Sema Kaygusuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sema Kaygusuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2021 Cuma

Kim bu barbar?

barbar
1. Gürültücü, patırtıcı (kimse).
2. Palavracı.
3. Sert, haşin (kimse).
4. Atak: Barbar bir çocuk.
5. Yabancı.
6. Bir kimsenin aleyhinde bulunan, kötülük yapan.
7. Gelişigüzel, saygısızca konuşan.
- TDK sözlüğü

Sema Kaygusuz tarafından kaleme alınmış olan Barbarın Kahkahası 2015 yılında Metis Yayınları'ndan çıkarak 2016 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü de almaya hak kazanmış bir roman. Kitabı incelemeye başlamadan önce epigrafta “barbar” kelimesinin anlamı üzerinde özellikle durmak istedim çünkü “barbarın kahkahası” kullanımı kitapta tek bir bölümde geçiyor olsa dahi, tüm kitap boyunca peşinde olduğumuz bir tanım. Üstelik barbar diye adlandırabileceğimiz kimseler kısmen ya da tamamen bu yedi anlamı tümüyle üzerlerine cuk oturmuş bir gömlek gibi giyiniyorlar. Kitapta yer alan isimler birbirine karşı kendilerince haklı olarak “gürültülü” olabilmenin verdiği rahatlıkla, birbirleri hakkında ve hatta birbirlerine karşı da “saygısızca konuşabiliyor”, bir yandan “sert” görünürken, bu görünümün ardında “kötücül bir görme” eyleminin faili olabiliyor. Bunları yaparken de arkasına saklandıkları başka bir barbar tanımını yüklüyorlar bir ötekine: “yabancı”.

Kitap, Mavi Kumru Moteli’ne yaz tatili için gitmiş olan bir grup insanı konu ediniyor. Anlatıcı, bir suçla açılış yapıyor kitaba ki ilerleyen sayfalarda suç diye nitelendirilen bu davranışın sadece kahraman tarafından psikolojik bir rahatlama mekanizmasıyla eylem haline dönüştüğü görülüyor. Ancak fitili ateşlemek için sanki hazırda bekleyen otel müşterilerine bu davranış yetiyor da artıyor bile. “Suç” diye tanımlanan konu kitabın kahramanlarından olan Turgay’ın denize işemesi. Ardından otelin havlularına, çarşaflarına, minderlerine, müşterilerin eşyalarına karşı adeta bir başkaldırı niteliğinde bu çiş konusunun devam etmesi.

Çiş, aslında bir taraftan konuyu güçlendiren, bir taraftan da olayın tüm şüphelilerini, yani tüm karakterleri birbirine muhatap kılan bir metafordan ibaret, verdiği mesaj açık: Bu işi aslında kimin yaptığı belli değil, dolayısıyla hepimiz bir anlamda suçlu ve kirliyiz. Aramızdan birini bu iş için kurban seçemeyeceğimize göre, bizden olmayanı, alt sınıftan olanı, bize hizmet edeni ilk tahlilde suçlamak en akıllıcası. Ancak o da gidince ve biz aynı sınıftaki insanlar bir başımıza kalınca kimi suçlayacağız? Bizden olanı değil elbette, böyle çirkin bir şeyi yapsa yapsa öteki yapar. Ötekinin kim olduğuysa bizim kendimizi nasıl tanımladığımıza göre değişir. Kitap, biraz da bu sorunun peşinde giden bir polisiyeyi andırıyor ancak klasik polisiyelerdeki gibi bir çözüm bölümü beklemeyin. Çünkü anlatıcı bu unsuru sadece anlatmak istediğini anlatabilmek, vermek istediği mesajı ortaya koyabilmek adına adeta bir dekor gibi kullanıyor. Öyle ki anlatı aslında düz seyrinde ilerleyen bir kurmaca bile değil. Önemli olan olay örgüsü değil, özellikle diyalogların güçlendirdiği ve okuyucunun da tanık olduğu birtakım anlar.

