhangi bir kitabını okuyan biri için değişen bir şey yok. İlk kez okuyacaklar içinse şunu diyebilirim ki, bu kadar akıcı bir anlatım ve sade bir üslûp her yazarda olan bir şey değil. Üstelik psikoloji gibi ağır bir konuda dili bu kadar rahat kullanabilmesi Zweig’in neden yirminci yüz yılın en iyi yazarlarından biri olduğunu gösteriyor.

Kitaptan bazı alıntılar:
- Ama saatler çok inatçıydı, söverek, yalvararak, altın vererek onları hızlandırmak olanaksızdı, uykulu adımlarla turlarını tamamlıyorlardı.
- Odaya yavaş yavaş akşam doldu, ama o akşamı hissetmedi. Çünkü akşam ağırdan alır. Öğle zamanı gibi küstahça pencereden içeri bakmaz, duvarlardan karanlık sular gibi fışkırır, tavanı boşluğa doğru kaldırır, her şeyi yavaş yavaş alıp sessiz sularının içine karıştırır.
- İnsan gençken yalnızca başkalarının hastalanıp öleceğini düşünür.
- İnsan her şeyini kaybederse, elindeki son şeyi kaybetmemek için umarsızca mücadele eder.
- Tanrı’nın ilkel kulları gülmeyi, yani duygularını sevinçle ve özgürce dışa vurmayı bilmezler.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

2 Mart 2017 Perşembe

Kendini bir kez bulan bir daha kaybetmez

"Hayatın bizim için ne anlam ifade ettiği, hayatın karşımıza neler çıkarttığı ile değil, bizim, hayatın karşısına çıktığımız tavırla belirlenir; başımıza gelenlerden çok, bizim olanlara verdiğimiz tepkiler ile gelişir."
- Lewis Dunnington

Burjuva bir bireyin, hayatında yaşadığı ruhsal dönüşümü konu alan bu eseri değerlendirmeden önce, burjuvazi hakkında temel birkaç bilgi vermek istiyorum:

Burjuva; köylü, işçi ya da soylu sınıfına dahil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişiye denir. Bu insanların oluşturduğu sınıfa da burjuvazi denir. Bu kavram, Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından yazılan "Komünist Manifesto"da, kapitalist orta sınıf anlamında kullanılmıştır. Marksist terminolojide ise, kapitalist sistemde üretim araçlarına sahip olup, emekçilerin değerine el koyan sınıf olarak kullanılır.

Günümüz dünyasında varoluşsal problemlerle boğuşan, uğraşan ya da bu problemler hayatında hiç yokmuş gibi davranan bireyler oldukça çoğaldı. Sahip olunan nesnelerin çokluğuyla beraber değişen ihtiyaçlar, daha doğrusu ihtiyaçmış gibi lanse edilen birçok şey hayatımıza girdi. Üstelik artan nüfus, değişen demografik yapı, suç oranlarının artması ve elbette ki yanlış ‘kentleşme’ sonucunda, apartmana hapis bir nesil yetişiyor. Etrafında olan bitenden haberdar olmayan, kendi küçük dünyalarında nefes almaya çalışan, genelde maddi durumu iyi olan, bir şeyi elde etmek için (bilgi, sevgi, maddi bir şey vs.) çabalamakla uğraşmamış, her şey önüne hazır gelmiş bu bireylerin, yaşıyor olduklarını duyumsadıkları ne kadar gerçek bir teori olabilir? Özellikle maddi olarak üst tabakadaki kişilerin çocuklarının; gittikleri okullarda, son derece sterilize olarak, bir şeyin yokluğunu çekmeden, dış dünyayı bilmeden yetişmesi neticesinde, ruh hallerinin normal olacağını düşünmek çok mu iyimser bir varsayım?

"Olağanüstü Bir Gece", böyle bir bireyin, ailesinden kalan parayla ömür boyu çalışmadan yaşayabilecek bir baron olan, bir burjuva olan Friedrich Michael von R’nin hikayesi. Stefan Zweig’ın muhteşem eseri. Kitap, başkarakter R.’nin ağzından anlatılıyor. Kendi hayatında dönüm noktası olan bir geceden, o gecedeki altı saatten bahsediyor. Daha öncesinde hayatını nadir eserler toplayarak koleksiyonculuk yapmaya, gezmeye, eğlenmeye adayan R., 7 Haziran 1913’te başından geçen ‘o’ geceden sonra hayatını tamamen değiştiriyor. Öyle bir değişiklik ki, siyahla beyaz gibi: “İngilizlere özgü kusursuz dikilmiş bir takım elbisenin toplum içinde hiçbir biçimde göze batmayışı gibi benim varoluş biçimimde de dikkat çekici hiçbir şey yoktu ve en çok hoşuma giden yanı da buydu. Sanırım hoş bir insan olarak algılanıyordum; sevilen, birlikte vakit geçirmekten hoşlanılan biriydim ve beni tanıyanların çoğu mutlu bir insan olduğumu söylerlerdi.

Kendini böyle tanımlıyor R. Fakat bir gün, sevdiğini sandığı kız arkadaşının onu terk etmesi sonucunda hiçbir şey hissetmemesi, suya atılan ilk çakıl tanesi oluyor. Daha sonra sevdiği bir arkadaşının ölümü üzerine yine hissiz kalması, otuz altı yaşına kadar steril bir hayat süren R.’yi son derece rahatsız ediyor ve R. yaşamadığını hissetmeye başlıyor. O zamanlar kendini “O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamada tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.” şeklinde gördüğünü söylüyor.

