Sezai Karakoç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sezai Karakoç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2022 Salı

Şems bir soruydu, bir cevaptı Mevlâna

Bir şairin dilinden ve gönlünden bir mutasavvıfı okumak elbette ki heyecan vericidir. Ancak Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî ve Sezai Karakoç isimlerini yan yana yazınca, heyecanımız daha da muhabbetli oluyor. Teferruat denizinde boğulmadan, ilm-i ledün’ün teknik kavramları içinde çırpınmadan, şairin “bence” demeden ve dolayısıyla benliğini ortadan çekip çıkartarak yazmış olduğu, baştan sona muhabbet kokan bir kitap: Mevlâna. Sayfalar boyunca inci gibi dizilmiş hakikatler; bilenler için ayrı, bilmeyenler için ayrı tütüyor. Şairin kanaatleriyle dolu değil bu kitap, gönlünden akanlar karşımızda. Bazı sayfalar bir çırpıda (cezbe) yazılmış gibi, bazı sayfalar can havliyle (gayret), bazı sayfalarsa derin bir iç çekişle (muhabbet). Bu üç tasavvufî zor mesele, Sezai Karakoç’un şairliğinde öyle sarsıcı biçimde okunuyor ki onu hayal dünyamızda bambaşka bir yere yerleştirebiliyoruz: Kubbe-i Hadrâ’da, başında Mevlevî sikkesiyle, pîre teveccüh kılmış bir Sezai Karakoç. Koca bir insanlık için, geçmiş ve gelecek için, çocuklar ve kalbi kırıklar için dualar ediyor. Kendisi hiç, başkaları hep. Hakiki bir derviş gibi.

Ölümü düğün gecesi (şeb-i ârûs) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır? O güçlü, yenilmez insan, Mevlâna’dır. Ölüme ve hayata, zamana ve tarihe yenilmeyen insan. Ölümünün üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun önünde saygıyla eğiliyor. Dünyada ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de, anılacak. İnsanlar hep önünde saygıyla eğilecek.” sözleriyle açılıyor kitap. Böyle açılarak, bazı şeylerin asla ıskalanmaması gerektiği de ortaya çıkmış oluyor: Eski zaman bilgelerinden -böyle yazınca pek havalı oluyormuş- yani evliyaullahtan bahsederken “şöyle bir zât idi”, “böyle bir zât idi” dememek lâzım. “Şöyle bir zâttır”, “böyle bir zâttır” demek lâzım. Terk-i diyar etmiş değiller, bizi bırakmış değiller, kaybolmuş hiç değiller. Evet âlem-i gayb’ın içindeler, yani büyük gönül âleminin. Orada aşklarıyla, muhabbetleriyle, sevgileriyle ve tasarruflarıyla “çekim yasasını” işletmeyi sürdürüyorlar. Nedir bu çekim yasası? İşte bugün, hâlâ yana yakıla onlardan bahsediyoruz, onlara dair sohbet ediyor, yazılar yazıyoruz. Neden? Bizi sevdikleri için. Muhabbet elbette ki yukarıdan aşağıya doğrudur. Onlar bizleri sevmeseydi ne biz onlardan haberdar olabilirdik ne de onları sevebilirdik. Lutfettiler ve bir avcı gibi gönüllerimize fırlattıkları muhabbet oklarıyla bizi kendilerine çektiler. Huzur bulduk, buluyoruz, şükrünü eda etmekten aciziz. Burası böyle. Diğer yandan, bugün her ne kadar “moda” gibi görünüyor olsa da, hakiki âşıkları, dervişleri, sâdıkları taklit etmenin bile insanın terbiye ettiğini bilenler bilir. Bilmeyenler de bilir inşallah, diyelim. İnsan, kendini gözlediğinde, sadece taklit ederek geldiği seviyeyi kavrayabilir. Bundan sonrasıysa yetinmemektir. Aşkın da ilmin de sonu olmadığından, muhabbeti sınırında -yani sınırsızlığında- yürümek gerekir. Yoldan bahsetmiyoruz bile zira yeryüzünde yolsuz insan yoktur. Buyurun, “Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın”, Sure-i Hûd’un 56. Ayetidir, pek büyük bir müjdedir.

Sezai Karakoç, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin hayatına bakarken bu müjdeyi görüyor, bizim de görmemizi istiyor. Yeryüzüne böyle bir kâmil insan gelmiş, üstelik bizim Konya’mıza gelmiş, onun Anadolu’da açtığı irfan mektebi dört bir yanı aşkıyla yakmış, bu büyük nasip dünyanın dört bir yanını sarmış, bunu yeniden hatırlamamızı istiyor şair. Bugün dünyada en çok satılan kitapların başında geliyor Mesnevî ve dünyada hakkında en çok eser yazılan insanların başında geliyor Mevlâna sultan. Üniversiteler Hz. Pîr’in adına özel çalışmalar yapıyor, daha önceki tercümeler herkesin anlayabilmesi için yeniden gözden geçiriliyor, insanlık âlemine ve kâinata sunuluyor. Neticede herkes, kendi kabına göre anlıyor, anlamaya çalışıyor. Bir bilenle karşılaştığında, daha fazla bilmek istediğini görüyor. Çekim yasası, muhabbetin yüzeyde kalmasına razı gelmiyor, derinleşme istiyor. Tabiri caizse, “Benim aldığım izinden haberin var mı? Bu izinin geldiği kaynağa seni de götüreyim istemez misin?” diye soruyor. Şairden okuyalım: “Bir izin gereklidir. İçten gelen izin bile yetmez buna. Horasan ellerinden, Doğudan, ata yurdundan (o yurt ki sahabenin oraya gidişiyle Mekke ve Medine’nin uzantısı olmuş, yüzyıllar içinde mânevi ilimler ve yaşantılarla yoğrulmuş, taşı ve toprağıyla keramet ve hikmet yuvasına dönüşmüştü) bir esinti, bir teşvik, bir ilham, bir izin gelmelidir ki, insanın içi içine sığmaz olsun, kalkıp ilâhî neşenin âhengiyle semâ yapsın, kulağında öteden gelen ney sesleri, muştunun ve umudun nağmeleri olsun. Bir kıvılcım gerek ki, güneşte âdeta pişmiş olan bu ruh kömürü ateş alsın, alev alsın. O zamana kadar, alınanlar, verilenler, baba ve halifelerinden alınanlar da dahil, bir nevi ruhun kendi iç monoloğudur. Bir diyalog gerekli ki, taş taşa, demir demire sürtünsün ve ondan ilâhî kıvılcım çıksın. O kıvılcım da bütün ruhları sarsın ve alevlendirsin.

İşte şairin fevkalade bir önemle dile getirdiği o olması gereken diyalogun sahibi de Şems-i Tebrizî’dir. Onun gelişiyle ilâhî kıvılcım çıkmış, yanan sadece Mevlâna’nın kendisi değil, henüz küçük yaşta aldığı müjdedeki gibi yeryüzündeki bütün âşıklar da yanmıştır. Sezai Karakoç, bugün pek çok tasavvuf araştırmacısının ve hatta akademisyenin yapamadığını yaparak, Şems-i Tebrizî’nin Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’de neyi gerçekleştirdiğini harikulade ifade etmiştir. Esasında, Hızırla Kırk Saat’te yazdığı “Şems Bir Soruydu, Bir Cevaptı Mevlâna” dizesini bu kitabında şerh ediyor şair. Önce, hepimizin karşılaşması, belki bakıp görmesi, keşfetmesi gereken Şems’i fısıldıyor, “Şems-i Tebrizî... Kimi zaman nefsimizi sarsan ruhtur o. Kimi zaman bir aynadır ki, bize bütün eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykırır. Ama biz ne yaparız, kusurlarımızı, eksikliklerimizi düzelteceğimize, kızar, tutar aynayı kırarız.” diyor. Sonra; gelişi ayrı gidişi ayrı sırlı olan ve nereye konulacağı noktasında hâlâ şaşılan Şems-i Tebrizî’nin hakikatte ne olduğunu “görmek istemeyenlere” gösteriyor şair. O, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhidir. Sohbetin tasavvufta nasıl bir önemi olduğu, Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasındaki ilişkide gözlemlenebilir. Onlar, ikiyken bir olmuş değillerdir, benlik duvarından kerpiç kopara kopara birliklerini aşikar etmişlerdir: “Şems-i Tebrizî’nin gelişiyle, fünye ateş aldı ve birikip sıkışmış bomba infilâk etti. Mâneviyat dünyası, Konya Okulu’nu kazandı. Doğu ve batı birleşti. Leylâ ve Mecnun ateşi, bir şimşek gibi yandı ve muratlar hasıl oldu. Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri ateş aldı. Yüksek fırın, geç ısınır, geç ateş alır, fakat sonunda ateş aldı mı o artık kolay kolay sönmez. Uzun ömürlü olan ateştir o. Demiri eriten, ateşe çeviren, istenilen şekli vereceğiniz bir uysallığa erdiren büyük ateş ocağıdır o. Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silâhını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.