Belirgin bir çizgisel kurgusu olmamakla beraber öne çıkan bir ana kahraman da yok Barbarın Kahkası’nda. Yaşanan anlara konuk olurken aslında mercek altına alınmış olan karakterlere de değiniyor anlatıcı. Tıp tarihçisi ve deontolog olarak çizilen Simin karakterinin diğerleri ile ilgili yazdığı notlarda psikoanalitik bir değerlendirme yapılırken, karakterler arası diyaloglarda kişilerin o gün nasıl öyle olduklarının kaynaklarına ulaşılabiliyor. Bu diyaloglar, yazlık motellerde iki üç insanın bir araya geldiğinde yaptığı çaylı muhabbetlere hiç benzemiyor. Bilakis her birinden acı bir feryat yükseliyor. Kiminden bir tecavüz vakası, kiminden oldurulamamış bir eşcinsel ilişki, kiminden bir katliam, kiminden bir kadın baskısı sızıyor. Birçoğu da gidip bir erk söylemine takılıveriyor. Anlatıda bu söylemi destekleyen en güçlü temsil ise ergenlik çağında olan Ozan’a ait. Elinde zıpkınla her seferinde motele ölü bir hayvan getirerek yetişkinlerin dünyasına ancak güçle, iktidarla dahil olabileceğini gözler önüne seriyor. Her ne kadar tüm tatilciler Ozan’ın davranışlarını tuhaf bulsalar da içten içe hepsi farklı şekillerde bu erke hizmet ediyorlar. Aynı çiş gündeminde olduğu gibi, ölü hayvanları görünce de ikiyüzlülükleri ortaya seriliyor. Sanki sahiden temizlermiş gibi, kirli olduğunu düşündükleri bir şeye tepki gösteriyorlar.

Öte yandan karakterlerin ikili konuşmaları her ne kadar o ana ve o kişilere özel gibi görünse de bu diyalogların bütünü kapsayan anlamlar barındırdığı söylenebilir. “Sen benden ne istiyorsun Melih? Neden her fırsatta beni tespit edip duruyorsun? Büyüteçten böceğe bakar gibi gözetliyorsun? Her fırsatta ağzıma sıçıyorsun. Resmen suratıma karşı dedikodumu yapıyorsun lan!” diyen İsmail her ne kadar bunu Melih’e söylüyor gibi görünse de aynı cümleyi kitapta yer alan diğer ilişkilere uyarlamak çok da zor değil örneğin. Ya da “Ben meğerse, inancımın karşısına babamı dikmişim inzibat gibi. Dinimin sahibiymiş babam. Ona bir şey olunca bana da oldu.” diyen Alikar bu tespiti sadece kendisi için yapıyor olmasa gerek.

Tüm bu kapsayıcı diyaloglara Simin’in defterine yazdığı notlardaki birkaç satır nokta koyar gibi: “Büyümüş de küçülmüş olanın kan dökerek yarattığı ürküntü ile küçülmüş de büyümüş olanın yarattığı çiş kargaşası arasında müphem bir bağlantı var bence. Evcil hayatlarımıza sızmış biri çocuk, diğeri yetişkin iki barbar, hicveden bir kahkahayı, karşılıklı atışan aşıklar gibi tamamlıyorlar.

Barbarın Kahkahası, her bir karakteri, her bir diyalogu ile oldukça güçlü anlar sahneleyen sinematografik bir görsel şölen gibi. Öte yandan, beklenmeyen, şaşırtıcı, merak ettiren unsurlar barındırdığını söylemek güç. Karakterlerin temsilleri başarılı ancak her ne kadar örtülü bir metin izlenimi yaratsa da aslında tahmin edilmesi zor değil. Kim bilir, belki yazarın da amacı zaten bu değildir, dert edindiği birtakım konuları roman zeminine taşımak istemiştir ve doğrusu bunu çok başarılı gerçekleştirdiği aşikar.