Bunları fark ettikten sonra R., elinde olmadan bir hırsızlık işliyor. Fakat bu hırsızlığı işledikten sonra geri dönüş için çabalarken, hırsızlığın verdiği suç duygusu ve yaşadığını hissetme duygusu öyle kabarıyor ki, hayatı boyunca suçlu bir bireymiş gibi yaşamaya devam ediyor. Aldığı haz duygusu, işlediği suçun tamamen önüne geçiyor. R. bunları yaşarken yazar, karakterde, süperego ve id çatışmasını, çok başarılı bir şekilde okura yansıtmış. Karakterdeki süperego-id çatışmasını kazanan id oluyor ve bu kitap sonuna kadar böyle devam ediyor:

Ve fayton düşler içindeki bedenimi üst tabakanın toplumsal dünyasının içinden ağır ağır geçirirken ben basamak basamak, insana dair olanın içindeki derinliklerine indim; bu sessiz yolculukta tarifsiz bir yalnızlık içindeydim, üstüme sadece aniden aydınlanan bilincimin parlak meşalesinin ışığı düşüyordu.

Ah, canlılığım her zaman vardı elbette, sadece yaşamaya cesaret edememiştim, kendimi boğazlamış ve kendimden gizlemiştim; fakat şimdi bütün o baskı altındaki güç patlamıştı, yaşam denen o zenginlik, o tarifsiz kudret bana galip gelmişti.

Stefan Zweig’ın eserlerine baktığımızda, harika bir gözlem gücüyle beraber, dilin mükemmel bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Yazar, basit-kısa bir şekilde anlatılacak bir kavramı veya olguyu; daha fazla kelime kullanarak, ancak okuru sıkmadan, akıcı bir şekilde süslüyor ve doyumsuz bir ifade gücü yakalıyor. İnsan psikolojisinin karanlık köşelerini, hikayelerinde başarılı bir şekilde resmediyor. Bir Zweig kitabı elime aldığım zaman, iyi bir kitap okuyacağımdan emin olarak oturuyorum masanın başına. Keşke intihar etmeseydi de daha çok sayıda eser ortaya koysaydı, fakat belki de R.’deki dönüşüm, Zweig’da yerini intihara bıraktı.

Olağanüstü Bir Gece, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yayımlanan 69 sayfalık incecik bir hikaye kitabı. Fakat kendi deneyimlerime göre söylersem, ince kitapların birçoğunda olduğu gibi bu da, oldukça vurucu. Vuruyor ve etkisini bir anda hissettiriyor insan beyninde. Zweig’ın eserlerinin çoğu böyle aslında. Mutsuzluklar, karamsarlıklar, suçlar, intiharlar her zaman insan beyninin kıyılarına vuruyor.

Yazar, başkarakter R.’nin, ruhsal dönüşümünü tamamladıktan sonra evine dönerken hissettiklerini “Gecenin içinde Prater’in çıkışına doğru tek başıma yürüdüm. Bastırılmış her şey içimden kopup gitmişti, daha önce hiç tanımadığım bir doygunlukla kendi dışıma taştığımı, sonsuz evrene karıştığımı duydum. Her şeyi sanki sadece benim için varmış gibi algılıyor, her şeyle yeniden coşkuyla bütünleştiğimi hissediyordum. Etrafımı saran karanlık ağaçlar bana fısıldıyordu ve ben onları seviyordum. Yıldızlar yukarda parıldıyor ve ben onların aydınlık selamlarını soluyordum. Bir yerlerde söylenen şarkıları işitiyor ve benim için söylendiklerini düşünüyordum. Yüreğimdeki kabuğu kırdıktan sonra bir anda her şey benim olmuştu, kendimi bırakmamın, kendimi armağan etmemin sevinci içimde kabarıyordu. Birilerini sevindirmenin ve bundan sevinç duymanın ne kadar kolay olduğunu hissediyordum: İnsanın kendini açması yeterliydi, insandan insana canlı bir akış başlıyordu hemen, yükseklerden derinlere iniyor, derinlerden tekrar sonsuzluğa yükseliyordu.” şeklinde satırlara yansıtmış.

Yaşadığımız zaman, kendimizi hissetmeyi bırakıp, sadece sistemin izin verdiği hayatı yaşamaya çalıştığımız bir zaman. Kendimizi hissetmiyoruz. R.’nin bir suç işleyerek hayatı hissetmeye başlaması bize yadırgatıcı gelebilir; fakat bu sadece bir metafor. Birçok şeylerden sonra canlılığımızı duyumsayabiliriz. Zaten R. de suç işledikten sonraki yaptıklarında insanlara yardım ettiğindeki hazzı da keşfediyor ve bunun üzerine yoğunlaşıyor. Belki de kitap biraz daha uzun olsaydı, çevresine sürekli yardım ederek kendi varoluşunu hisseden, ruhsal doyumunu tamamlayan bir R. görecektik. Kendini anladıktan ve hissizliğin getirdiği hastalıklı duygudan kurtulduktan sonraki hayat, R. açısından daha canlı geçiyor. Önemli olanın bir kere kurtulmak olduğunu söylemiş yazar. Araba kullanmak gibi belki de, bir kez kullanmayı öğrendikten sonra ömür boyu unutmuyorsunuz. Kendinizi bir kez bulunca bir daha kaybetmiyorsunuz: “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10