Üç büyük insan vardır ki Sezai Karakoç için medeniyet dairemizde hayati bir öneme sahiptir. İmam Gazzâlî; medeniyet katına yükselmiş İslâm düşüncesini sapmalardan, materyalizm ya da sahte spiritüalizm yönlerine kaymalardan kurtarıp hakikatine, yani sırat-ı müstakim’e oturtmuştur. Muhyiddin İbnü’l-Arabî; hakikatlerin özüne indi, nice ayetin sırrını açıkladı, maddenin gölge ve ruhun asıl olduğunu haykırdı. Böylece Gazzâlî akıl” dünyasının, İbnü’l-Arabî de “ruh” dünyasının pîri oldu. Sonra Mevlâna (aşk) geldi, cümle eksikler tamam oldu. “O, aklın, idrâkini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendine inananlara ve güvenenlere. Ârif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı O’nun gözünde… İslâm düşünce dünyasının büyük üçgeni ya da sacayağı da diyebilirsiniz bu üç büyüğe. İmânın tehlikeye düştüğü noktalarda beliren ışıklardır bunlar. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin mucize ışıklarının devam edişi. Pencerelerden pencerelere, şehirlerden şehirlere, ülkelerden ülkelere, yüzyıllardan yüzyıllara vuran ölmez ve sönmez hakikat ışıkları…

İşte, Sezai Karakoç böyle “arif bir şairdi”, değil; böyle arif bir şair…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Ocak 2021 Cumartesi

Sezai Karakoç'un gönlündeki Yunus Emre

"Sorun Tapduk'lu Yûnus'a bu dünyadan ne anladı
Bu dünyanın kararı yok sen neyimiş ben neyimiş
"

Her evin, her mahallenin, şehrin ve ülkenin şüphe yok ki bir rehberi, kılavuzu vardır. Kimileri yalnız belirli dönem aralıklarını etkileyip fikirleriyle birlikte ölmüştür, kimileriyse fizikî ve ruhî etkisini hiç yitirmemiş, yani ölmemiştir. Kadim geleneğimizdeki "âşıklar ölmez" sözü buradan gelir. Her âşık bir rehberdir. Bazısı bize ayakkabının nasıl yapılması gerektiğini öğretir, bazısı da iyi çorba kaynatmanın yollarını. Onlar bu dünyevî işlerini yürütürken aslında birer metafor kullanırlar. Esas olanın ayakkabı değil yürümek, çorba değil sabretmek olduğunu söylemiş olurlar. Rehber yalnız danışılan değildir, o hiç umulmadık bir anda ortaya çıkabilir ve diliyle eylemini öylesine birleştirir ki bu birlik tevhidi anlamamıza, bilmemize, görmemize, işitmemize ve hatta nesilden nesile aktarmamıza vesile olur. Türk topraklarını kuran ateşin adı tevhid ise o ateşi harlayan ilk nefesi üflemiş ululardan biri de Yunus Emre'dir.

Biz, topraklarımızdan bahsederken vatan ve ocak kelimelerini kullanırız. İki kelimeyi de çok severiz, kutsal biliriz. Türkülerimizde, şiirlerimizde ve dualarımızda muhakkak bu iki kelimeye yer veririz. "Allah'ım vatanıma birlik ver, ocağıma bereket ver" deriz. Ocağımız, vatanımızın içinde olduğu için ocaktır ve vatanımız, birçok ocağa sahip olduğundan vatandır. Bu kuvvetli birliğin ardına bakabilmek için bilhassa XI. ve XIII. yüzyıl arasında bol bol seyahat etmemiz gerekir. Peki evvela ne görürüz? Elbette henüz kuvvetli ideal bağlarından yani varoluş tasavvurundan uzak bir iklim görürüz. Coğrafya karışıktır; kan, savaş, kayıp, yas, mücadele. Yani ciddi bir kopukluk vardır. Birbirinden ayrı olan birçok karakter sanki birbirini bulmak için oradan oraya sürüklenmektedir. Onların en büyük yoldaşı duadır bu dönemde. Kavuşmak, bağlanmak ve birlik için dua. Diğer yanda bu kopukluğu fiziken olmasa da manen onaran, ören nefesler vardır. Onlar için her gönül bir ocaktır. Dolayısıyla evvela gönüllere üflemek gerekir o tevhidî nefesi. Ateşi gönlünde hisseden her karakter ufak ufak yakınlaşmaya başlar birbirine. Ben'den biz'e, yani bir'e doğru giden bir yol kurulur. İşte Yunus Emre bu yolu şu 'dua'sıyla kuranlardandır: "Özenirsen gardaş tevhide özen / tevhiddir nefsinin kal'asın bozan / hiç kendi kendine kaynar mı kazan / çevre yanın ateş eylemeyince."

Yol kurulur dedik, bu yolun tasavvuftaki karşılığının tarikat olduğu herkesçe bilinir. Tarikatların vücut bulduğu fiziki yerlerin yani mekânların adı da dergâhtır. Edebiyatımızda dergâh, kapı olarak da nitelendirilir. Kapı aramak, kapıya varmak sözleri buradan gelir. Başa dönersek, rehber dediğimiz karakterin tarikattaki karşılığı olan mürşit (şeyh) işte bu kapılarda dervişlerini yetiştirir, zaman zaman da halkasına yeni dervişler katar. Bu halkalar genişledikçe tarikatlar arasındaki benzerlikler ve farklılıklar muazzam bir kültür iklimini ortaya çıkarır. Şiir, mûsıkî, mimarî buralardan neşet eder. Yunus Emre, kendisini yetiştiren Tapduk Emre'nin dervişi olabilmek, yani bir kapıya varabilmek için nefsini bir kenara bırakmış, yıllarca odun kesip taşımıştır. Zamanla şeyhi, onun kestiği odunların gayet muntazam olduğunu fark etmiştir. Bu muntazamlıkta tevhid sırrı vardır. Benzer olmak değil, bir olmak. Diğer yandan birliğin lezzeti, bereketi, estetiği de beraberinde gelir. Yunus aslında bu kapıya varmak için dimdik olmak lazım, eğri olmamak lazım demek ister. Efendisi de bunu hemen anladığından onu dervişi olarak kabul eder. İşte açılmış olan yol Yunus Emre'yle iyice genişleyiverir. Çünkü o yalnız kendi yolunun yolcusu olmakla kalmamış, birçok yola da ışık (ışk/aşk) tutmuştur. Bundandır ki Türk toprağının birçok yerinde mezarı bulunur. Çünkü Yunus Emre'nin üflediği nefes, yaşadığı çağlardan itibaren birçok gönlü yakmıştır, yakmaya da devam etmektedir. Yukarıda geçen dizelerinin devamında tevhid, tarikat, aşk üçgenini şöyle tamamlar Yunus: "Değme kişi gönül evin düzemez / Hakk'ın taktirini kimse bozamaz / tarikat ummandır dalıp yüzemez / aşkın deryasını boylamayınca."

Kimlik, hareketlerle birlikte tanımlanan bir şeydir. Kimliğin derininde aksiyon vardır, daha derininde ontolojik mücadele vardır. Dolayısıyla tarih bilimi hem kronolojik hem de antropolojik deryada gidip geldikçe kimliği tanımlamakta zorlanıyor, en çok da eksik kalıyor. Bazen bu eksiklik ya hamaset edebiyatıyla yahut da hiçe sayan bir edebiyatla doldurulmaya çalışılıyor ki işte tam bu devrede Yunus Emre gibi ulusların söylediklerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Yunus Emre, Türk kimliğini ve dolayısıyla varlığını ontolojik bağlamda net biçimde tanımlamış bir ulu zattır. Onun şiirleri Türk karakterinde dualara, türkülere, hikâyelere dönüşmüştür. Her zamanda, her açmazda Türkler ona başvurmuş ve sorularına cevap bulmuştur, bulamadığında dahi sadece arama eylemiyle bile kendini, kimliğini yeniden keşfetmiştir. Bu toprakların hamurunu mayalayan erlerden, erenlerden kimisi sözü, kimisi de özü söylemiştir. Yunus özü söyleyendir, özümüzü.