Barbarın Kahkahası, sadece Türkiye için değil dünyanın birçok yerinde nefes alan bu insanların, gerçekleşmiş olayların, var olan muktedirin ve ötekinin sayfalarda izini sürerken polisiye, psikoanalitik kuram gibi yardımcı ögelerden destek alıyor ve “hepimiz en az bir diğerimiz kadar kirliyiz” özeleştirisi ile gücünü gösteriyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Bastırılan tüm duygular tatillerde ortaya çıkar

"Senin sosyallik ve dostluk maskenin arkasında barbar bir kimlik var."
- Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam

İnsanın ruh sağlığıyla psikologlar, toplumun vaziyetiyle de sosyologlar ilgilenir. Meslekî zorunluluklar bir yerde insanın yaşam biçimi hâline gelir. Dünyaya ve insanlara daima mesleklerinden, açılan yeni pencerelerden ve yollardan bakmak alışkanlık oluverir. Buna tutku da diyebiliriz. Peki edebiyatçılar ne yapar? Pardon, soruyu değiştireyim: İyi edebiyatçılar ne yapar? Onlar hem psikologların hem de sosyologların yap(a)madığını yazarlar. Önce yaşarlar, gözlem yaparlar, sık sık dalıp giderler -ki her dalıp gitme memleketin insanından ve vaziyetinden mütevellit kaygıyla korku arasında düşünmedir, bir gidip gelmedir- ve nihayet yazıya geçirirler.

Sema Kaygusuz, trajedinin tek bir insanın başına gelip onunla sınırlı kalmadığını gösteriyor Barbarın Kahkahası'nda. Facialar, rezillikler, utangaçlıklar, hor görülmeler tek bir insanın başına gelip de mekanı terk etmiyor. Halkalar hâlinde yayılıyor. Bu yayılış esnasında öfke nöbetleri, varoluş sancıları, ebeveyn kaygıları, ergenlik şımarıklıkları, özgüven eksiklikleri, bağnazlıklar, yobazlıklar, gevşeklikler de yayılıyor etrafa. Trajedi büyüyor. Bir barbar var roman, kim o barbar?

Barbar romandaki herkes. Hatta romanı okuyan herkes. Komple bir barbarlık var. Metindeki bu komple barbarlığa dair konuşmak yersiz, çünkü o zaman romanın büyüsü bozulacak. Şifresi demedim, büyüsü. Romanın bir şifresi yok, ipucu yok, çözülmesi gereken cinayetleri de yok. Herkesin aslında birbiriyle komşu olduğu fakat bu komşuluğu kabul etmemek için her türlü dolabı çevirebileceği bir ortamda, bir motelde, bir mahallede, bir semtte, bir şehirde, bir ülkede, bir coğrafyada, bir kıtada, bir dünyada, çözülebilecek tek şifre insanla çocuk arasındaki ilişki belki de. İnsanın çocukluğu, çocuksuluğu arasındaki paslanmış ilişki. Kısacası insanın kendisiyle olan ilişkisi.

"Gaibe karışan hayalettir çocukluğumuz. Kimi zaman matem havasında, kimi zaman nostaljik içlenmeyle yad ettiğimiz çağ, zannedildiği gibi çocukluğumuz değil, bağrımızda saklı çocuksuluğumuzdur."

Evet, ne demiştik? Bir motel ve birçok karakter. Ancak Sema Kaygusuz metni öyle bir kurmuş ki hiç hissettirmeden sizi önce o moteldeki bir odaya yerleştiriyor, sonra da elinize bir dürbün, bir not defteri, kalem ve soğuk içecek verip şipidak terliklerle o gölgelikten öteki gölgeliğe yürütüyor. Böylece olan biten hiçbir şeyi kaçırmadığınız gibi kendinizi de barbarların ortasında bir barbar olarak buluyorsunuz. Onların dilini bilmiyorsunuz, sizin dilinizi de onlar bilmiyor. Zaten barbar da o demek, yerleşik dili bilmeyen... "Ben bu insanı anlayamam" deyip kaçmak istediğinizde biri dikiliyor karşınıza, "biz de zaten senin dilinden anlamıyoruz" diye. Peki hem yakından hem de dürbünle izlerken olanları, ne tür barbarlar var sahnede? Bakalım bu tirat size de iyi(!) gelecek mi?..