Sadık Yalsızuçanlar ağabey, 28 Aralık 2020 akşamı sevgili dost Orhan Gazi Gökçe ile iki saate yakın bir muhabbet eyledi. 2020 içinde dinlediğim-izlediğim en güzel muhabbet oldu. Sıkça not aldım, koşup kitaplıktan birçok kitabı yeniden indirdim. Söz Sezai Karakoç'a geldiğinde "Azizler yaşar, şairler yazar. Aziz-şairler ise yaşadıklarını yazar." demişti Sadık ağabey. Böylece raftan seneler sonra bir kitap yeniden indi. O kitap, Sezai Karakoç'un Yunus Emre'siydi. Anadolu topraklarını bereketlendirmeyi fasılasız sürdüren Yunus'umuzu Türkçenin bir başka büyük şairi Sezai Karakoç'un dilinden, gönlünden okumak bambaşka bir zevk. Şimdiye kadar yazılmış belki onlarca Yunus Emre kitabı var. Çünkü herkesin kendi gönlüne göre bir Yunus'u var. Karakoç kitabında Yunus'un şiirini izah ederken onun nerelerden beslendiğini, hangi duygu ve düşünceler eşliğinde o dizeleri döktüğünü, o dizelerin neden halk tarafından çok sevildiğini ve kıyamete ulaşacak kuvvette olduğunu, son derece yalın biçimde anlatıyor. Bunu yaparken kuram veya teknik değil, tıpkı Yunus gibi aşk ve gönül konuşturuyor. 

"Derdim vardır inilerim" demiş Yunus. "İnsan bir türlü dünyaya alışamayan, bu şartlarla uyuşamayan, ona daima yabancı, dertli bir dolaptır. İnleyen bir dolaptır. İnsan ve şair bir dertli dolaptır. Dolabın iniltisi de şiir." demiş Karakoç.

"Başları ucunda hece taşları / ne söylerler ne bir haber verirler" demiş Yunus. "Büyük sanatçılar, gerçeğin üzerine eğilir ve onu, aslıyla bulmaya çalışır. O, yavaş yavaş keşfedilir. Parça parça. Yunus da böyle. Ölüm sırrı aranırken, eşya bile susar ve merhametsizdir." demiş Karakoç.

"Süleyman kuş dili bilir dediler / Süleyman var Süleyman'dan içerû" demiş Yunus. "Aslında hilkat sırrı bir kuş dilidir ve kuşlar, balıklar, Süleyman içinde Süleymandırlar. Ve eşya, iç içe açılan kırk kapı gibidir, iç içe açılan Süleymanlardır. Ve Yunus'un şiiri, eşyadan ve akıştan Süleymanlar devşirir" demiş Karakoç.

Okullarda okutulması, ailelerde konuşulması, dostluklarda çözülmesi gereken bir sır bu kitap.

"Ne beslersin bu teni
Sinde kuş kurt yer gider"

Bir nasihat olarak, bir kuvvet olarak okunmalı. Hepimize yakıt olmalı.

"Gir gönüle bulasın Tûr
Sen-ben dimek defterin dür"

Çünkü Yunus'un tek gayreti sevmek, en büyük mesleğiyse birleştirmek...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Mayıs 2018 Çarşamba

İnsanın ruh ve anlam dünyasında ramazan ve oruç

Ramazan ayı ve oruç hakkında edebiyatımızın verimleri genellikle bu aya ait hatıralar etrafında toplanır. Ayrı bir bahis olarak, Osmanlı şiirinde Ramazan ayının gerek dini yönü gerekse kültürel ve folklorik tarafıyla ele alındığı Ramazaniyye'lerin yazılmış olduğunu görürüz. Modern zamanların kronik bir huyu olarak, sürüp gelmekte olan ''yeni''nin hep eskiyi aratması durumu, en çok Ramazan'a isabet eder. Bu sebeple modern zamanlarda Ramazan çevresinde yazılan yazılar çoğunlukla çocukluk çağına, eski Ramazan'lara dair özlemleri dile getirir.

Ramazan'a ait bambaşka bir hüzne ise Yahya Kemal'de rastlarız. Yahya Kemal, Atik Valde'den İnen Sokak'ta şiirinde bir Ramazan günü iftara yakın dakikalarda insanların iftara hazırlıklarını ve Ramazan maneviyatının tatlı bir bekleyişe çevirdiği sokakların sükunetini resmettikten sonra o dakikalarda bu manzaranın içinde yer alamayışını, ayrı düşüşünü ve böylelikle yaşadığı hüznü dile getirir:

"Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
''Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı çok şükür.''

Şiirden hareketle söylemek gerekirse Yahya Kemal'in orucu idraki, fert olarak içinde bulunduğu oruçsuzluk haliyle yaşadığı yalnızlık ve hüznün yanı sıra millet, cemiyet, kültür ve aidiyet dikkati çevresinde geliştirdiği genel görüşüyle bağlı ve sınırlıdır.

Bana kalırsa Ramazan ayı, oruç ve bayramın anlamı, içeriği ve hikmeti üzerine edebiyatımızda en görkemli metinleri Sezai Karakoç yazmıştır. Samanyolunda Ziyafet adlı kitapta toplanan, yıllara sari olarak genellikle Ramazan aylarında kaleme alınmış bu yazılar, oruç ve Ramazan'ın insanın ruh ve anlam dünyasında nasıl bir farklılaşmaya, olgunlaşmaya kaynaklık edeceğini çok çarpıcı tespitlerle ortaya koyar. Orucun ne gibi hikmetleri sakladığını ve içerdiğini kollayan bu tefekkür toplamı, adeta Ramazan'a ve oruca ait ufuk çizgimizi daha ilerilere taşır. Onu özellikle bir kültür düzeyinden öteye idrak edemeyişten özgürleştirir.

İnsan hangi fiili işlerse işlesin, yaptığı o fiili hep daha iyi meydana getirme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyelin önündeki en büyük engel alışkanlıkların yatağında büyüyen bir durağanlık ve gaflettir. İşte Ramazan ayının gelmesiyle en basit alışkanlıklarımızda birdenbire bir değişmeyle başlayan daha karmaşık yanımız, ruhumuza doğru genişleyen bir başkalaşım belirir. Oruçla insan alışılmışın dışına çıkar. İlk olarak sürekli tükettiği gıdalar birden daha canlı ve koyu renkleriyle kendini belli eder. Ekmek, daha da ekmek, su daha da sudur artık.

''Oruç önce eşyayı diriltir. Elbet, eşyanın bu dirilişi, insan açısından bakılıncadır. (...) Sıcak bir yaz gününden sonra iftarda içtiğimiz bir bardak suyu, hiçbir gün farkına bile varmadan içtiğimiz bir bardak suyla değiştirir misiniz? İftar yemeği, dış ölçülerle, her günkü akşam yemeğimizden farklı olmadığı halde, neden o hiç unutulmaz, öbürleriyse hiç hatırlanmaz? Sabah kahvaltılarında her gün yediğimiz zeytinle, oruç açan zeytin taneleri arasındaki diriliş ve dirilik farkını açıklamak bile fazla.'' (sf. 72)

İhtiyacın şiddeti ihtiyaç duyulan şeyin özelliğini ve kıymetini daha bir olgunlukla düşünme fırsatını beraberinde taşır. Her gün tükettiğimiz gıdaların tek tek nasıl meydana geldiği, bunun yanında topyekun yeryüzünü, doğayı insan için adeta kurulmuş bir sofra oluşunu düşünebilmeye, böylelikle nimetin ve nimeti verenin kadrini bilebilmeye yepyeni bir imkan olarak gelir Ramazan.

İdrakin gelip çattığı, gafletin dağıldığı bir dimağın ve kalbin meyvesi yaratıcıyı bir misli daha bilmek ve şükretmek olur. Şükür ibadette tezahür eder. Oruç ayında ibadetlerin çoğalması buna bağlı olarak meydana geldiğinde apayrı bir anlam kazanır. Sezai Karakoç ''Betonları Kıran Oruç'' yazısında Ramazan ayının ibadetleri kendinde toplayıcı özelliğine şu satırlarla dikkat çeker:

''Oruç tek başına belli başlı ibadetlerden olduğu gibi bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur'an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran toplayan ve sunan bir yanı var. Şuuraltımızdaki bütün dindarlığı, ramazan, yaşama alanımıza, şuuraltında yatan ve hep yarınlara bırakılan niyetleri, ramazan şuuraltını dinamitleyerek gün ışığına çıkarıyor.'' (sf.7)

Şair oruç da acıkır, der. İnsanın acıkması tamam, peki ya orucun acıkması? Onun acıkmasını bir hayal etmeyi deneyin. Hemen oruca ışığını verecek olanın salih ameller olduğunu hatıra getirebilirsiniz.

''Siz sanmayın ki, oruçta yalnız siz susar, siz acıkırsınız. Oruç da susar, oruç da acıkır. (...) Orucun susadığı ve âb-ı hayat gibi kanamadığı su, Kur'an sesi, acıktığı namaz, örtündüğü merhamet, kuşandığı giyindiği Allah adının yükseltilmesi, yani cihadtır.'' (sf. 50)

Oruç insanı her şeyi faydacı bir gözle görmekten alıkoyar. Anlayış ve algılarda bir açılma ve arınma meydan getirir. İhtiyacın şiddeti, Allah karşısında insanın kendi mutlak aczinin bilincine varması varoluşa, varlığa dair düşüncenin üzerindeki ölü toprağını atan, onu hareketlendiren bir şey olur.

''Şuur elastikliğini yeniden kazanır. Kalbi kiralayan geçici duygular koğulur. Ruh, çevresinde melek dünyasının halesini görür. Yeni doğmuş bir ay gibi övünçle yükselir ve eşyaya güler. Çevreyle barışıktır artık. (...) Oruç konuştuğumuz dili bile arıtır. Kelimelerden, hakkı olmadan koşup ileri geçen geriye çekilir. Dili boşu boşuna dolduran kelimeler daha çok göze batar ve kullanışları azaltılır. Dil muhteva kazanmakta orucu yardımcı bulur.'' (sf. 33)

Sezai Karakoç, oruç çevresinde çocuğun oruçla ilişkisi ve orucun çocuğun üzerindeki olumlu tarafları üzerinde son derece orijinal çıkarımlar yapar. Orucun olgunlaştırıcı yanının çocuğun özellikle çocukluktan çıkış ve gençliğe geçiş evresinde meydana gelebilecek muhtemel sarsıntıları nasıl önlediğini ''çocuk ve baba'' ilişkisi izdüşümünde şerh eder.

''Oruç ve namaz, buluğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde ''metafizik'' bir planda tutarak çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nevi küçük tanrıdır; zaten Hıristiyanlıkta tanrının baba oluşu ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihni bir vasat hazırlayacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir. Sonra buluğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu, tanrı 'baba'dan alelade babaya geçiş birdenbire olur. Bu sebepledir ki çocuk babasına adeta taparken genç inkar eder, reddeder. Batıda gençlik babadan aileden tam bir kopuştur. İslam toplumunda ise namaz ve oruçla çocuk, kendisinden de babasından da ölçülemeyecek kadar yüksekte her şeyin üstünde sonsuz bir gücün bulunduğunu babanın da kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar.'' der. Böylelikle gençliğe geçerken çocuğun bakış açısında meydana gelecek ''kritiğin zulmü yumuşar ve bütün insanlar kutsal bir kış dönemine böylece mutlakın aracılığıyla girer, dostça girer.'' (sf. 20-21)

Ramazan ayını önemli kılan en büyük özelliği Kur'an-ı Kerim'in bu ayda nazil olmaya başlamasıdır. Kur'an'ın nazil olmaya başladığı Kadir gecesi ise Ramazan ayının yirmi yedinci gecesi olduğu nakledilmekle beraber bu kesin değildir. Kadir gecesi Ramazan ayının içerisinde -özellikle son on gününde- saklı olduğu rivayet edilir. Kadir gecesini idrak etmek müminler için son derece önemlidir zira Allah katında bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilmiştir. İşte, Kur'an-ı Kerim'in nazil olmaya başladığı Kadir gecesinin kesin ve belirli bir gün olmaktan öte saklı oluşunun hikmeti üzerinde ayrıca duran Sezai Karakoç harikulade çizdiği imajla, bir nimet olarak vaktin kıymetini de üst düzeyde bilebilme hünerinin anahtarını sunar:

''Bütün geceleri önüne dökmüş onların içinde Kadir gecesi arayan bir mümini düşününüz. Daha doğrusu Kadir gecesi olma imkanını taşıyan her geceyi bir Kadir gecesiymişcesine ağırlayan bir mümini düşününüz. Geceleri hiçliğe batıran bir dintanımazla bu inanan adam arasındaki zamanı değerlendirme, yemişlendirme farkını bir bakışta yakalayabilirsiniz.'' (sf. 25)

Ramazan sona erer ve nihayet yerini bayrama bırakır. ''Giydiğimiz bayramlık elbiseler gibi içimiz de yepyeni ve taptaze hale gelir.''. Sabah ilk iş olarak eda edilen bayram namazını bir nevi yaratıcıyla bayramlaşma imajıyla düşünen şair sonra aileyle akabinde şehirle bayramlaşmanın yanında mezarlıkları ziyaret ederek atalarla ve ölülerle bayramlaşmanın merceğinde, sevincin en şiddet kazandığı anda dahi ölümü ihmal etmeyişi vurgular.

Ve bayramlar içinde yaşadığımız zulmet çağında adeta bir teselli edici bir tarafı vardır.

''Hepimiz geceleri uykumuzu kaçıran ve rüyalarımız tekeli altına alna ''altın ülke'' idealinden uzakta, çok uzakta adeta bir yer altından notlar hayatı yaşarken, yine de bayramdan başka tesellimiz ne olabilir?'' (sf. 30)

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

26 Nisan 2018 Perşembe

Muhtasar bir Kısasü'l Enbiya: Yitik Cennet

"Kopyadan taklitten dönmek
Ölümden dönmekten daha zor
Varolmanın tek şartı
Kaderin kaderle çarpışması
Kaderin kaderi ertelemesi
Kaderin kaderi yenmesi
Yeniden varolmanın sırrı
Dirilmek ve diriltmek görevi
Ölümün çürütemediği güzellik
Ben o güzelliği söylüyorum
Ben o güzelliği söylüyorum
Ölümün ötesindeki güzellik."
- Sezai Karakoç, Alınyazısı Saati, 13. şiir.

Bugün Türkiye, başlıca sorunları arasında deizmi konuştuğu bir sırada Yitik Cennet'i yeniden okudum. Evvela niyetim Sezai Karakoç'un şiirine bir adım daha yaklaşmaktı belki ama bu perspektif, kitabın ele aldığı meseleleri ve bu meselelerle anlatmak istediği tefekkürün toplamını düşününce, mezkur sorun da hesaba katılırsa epey kıt kalacaktı.

Sezai Karakoç, Na't üzerine kaleme aldığı bir yazısında şunları söyler: ''İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da mutlak gerçeklerin habercisi her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na't da şiirin ufkudur.''

Na't bahsi mahfuz olmak üzere burada asıl dikkati çekmek istediğim konu insan olmanın ufuk çizgisinde peygamberlerin bulunuşudur. Kuşkusuz her şeyin bünyesinde bir ufuk noktası vardır. Zamanda ufuk noktası daha iyi ve güzel olsun istediğimiz ''yarın''dır, gelecek. Fiziği yeni keşiflere cezbeleyen bir ufuk fikridir. Ağacın ufku meyvesidir. İnsan da böyle. Aşağıların aşağısı (esfele-safilin) ile en güzel kıvam (ahseni-takvim) arasında salınımlanan insanın da bir ruh ufku bulunur. Allah, yarattığı insanın en yüce ve olgun vechesini peygamberleriyle temsil ettirmiştir. Yani insan peygamberlere, hepsinden öte ve ilk olarak Allah'ın edebin bütün nev'ini kendisinde cem ettiği Hz. Muhammed'e yaklaştıkça kemal bulur.

Bugün, varoluşun kaynağının ne olduğu ve nasıl olduğu üzerine düşünmek şeklinde bir varoluş filozofisi en sarih izahatlara kavuştuğu için eskimiştir. Varoluşa ilişkin asıl üzerinde akıl yürütülmesi gereken şey hamle ve ameli de tetikleyecek olan kendini tanımakla birleşen sahih bir ''niçin'' sorusu olmalıdır. İnsanın bünyesinde adeta bir genetik kod gibi duran, işlediği bir işi, bir ameli her zaman işlediğinden daha iyi bir tarzda gerçekleştirme imkanı, insana mütemadi olarak bir kemal bulma, olgunlaşma fırsatını sunduğu bilinci, basit bir keşif olarak her zaman bir şeyleri olgunlaştırmanın ve güzelleştirmenin gizli bir telkini gibidir. Bu telkin, bahsettiğim niçin sorusuyla birleştiğinde hayat, arzulanan veya kendisine katlanılan yüzleriyle, matuf olduğu asıl değeri bulur. Madem mümin nihai çizgisinde peygamberlerin yer aldığı bir ufka doğru yol alma halindedir, o zaman Kur'an-ı Kerim'de bize anlatılan peygamber temsilleri dinmeyen bir ehemmiyeti taşırlar.

Bana öyle geliyor ki, Sezai Karakoç'un gerek poetikasında gerek düşünce yazılarında önemli bir merhaleyi, peygamberliği ve bilhassa Hz. Muhammed'i (sav) kavrayışı teşkil eder. Hızırla Kırk Saat hemen hemen peygamberlerin hayatlarından belirlenmiş kesitlerden meydana gelir. Na't dışında yazdığı doğrudan Na't olduğunu iddia edemeyeceğimiz birtakım aşk şiirleri Na't'ın kıyılarında dolaşır. Her düşünce eserinde mutlaka söz bir peygambere varır.