"Sen yapabilirsin. En büyük meziyetin dağılıp tekrar şekil almak. Bütün dertlerini son kullanma tarihini doldurmadan tüketiyorsun. Ateşte erisen, başka şekil alırsın. Kendini kullanma kılavuzun var senin. Daha ne istiyorsun? Al tepe tepe çalıştır, bozulunca söker yenisini yaparsın. Ama ben bildiğin lastik top gibi bi şeyim. Duvardan seker yere düşerim, suya atlar yüzeye çıkarım. Her yere zıplar, aynı biçim geri dönerim. Sen şimdi bu topu alıp uçan balon falan yapmaya kalkıyorsun. Hayatta en illet olduğum şey, tekrar etmek. Eh niye beni tekrarlayıp duruyorsun canımın içi! Yoksa bende sana ait bir şey mi var? Hı?"

Hani sidik yarıştırmak diye bir deyim vardır ya, Kaygusuz bizi bu deyimin tam içine bırakıveriyor. Ortada bir sidik muhabbeti. Havlulara kim çiş yaptı? Kim o şerefsiz? Kim o hain? Kim o kendini bilmez? Kim o duygusal olarak sorunları olabilecek kimse? Kim o insan? Herkesin ağzından farklı bir sıfat türüyor böylece. Peki kim bu herkesler ve nasıllar? Evlenir evlenmez ciddi bir entelektüel kriz yaşayan çift, kasaba milliyetçisi, mutsuz Müslüman, pasif agresif, gıybet makinesi, kadim tıbbın tutkunu, bas bas onaylanma ihtiyacım var diye bağıran bir ergen, her şeyi bilen, hiçbir şeyi bilmeyen, orta yolcu. Karakterlerin isimleri önemli değil. Yazar hiç yormadan, psikoloji bilmişliği yapmadan bir toplumu olduğu gibi sığdırıyor motele. Yaz tatili, tatil olduğundan utanıyor neredeyse.

"Aşkı kemirerek de yan yana gelir insanlar. Onların ikisi de birbirinin kemirgeni olmuş bence. Gerçek arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya varmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."

Sanki bir romanın içinde birçok hikâye varmış gibi geliyor insana. Benim hikâyem, senin hikâyen, onun hikâyesi. Hepimizin hikâyeleri yani. O çocuğun zıpkınla denize dalma hevesi, ölmek üzere olan hayvanları motelin orta yerine getirmesinde, hepimize dair bir şey yok mu? Görülme isteği, onaylanma ihtiyacı, aynalama, gölgeleme, 'var'ım deme, 'yok' sayılma ve daha neler neler. Çocuk çünkü. Kendinin düşmanı olurken bile insana dost olabilen. Dostluk için yaratılmış gibi duran. Peki aşk yaşadığını zannederken aslında sessizleşmeyi, sönükleşmeyi, şahsiyetsizleşmeyi tadan hiç yok mu aramızda? Elbet var. Tüm bunlar olurken bilgin ve dalgın bir tavırla olanı biteni kaydeden, ölümden sonrası için bir iz bırakmak isteyen yok mu? Çok var eminim ki, eminiz ki. Kaygusuz hepsini toplamış ve demiş ki kısaca: "Bugün sırdaşlık nedir biliyor musun? Saklanmaktır. İçin için delirdiğini herkesten saklamaktır. Gördüğün kabusu anlatmamaktır. Tırnağın kadar güvenmediğin puştlarla iç içe yaşamaktır."

İnsan ruhundaki karmaşayı bir yaz tatiline, o insanların yaşadığı ülkeyi de bir motele sığdırmış Sema Kaygusuz. Sevgi ve nefret, saygı ve hırçınlık, masumiyet ve intikam bu yüzden iç içe Barbarın Kahkahası'nda.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Deneysel hikâyeler arayanlara

Sema Kaygusuz okurlarının da bildiği üzere yazarın dil ve anlatımı üzerine söylenecek pek çok şey olmakla beraber bu kitapta daha derin, daha vurucu, daha çarpıcı ve daha içten bir Kaygusuz görüyoruz. Bazı hikayelerde halk dilinin en alt seviyelerine inmekten korkmamış yazar. Yine usta işi betimlemeler cezbedici benzetmeler ve anlattığı durumu kapsayan bir olay akışıyla hikayelerine yön vermeyi başarmış.