Sözü kendisine getirmeye çalıştığım Yitik Cennet kitabı, okurda ilk bakışta yeni zamanların içinde muhtasar bir Kısasü'l Enbiya izlenimi uyandırır. Ama ondan keskin bir farkla ayrıdır: Hz. Âdem ile başlayarak Hz. Muhammed'e (sav) kadar dokuz peygamberin başından geçen ve bu peygamberlerle özdeşleşmiş, varoluş, inanç ve iman noktasında düğümlenen karakteristik olayları yeniden değerlendirerek zamanımıza yansıyan izdüşümlerini göstermeye çalışır.

Peygamberliğin, nübüvvet ve risaletin ne olduğuna dair bir idrakin olgunlaşmış olması bir tarafa aksine ya kaba softa ve ham yobazların eliyle ya da bugün sapmanın bir başka tezahürü olan güya sürekli akla atıf yaparak Kur'an Müslümanlığı (!) iddiasıyla üretilen gayr-ı sahih bir nübüvvet anlayışının yaygınlaştırıldığı bir ortam düşünüldüğünde Yitik Cennet yeniden önem kazanıyor. Böylelikle Yitik Cennet'in içeriğine ait ilk özellik olarak, günümüzde peygamberliği idrakler arasında hikmeti kollayan bir sırat-ı müstakime yerleşmiş olması geliyor.

Ne vakit Hz. Âdem'in konuşulduğu olsa genellikle O'na dair işin aslını tefekkür etmekten daha ziyade insan varlığının bu başlangıç anlarında meydana gelen olaylar çevresinde spekülasyonların gevezeliğini duyarız.

Yitik Cennet'in ilk bahsini teşkil eden Hz. Âdem (as) ve etrafında nakledilenler üzerinde derin bir dikkatle Sezai Karakoç, şeytan, insan, ateş ve toprak, Havva, yasak yemiş, özleyiş ve varış ara başlıklarında hilkatin sırrını zapt etmeye çalışır. Bu kısım insanın Hz. Âdem aynasında kendini, varlığını ve yönelimini müşahede etmesini mümkün kılar.

''Gerçekte ikisi arasında büyük bir fark vardır. Cennet deneyinden önceki Âdem'le cennet deneyinden sonra dünyaya dönen Âdem arasındaki fark. İnsan cenneti yitirmiştir, ama onu tekrar arayabilir ve bulabilir. Bir bakıma yorgundur, iptidaîliğin o enerjisi yoktur, genç değildir ama hakikata varmış, esere ulaşmış bir hayat gerisinde durmaktadır. Biraz dinlendirecektir dünya, hamlık kendisini. Yontulmamış malzeme, yeni yontular için iştiha uyandıracaktır.'' (sf. 26)

Zamanın çizgisel bir yörüngede akmadığı gibi hayat da durağan, tekdüze bir biçimde ilerlemez. İnsan çoğu zaman bir istikamet üzere duygularını yenileyip koruyamaz. İşte aksaklıklar ve marazlar, insanın varlığın ve hayrın görkemine ait dikkatini, duygularını koruyamadığı böyle anlarda baş gösterir. ''İnsan varoluş imtihanını Hz. Âdem'le verdi. Sürebilme imtihanını, ''hayat'' imtihanını da Hz. Nuh'la.'' diyen Sezai Karakoç, Hz. Nuh'la yaşanan tufanı ruhu bir makama ulaştırabilmenin işareti olarak okur. ''Vakt'i tartmak. Gönlün en duyarlıklı terazisinde tartmak. Ruhu ''hal''lerden kurtarıp ''makam''lara ulaştırmak. Cûdî Dağı'na oturtmak.'' (sf.50)

Hz. Âdem ve Hz. Nuh'tan sonra Hz. İbrahim'in üzerinde duran Sezai Karakoç, Hz. İbrahim'i toprak ve su çevresinde bir imtihanın sonrasında gelen imanın ateşle imtihanı olarak işaretler. Kur'an-ı Kerim'de şirk (küfür) büyük bir zulüm olarak tarif edilir. (Lokman Suresi-13.) Zulüm, küfre bitişiktir. Dolayısıyla bütün zulüm ve adalet çarpışması derin yapısında iman ve küfür mücadelesi olarak tecelli ettiği söylenebilir. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılması hadisesini de bu açıdan yorumlar şair: ''Toplum açısından konuşursak, Nemrut zulüm demek. İbrahim de onun ateşinde yanmayan adalet. Adalet de öyle bir altındır ki, zulmün ateşinde ancak tozu toprağı yanar: pası, katışık madenleri erir; o, ateşte saf hale gelir ve ateş söndüğü zaman en halis bir külçe halinde parlar, zaferini ilan eder.'' (sf. 55)

Hz. İbrahim etrafında bize nakledilen, put kırıcılığı ve tevhidi ikame eden çabası yanında bir diğer önemli vaka oğlunu kurban etmesi hakkındadır. ''Hazreti İbrahim, İsmail, bıçak ve kurban. Bunlar bir trajedyanın kahramanları değildir. Bu öykü bir alınyazısı öyküsü değil, bir irade imtihanının, bir gönül imtihanının hikayesidir. (...) Allah önünde inanç ve ihlas imtihanı ve bu imtihandan doğan bir armağan, cennetin perdelerinin ardına kadar açılışı, ebediliğin somut bir şekilde karşımızda canlanışı tablosudur görülen.''

''Nasıl, her mümin kendi içinde kendisine bir oğuldan daha sevgili olan nefsini hakikat önünde kurban etmeğe razı olmadığı sürece kendine açık ilerleyiş yolunu bütünüyle almış sayılmazsa, hakikat medeniyetinin de, her an kendi içinde özeleştirisini yapan, ruh tıkanıklık ve tükenikliklerinin karşısına kılıçla, ateşle dikilen bir İbrahim'e ihtiyacı vardır.'' (sf. 71-72)

Hz. Yusuf bahsine geldiğinde şair özellikle ''devlet'' kavramı etrafında fikir yürütür. Ona göre Hz. Yusuf ''Devletin dirilişi''dir. Yaşamı boyunca karşılaştığı hadiseler nefsaniyeti mağlup etmek, devlet ve toplum mekanizmasının mahiyetine ilişkin tecrübelerle iç içedir. Bütün olan bitenlerin nihayetinde Hazreti Yusuf, bugün anlaşılan siyasi anlamından tamamıyla ayrı ve soyunmuş bir şekilde, insanın yaratılış amacı olarak tarif edilen bir atıfla ''Allah'ın halifesi'' olabilmenin yörüngesinde yürür. ''Hazreti Yusuf, insanlara boyun eğdirerek ruhların üzerinde yükselecek yüce devlet kalesini kurmak için, boyun eğiş bölgelerini bir bir dolaşma zorunda bırakıldı alınyazısınca veya alınyazısı gereği. ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalış, satılış, kölelik, hizmet adamlığı, hapis hayatı, unutuluş... bütün bu manevi örslerde ruhun döğüle döğüle çelikleşmesi ve gerçek özgürlük olan Tanrı halifesi olma şuurunun bilenişi.'' (sf. 90)

Kitapta Hazreti Musa, Hazreti İbrahim'in ve Yusuf'un toplumda dirilişi olarak mütalaa edilir. Onunla beraber nazara verilen şey zulümde boğulan bir halkı kurtarması olur. Burada yaşanan imtihanın öne çıkan karakteri yalnız Hazreti Musa değildir elbet. Musa'nın çevresinde nakledilen olaylarda halk da, halkın tutumları da öne çıkan bir husus olur. ''Yalnız, inanan kişi, imtihandan geçmez. İnanana inanan da geçer imtihandan... İmtihan ve çile, hepimizi saran gökkuşağıdır.'' (sf. 102)

Süleyman Peygamberle devlet en ideal formuna erer. ''Hazreti Yusuf'un attığı tohum tutmuştur. Yeryüzüne serpilmiştir hakikat devletinin buğdayı. Başak vermiştir. En gür başaklarını vermiştir. Hazreti İbrahim milletinin, Hazreti Musa topluluğunun hakikat idesiyle yanan yüreği. Güneş tam tepe noktasındadır. Gölgeler yok olacak derecede kısalmıştır.'' (sf. 107)

Hz. Yahya Romalılaşmış saraya dönerek, puta tapıcılığı ve hayasızlığı lanetleyici olarak neşet eder. ''Hayat''ın Romalıların ve Romalı kölelerin tekelinde olamayacağını haykırır.

Hazreti İsa'nın doğumuyla kavmiyetçiliğin çemberi kırılır. Mermerden pagan bir Roma atmosferinde aşk ve merhamet, şefkat ve hakikatin mezcedilişidir o. ''O'na inananlarsa sonradan abartma yoluyla O'nu ilahlaştırma yanılgısına düşütüler. Onlara göre O, Tanrı-İnsan ya da İnsan-Tanrı'ydı. Böylece paganizmle yahudilerin tek bildikleri, fakat ırklara tahsis ettikleri Tanrı birleşiyordu. Antik Çağ'la Yeni Çağ arasında bir köprü gibi düşünmüşlerdi sanki Hazreti İsa'yı bu antik çağ kalıntıları.'' (sf. 123)

Sezai Karakoç kitapta, cennetin sekiz kapısıyla bağdaştırarak andığı sekiz peygamberden sonra sözü Hazreti Muhammed'e (sav) getirir. Cennetin ta kendisi olarak nitelendirdiği Hazreti Peygamber için, ''Yitik Cennet, Yeniden Bulunmuş Cennet'e dönüştü O'nda.'' der. ''Kendinden öncekileri de kuşattı kendinden sonrakileri de. Böylece onun varlığı yaradılış sırrının odak noktası, ağırlık merkezi oldu.''

Sezai Karakoç'un, tarih boyunca insanın varoluşunun, yaşayışının kritik merhalelerini insanın ufku olarak nitelendirdiği peygamberlerin ve nihai olarak Hazreti Muhammed'in (sav) merceğinde irdelediği bu eseri, hem şahsi yaşantısında insana hem de millet oluşa gerçek rengini verebilme bilincinde topluma görmezden gelemeyeceği zengin tablolar barındırır.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

17 Haziran 2017 Cumartesi

Ramazanın tesirini yükselten kitap

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.”
- Bakara, (2) 183

“Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”
- Hadis-i Şerif

"Bir yudumda içilir akşam ezanı
Sezer yolunu bir dua iç denizlerde:
‘Kabul et lütfen ilk oruçlar hatrına’
Bir yudumda içilir akşam ezanı."
- Ahmet Murat, İlk Oruç

Bazı kitaplar vardır, her an her zaman okunabilir. Her zamana hükmeder ve her zaman okunduğunda aynı tat, aynı şifa alınabilir. Bazı kitaplar ise muayyen vakitlerde okunduğunda ondan daha fazla feyz almak mümkün olur. Sezai Karakoç’un "Samanyolunda Ziyafet" adlı kitabı aslında bahsettiğim her iki durum için de geçerli. Fakat bir tercih yapacak olsam, yazıldığı konuyu baz alarak özel bir zamanda -yani Ramazan ayında- okunmasını tercih ederim. Samanyolunda Ziyafet kitabı, Ramazan ayında okunduğunda insana daha tesirli olacaktır kanaatindeyim.

Bir Ramazan ayı geldi ve bitiyor. İnananlar için ya da daha doğrusu inanıp oruç tutanlar için kalplerde yeri her zaman zirvede olan bu aydan bize katılan ruh doygunluğunu hissetmek için, belli bir fikir seviyesini geçmemiz lâzım diye düşünüyorum. Bunun ise ancak okumakla, soruşturmakla mümkün olacağı kanaatindeyim. Sezai Karakoç’un yazılarının, bu özel ayın manevi açıdan önemini hissettirip insanları tefekküre daldıracak cinsten olması, biz okurlar için büyük şans. Yaşadığımız çağda oruç ibadetini hakkıyla yerine getiren veya getirmeye uğraşan çok insan kaldı mı bilmiyorum. Fakat bir kişi dahi kalsa hatta hiç kimse kalmasa bile bu, bu ayın kutsallığından hiçbir şey götüremeyecek. Özellikle bu zamanlarda büyük şehirlerde Ramazanın gelip gelmediği neredeyse belli olmazken belli bir ruh ikliminden bahsetmek çok zor olsa da, Karakoç’un yazılarını okuyup o manevi iklime girmeye çalışmak faydalı olacaktır.

Samanyolunda Ziyafet, Sezai Karakoç’un Diriliş Yayınları’ndan neşredilen, nesir türünde (kitapta bir tane şiir bulunuyor) bir eseridir. Kitapta, şairin ilk yazısının tarihi 1964, son yazısının tarihi ise 2004’tür. Kitap, bu zaman aralığında yazılmış otuz beş adet oruç yazısından ve 139 sayfadan oluşuyor.

Karakoç, kitabına "Betonları Kıran Oruç" başlıklı yazısıyla başlıyor ve bu çarpıcı başlıkla bizlere orucun kapsayıcılığından söz ediyor: “Oruç, tek başına bellibaşlı ibadetlerden olduğu gibi, bir de öbür ibadetlerin yatağı olmak gibi bir özellik taşıyor. Kur’an en çok bu ay okunuyor, namaz en çok bu ay kılınıyor. Öbür ibadetleri çağıran, toplıyan ve sunan bir yanı var” derken aklıma İsmet Özel’in babasının dediği bir söz takılıyor: “Rahmetli babacığım Ramazan ayı geldiğinde ancak oruç tutan ve lâkin vakit namazı kılmayan nâdânları küçümser, ‘hayvanı da bağlasan aç durur’ derdi.

Bu sözle birlikte düşünüldüğünde Sezai Karakoç’un bahsettiği şeyi anlamak daha mümkün hâle geliyor. Başta bahsettiğim gibi, Karakoç’un yazılarında da yer alan manevi iklimle alâkalı bir durum bu. Oruç, bütün güne yayılan bir ibadet olduğu için, diğer ibadetleri de içine alabiliyor. Hakkıyla oruç tutan bir insan, bütün gün sadece oruç tutmaktansa, en azından birkaç vakit namaz kılabiliyor, bir sayfa Kur’an okuyabiliyor. Tabiî ki bu durum herkes için geçerli değil; ancak Ramazan ayından önce günlük ibadetlerini gerçekleştirmediği hâlde, bu ayda daha hassas olan birçok kişi tanıyorum, herkes tanıyordur.

Namaz ibadetinden ayrılmadan önce, Sezai Karakoç’un oruç ve namaz üzerinden gerçekleştirdiği şu sosyolojik tespiti paylaşmak isterim. Karakoç, oruç ve namaz üzerinden doğu ve batı toplumlarını bir yönden harika bir şekilde tespit ediyor: “Oruç ve namaz; bülûğ çağından çıkarken, çocukluktaki babadan, normal babaya geçişinde, ‘metafizik’ bir planda tutarak, çocuğun büyük bir sarsıntı geçirmesini de önler. Batıda çocuk için baba her şeydir. Bir nev’i küçük tanrıdır; zaten hristiyanlıkta tanrının ‘baba’ oluşu, ister istemez çocuğun babayı tanrılaştırması için zihnî bir vasat hazırlıyacaktır. Çünkü çocuk en mücerretleri bile konkreleştirir.. Sonra, bülûğ çağını aşınca realist bir gözle babayı görür. Bu tanrı ‘baba’dan alelâde babaya geçiş birdenbire olur. Batı toplumunda, bir inkılâpla. Bu sebepledir ki çocuk, babasına âdeta taparken, genç, inkâr eder, reddeder. Batıda gençlik, babadan, aileden tam bir kopuştur. Âdeta genç, çocuklukta verdiği avansları geri almaya başlar. İslâm toplumunda ise, Namaz ve Oruçla, çocuk, kendisinden de, babasından da ölçülemiyecek kadar yüksekte, her şeyin üstünde, sonsuz bir gücün bulunduğunu, babanın da, kendisinin de onun önünde eğildiğini anlar. İki baba, yani çocukluktaki babayla gençlikteki baba arasındaki, bu en kritik köprü çağında çocuk, gerçeğin farkına varır.

Günümüz Ramazanları
Oruca gelince, en zayıf çağlarımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevî bir bâd-ı sabâ, onu, inkâr karanlığına gömülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevresi, bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor, insanı tâ yüreğinden kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür insanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında Müslüman ülkeler de böyle bir yücelikle dolup taşarak, Avrupa’dan, Çin’den, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mucize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazi evde bile düşünülemeyecek ne harikalar oluşur. Çünkü: oruç, başlı başına bir melek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında, hergünkü zamanda daha çok ve katmer katmer donanmıştır namazla da, Kur’an’la da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva mucizesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.

Sezai Karakoç’un 1967 tarihinde yazdığı "Sürekli Mucizeler" adlı yazısını okurken, o zamanki Ramazanları sık sık günümüzle mukayese ettim. Demek istediğim "nerede o eski Ramazanlar?" klişesi değil, zaten bunu diyecek bir yaşa ya da düşünceye sahip değilim. Fakat Sezai Bey’in anlattığındaki bir Ramazan iklimiyle, o zamandan yaklaşık yarım asır sonra gelinen nokta müthiş bir tezat içeriyor. Artık Ramazana gelip gelmediğimizi veya Ramazan ayında olup olmadığımızı takvimlere bakarak anlıyoruz. Sokaklara çıktığımızda, lokantalara gittiğimizde, marketlere girdiğimizde ve insanlarla konuştuğumuzda karşımızda olan manzara, bir Ramazan ayında olduğumuzu bize göstermiyor. Hele hele son yıllarda başlayan ve insanlarda Ramazanı kültürel bir olaymış gibi sunma sevdasıyla birlikte, şairin bahsettiği manevi iklimin ölüyor olduğunu düşünüyorum. Bunlara bir de orucu diyete indirgeyen bakış açısındaki insanlar eklenince kültürel yozlaşmanın boyutu daha da artıyor. Televizyonlarda bas bas orucun vücuda faydalarından bahseden sözde bilim insanları, bir taraftan da, faydası olmasa tutmayız, mesajı vermiyor mu? Allah’ın verdiği bir emir için, illa ki aç gözlülükle bilimsel faydalar mı gözetmek zorundayız? Manevi yararlar kimseye yetmiyor mu?

Bir tarafta Ramazanla alay eden, oruç tutanları hor gören nâdânlar, diğer tarafta oruç tutan ancak niye oruç tuttuğundan habersiz, orucu ‘açların halinden anlamak’ gibi basit, yersiz, sığ bir düşünceye hapseden, sonra da beş yıldızlı otellerin zengin menülerinde iftar yapan insanlar ve bu iki topluluk arasına sıkışmış sayıca az ama bilinçli Müslümanlar… Dücane Cündioğlu, “Orucun açların ve yoksulların halini anlamakla ilgisi yoktur. Öyle olsaydı, oruç yoksullara da farz kılınmazdı” diyor ve yıllar önce katıldığı bir programdaki sunucunun, orucun bilimsel olarak zararlı olduğunu söylemesi üzerine, ona orucun şifa olduğunu belirtiyor. Sevgilinin penceresi altında yağmurda sırılsıklam ıslanan aşığa ‘zatürre olacaksın’ demek ne kadar boş ve faydasızsa, oruç tutana da ‘sağlıksız’ demek o derece faydasızdır, gereksizdir diyor.

İsmet Özel ise niçin oruç tuttuğumuzla ilgili olarak “Bizim Müslüman olarak oruç tutmamızın sebebi bizi yaratanın, bize hayat verenin Allah olduğunu bütün insanlığa göstermektir. Biz bir şeyler yiyip içtiğimiz için ayakta kalıyor değiliz. Yani açlığa tahammül imtihanı değildir oruç. Oruç şuurlu olarak bir Müslümanın kendisini Allah’ın yarattığını ve hayatta tuttuğunu göstermek üzere Allah’tan başka bir şeye hayatta bulunmak için ve hayatını idame ettirmek için muhtaç olmadığını göstermek üzere tuttuğudur” diyor. Çok karamsar bir tablo çiziyor olsam da, bundan elli yıl önce Sezi Bey’in bahsettiği Ramazanların maalesef kırıntısı bile kalmamış durumda. Üzüldüğüm konu ise, bu durumun sadece görünürde değil, bu manevi ayın ruh dünyamızda da dejenerasyona uğraması.

Sezai Karakoç, insanın ulvi ve süfli arasında gidip gelebilen bir yaratılmış olduğundan hareketle, ‘orucun insanı’ olmayı bize salık verir ve bu sayede melekler katında olabileceğimizi belirtir. Şeytan ve melek arasında, hatta şeytandan daha aşağıda bile olabilen insanoğlunun oruç sayesinde ayakta kalması, bize bu ibadetin ve bu ayın değerinin ölçülemeyecek derecede olduğunu gösterir.

Kadir Gecesi ve bayram
Sezai Karakoç, yazılarında sık sık Kadir Gecesi ve bayram hakkında da fikirlerini yazıyor ve Kadir Gecesi’ni “Bütün yılda gizli, belki daha çok oruç ayında saklanmış, belki en çok ramazanın son on gününün bir gece yaprağı, belki tek sayılı bir oruç gününün ikinci yarısı ve belki de 27. ramazan gecesi olan Kadir Gecesi” şeklinde tanımlıyor. Zaten Ramazan dediğimiz zaman akla ilk gelen iki şeydir bu ikisi: bin aydan hayırlı O gece ve kutlu bayram. Karakoç, bayram hakkında yazarken, daha yetmişli seksenli yıllarda Müslüman coğrafyanın çektiği acılara da değiniyor. Maalesef günümüze baktığımızda hâlâ birçok Müslüman ülkesi, bombalar altında Ramazanı geçirip bayrama ulaşmaya çalışıyor. Fakat Sezai Karakoç umutlu, dirilişin bir Ramazan gününde olacağını söylüyor bizlere: “Ölüme doğru koştuğu bu son çağlarda islâm toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa, bunu, gelip gelip dirilten ramazanlara borçludur geniş ölçüde. Ve bir gün tam dirilecekse, bu da, yine bir ramazanda başlayacaktır, ramazanlarla başlayacaktır.

Şiir gibi bir kitap Samanyolunda Ziyafet. İnsanın tamamen maneviyatına yönelik şiirsel denemeler ve son yazıda şairin hayatından kısa kısa Ramazan anılarıyla bu ayda okunabilecek en değerli kitaplardan. Eğer ömrüm varsa bu yıldan sonra her Ramazan, bu kutlu aydan beş gün önce kitaba başlayıp, her gün bir yazı okuyarak arefe günü bitireceğim inşallah. Bu da benim kendime ödevim olsun.

Sezai Bey’in kitapta hem Müslüman dünyasına, hem de Ramazanlar için ettiği bütün dualara "Amin!" diyerek yazıyı bitiriyorum.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

27 Nisan 2017 Perşembe

Şairin dilinden tüm muhtevasıyla diriliş

Sezai Karakoç’un "Düşünce Serisi" kitaplarından biri olan Diriliş Neslinin Amentüsü kitabı “Kendimin bir diriliş eri olduğuma inanıyorum” cümlesi ile başlıyor. Dirilişin ne olduğunu tam olarak anlatmasa da yani kelime manası olarak vermese de bize dirilişin ruhundan bahsediyor. Tam da ihtiyacımız oluğu gibi.

Zıtlıklar dünyasında bir iyi bir kötü muhakkak olmalıdır. Ki asıl o zaman kazanan ve kaybeden belli olsun. İşte Sezai Karakoç da kendini diriliş cephesinde görüyor. Cephe de olan birinin cephanesi nedir? Sizleri bilmem ama Sezai Karakoç’un cephanesinde ruh var. Zira dirilişi ruh ile bağdaştıran yazar “Ruh, sürekli olarak Allah’ı bilme, Allah’ın huzurunda olma savaşı içindedir” diyor.

Diriliş erinde bulunması gereken evvela iman ardından da Son Peygamberin Sancağı altında olmaktır. Amacımız İslam sancağının yere düşmemesidir. Bu sancağı yere düşürmeyecek olanlar ise Allah’a inanan kimselerdir. Yazarımız bütün bunları yaparken de karşılaşılan zorluklara karşı sabrı devam ettirmenin, ümidini yitirmemenin kitapta altını defalarca çizdiriyor. O hiç umudunu yitirmediğinin bir göstergesi olarak da şöyle diyor: "Birgün gelecek, yine İslam Milleti, bilinçlenecektir. Nerelerden nerelere geldiğini öğrenecek ve bu onu uyandıracaktır. Buna en büyük inançla inanıyorum.

Diriliş erlerinde bulunması gereken temel vasıflara bakacak olursak:
- Mücerret hakikati daima araştırmak,
- Tarihin sırlarını kurcalamak,
- Peşin hükümler vermekten kaçınmak,
- Sözlerin ve olayların dış anlam ve yorumlarına takılıp kalmamak ve
- İslam’ın Orta Yol olduğunu bilemekten geçiyor.

İşte diriliş erinin asıl amacı hakikatin peşinden koşmaktır ve günün adamı olma değil “dem”in adamı olma yolunda ilerlemektir.

Kitabın ilerleyen kısımlarında bu Dirilişin gerçekleşmesi için cem halinde olmak gerektiğini söyleyen Karakoç, kapitalizmin yıkıcılığından uzak olmalıdır Diriliş insanı diye belirtiyor. Çünkü kapitalizm de yıkım varken Dirilişte yeniden doğuşun varlığını kabul ediyor. İlla bir devlet olacaksa bu medine’t-ül fazıla yani bir erdem devletinin varlığının olması gerektiğini vurguluyor. Nitekim İslam’ın devlet ideasında, insanları ezme ve sömürmeyi hedef almış Batı ideasının insanlığı makineleştirme sistemi haline getirmekten uzak bunların tam tersi eleştirmeye açık, insanların her türlü politik, ekonomik, sosyal gelişmelerine ve kuruluş tertiplemelerine açık bir erdem düzeninden bahseder. Bunları gerçekleştirmeye çalışırken önceliğimizin Allah rızası olması gerektiğini ifade eden yazarımız “Her şey Allah içindir” fikrinden bir an için ayrılmamak gerektiğinin altını çiziyor.

Kitabın sonuç bölümüne gelindiğinde ise yeni bir neslin gelmekte olduğunu ifade ediyor. Hiç şüphesiz bu nesil Diriliş Neslidir. Düşüş günümüzden bugüne kadar kana ve tere batarak yapılan çalışmalar bunun içindir. Bu sözler, bunun bir denemesidir. Ezberlenmek için değil, üzerinde düşünülmek ve ruha mal edilmek için. Yani teorikten pratiğe geçiş için olması gerektiğini ifade ediyor.

"Ey Diriliş Eri!
Yeniden doğacaksın. Kıyametini yaşayıp yeniden dirileceksin.
Dünyaya, eşyaya yeniden anlamını getireceksin.
O zaman Allah da sana, senin kendi öz anlamını bağışlayacaktır.
Hiç kuşkun olmasın."

Rumeysa Açıkkar
rumeysa_acikkar01@hotmail.com

12 Temmuz 2013 Cuma

Sürgün ülkeden başkentler başkentine gitmek için

İnsanın yazın okuduğu kitaplarla kışın okuduğu kitaplar, duygu yoğunluğu açısından bir olmayabiliyor. İç dünyanızın burada önemi yüksek elbette. Enerjinizin, yoğunluğunuzun, mesai saatlerinizin, SSK priminizin ve ödemelerinizin de. Allah bereket versin... Lakin ramazan dendi mi işler değişiyor. Büyük şehre ve strese darbeyi vuruyor ramazan. Ağzının payını veriyor her türlü duygusuzluğun, adaletsizliğin ve vicdansızlığın. Çünkü bu üçüne çağırıyor ramazan. Duyguya, adalete ve vicdana. Yani şiire.

Sezai Karakoç'un 1960-1975 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşan "Zamana Adanmış Sözler"i hakkında şunu fark ettim ki, ramazanda okununca mânen daha fazla tesir ediyor.

Her şiirde çok güçlü bir ana temanın dışında çok iyi hazırlanmış bir tiyatro oyunu dönüyor okuyanın zihninde. Üstâdın şiirlerindeki en müthiş özellik için bunu hiç korkmadan söyleyebilirim.

Mesela "Masal" şiirini okurken batının medeniyet adına doğuya neler yaptığını saniye saniye izliyor gibisiniz.

"Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben."


Çok açık söylemek gerekir, yukarıdaki dizeleri Amin Maalouf'a gönül vermiş kimseler anlayamaz. Oryantalizmin göçtüğü yerdir şiir. Oryantalistin siper aldığı yerdir şiir. Maalouf umarım Sezai Karakoç okumuştur. Belki de okur, belli mi olur... "Çocukluğumuz" şiiri, bir çok kitapta anlatılamayanı anlatmıştır. Okudukça önce hayret gelir, peşinden nefaset:

"Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde
Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi."

Şimdiye dek "Ses" adına sahip kaç şiir okudum bilmiyorum ama Melih Cevdet Anday'ınki zihnimdeydi hep. Onun dışında Behçet Necatigil, İlhan Berk, Necip Fazıl Kısakürek ve Charles Beadulaire'in de "Ses" adlı şiirlerini bir kenara yazmış, ezberimde tutmaya gayret etmiştim. Ta ki Sezai Karakoç'un "Ses"ini duyana kadar... Bir vahyin gelişi, böyle anlatılmamıştı:

"Kutup soğuğu gelip dolandı çevremde
Ekvator sıcaklarından yandı yüreğim
Kelimeleri ararken devrildi Roma'nın sütunları
Ama melek vazgeçmedi: "Oku Rabbinin adıyla"

Ramazan ayı elbette oruç ayı. Orucun insana kazandırdıklarını, "İnsan ve Oruç" şiirinden bir dörtlükle şöyle izah ediyor büyük şairimiz:

"İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden."


Ve elbette Sezai Karakoç severlerin diline doladığı, ezberinden eksik etmediği o muhteşem şiir, "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" üzerine de yazmak gerekir. Bu şiir bir naattır ve Türkçemizde okunabilecek en güzel naatlardandır. Dört bölümden oluşan şiirin en çok dördüncü bölümü akıllarda yer etmiştir. Dördüncü bölümün sonunu buraya alırken heyecanlanıyor, aynı zamanda bu şiirin yine dördüncü bölümünü sahibinin sesinden dinlemek üzere şuraya tıklamanızı öneriyorum.

"Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kadar deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgünümü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim."

Başkentler başkentinden, boğazda düğümlenmiş selâmlar olsun büyük şaire...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Nisan 2013 Pazartesi

Kaybetmeden önce değer bilenlere

80 yıl önce bugün binlerce genci, fikirdaşı, şiirlerini hayranlıkla okuyan onlarca insanı peşinden koşturacak, cümlelerin altını çizmekten kalemleri aşınacak kitapların sahibi dünyaya gelmiş. Şiirlerinin bazı dizelerini hava soğuk - ev sıcak fiziki denkleminin meydana getirdiği buğulu camlara yazmışlığım var çoğu zaman… Mesela “…insandan insana şükür ki fark var…” yazmıştım bir keresinde.

Eserleri çok başka, çok farklı, çok mest edicidir Sezai Karakoç’un… Gün Doğmadan, Diriliş Neslinin Amentüsü, Monna Rosa, Düşünceler/Kavramlar… Ama bir tanesinin yeri bende çok ayrıdır. Yitik Cennet

Kitapta Adem, Nuh, İbrahim, Yusuf, Musa, Süleyman, Yahya, İsa ve Son Peygamber'in maddi/manevi hadiselerini zeka ve gönül denklemleriyle harmanlayıp harika bir üslup ile sunmuş. Sezai Karakoç’u diğer yazarlardan ayıran, onu üstün kılan özelliklerden birisi bu üslubu. Tüm şiirleri, tüm kitapları belagat yönünden öyle zengin ki, yazdığı bir cümleyi bazen bütün bir gece boyunca düşündüğüm ve uykuma müdahil olduğu için ona içten içe şükran besleyebiliyorum mesela…

Yitik Cennet’e şu cümleyle başlıyor üstad:

Adem’le Havva’nın Cennette öncesiz sonrasızmışcasına mutlu bir hayatı yaşadıkları zaman gibiydi hayatımız, Batının soluğu bize gelmeden önce…

Bir cümleye bir ansiklopedi yazılır mottosunun müsebbibidir Sezai Karakoç ve bu cümle de bunun ispatı nisbetindedir.

Bazen kendimi ifade etmek için uğraş verdiğim, ama bir türlü beceremediğim zamanlarda da Sezai Karakoç’un cümlelerine sığınmışlığım olmuştur. Bence herkes mutlaka şu hissiyatı yaşamıştır hayatında en az bir kez; “Dağlarda bilinmeyen bir bitkiyi yiyip de ondan gizli ve sürekli bir zehirlenmeyle yüzünün biçimini ve yaşamasının anlamını yitiren bir varlığa mı dönüştük?” Düşün düşün, dur! Sonra yine düşün… Ve yine… Sonra bir silkelen ve ömrü boyunca okurlarına anlattığı gibi “diriliş”i yaşa. Yine Yitik Cennet’te “diriliş” için şöyle bir ifade kullanmıştı:

Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat, bir fizik akıntısı, bir biyolojik devinimden başka bir şey değil. Ama düşüş bir dirilişi getirirse, hayat, fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olacaktır. Hayat, ıstırap ve azaplardan sonra gelen ruh yücelişlerinin sırrına erecektir.

İşte böyle bir diriliş. Böyle bir küllerinden doğma hali.

Bu düşüşü yaşamaya vesile olan ve baş rolü oynayan şeytanın İslam olmuş bir göz ve akılla nasıl anlatılması gerektiği satır satır okunabiliyor bu kitapta. John Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet) yazısında, o döneme kadar İsa’yı yücelten anlayışa karşı çıkıp şeytanın da iyi olduğundan, ama Yaratıcı’nın ona kötü rol verdiği için böyle gözüktüğünden bahseder. Yani koca bir filmde kötü adam rolü şeytana verilmiştir. Bu mantık İslam olan hiçbir mantaliteyle uyum sağlamaz. Galiba Sezai Karakoç Yitik Cennet’i bu dogmaları yerden yere vurmak için yazmış… Ne iyi yapmış. Hem formal, hem deruni her türlü zihni ihtiyacı doğrudan karşılıyor Yitik Cennet

Ve son sözü yine o söylüyor:

Cenneti bulmak için yitirmek gerekiyordu.

Hatice Sarı
twitter.com/hatice_sari