Toplamda 13 hikayeden oluşan kitap 83. sayfada son buluyor. Kaygusuz’un kitapta yer alan her bir hikayesi ortalama 3’er yada 4'er sayfada noktalanıyor.

Bireysel yalnızlık ve iç arayıştan toplumsal çözülmelere, geçmiş zaman hesaplaşmalarından, dostluk ilişkilerine, gündelik takıntılar ve saf sevgiye dek geniş bir rota çiziyor okuyucusuna kitap.

Her bir öykü kendine göre bir mesaj barındırırken beni en çok etkileyen üçünden kısaca bahsetmem gerekirse;

"Elifin E'si" isimli hikaye yeni anneanne olmuş takıntılı bir ev kadınının ufak bir sorununa değiniyor. Değinirken Türk kadınının eşiyle ilişkisine, ev içindeki durumuna ve kendisine karşı aldığı tavra da başarıyla ışık tutuyor.

"Engereğin Oğlu" kitabın köyde geçen hikayesi. Ölüme uzaklık ve yakınlık gibi bir konuyu basit bir yılan-bebek ilişkisinden yola çıkarak bakıyor. Bakarken Anadolu kadınının desenlerini başarılı bir biçimde gösteriyor. Korku, heyecan ve adrenalin dolu bu öykü belkide kitabın en hızlı okunan metinlerinden.

Son olarak "Kadın Sesleri" isimli hikayede ise vicdan azabı, sevgi, aşk gibi temalara dokundurmalarda bulunuyor yazar. Ortak bir sevgi konusunda endişe yaşayan iki kadının telefon konuşmaları üzerine kurgulanmış olan hikayenin bir anda ters dönmesi ve vermek istediği mesajların tümünü konuşmaların altına gizleyerek vermesi bakımından dikkat çekici olduğunu düşünüyorum.

Beni yakalayan hikayelerin tümünde kadın motifi bulunması kitapta yer alan 13 hikayenin tamamında da bu şekilde olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak gerek dil ve anlatım gerekse kurgu bakımından bana göre en başarılı üç hikaye yukarıda kısaca anlattıklarımdır.

Sema Kaygusuz kendine özgü tarzı ve dünyaya bakış açısıyla farklı ve deneysel bir şeyler arayanlar için kaçırılmaması gereken bir kitap sunmuş. İlginize...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

24 Ekim 2012 Çarşamba

Zamana ait bir şey

Melankoli Antik Yunan’dan günümüze hakkında en çok tanım yapılmış kavramlardan bir tanesi. Melankoliyi gözlemleyebileceğimiz, ilişki kurabileceğimiz alanlardan birisi de edebiyattır. Fakat Türk edebiyatına gelindiğinde durum biraz karmaşık olmakla birlikte melankoli adı altında ele alınan çoğu eser acının dışa vurumundan öteye geçmez. Daha önceki yazılarımdan birinde Tezer Özlü’nün Türk edebiyatındaki tek melankolik yazar olduğundan bahsetmiştim. Bunun için öncelikle huzurlarınızda henüz okuma fırsatı bulduğum Sema Kaygusuz’dan özür diliyorum.
          
“Karaduygun” eski zamanlarda melankoli için kullanılan bir kelimeymiş. Kitabı ilk elime aldığımda anlamına dair hiçbir fikrim yokken, kitabı bitirdiğimde anlam belleğime değil tüm ruhuma kazınmıştı. Hem de içine aldığı tüm kahramanlarıyla birlikte. Karaduygun çarpıcı hikâyelerle dolu, kelimelerin sayfalara sığmadığı bir kitap. Üstelik çıkış noktası çoğumuzun sevdiği bir şair, Birhan Keskin. Belki de sadece Birhan Keskin’in yazara emanet ettiği bir gürültü. Zamanı işaretleyen bir an.
           
Sema Kaygusuz her hikâyeden bir kahramanı çıkarıyor, diğer öyküde anlatıcı yapıyor. Ufak bir detayı işaretliyor ve diğer hikâyenin ana konusu haline getiriyor. Öyle ki birkaç hikâye sonra o işareti görmek için sabırsızlanırken buluyorsunuz kendinizi. Bazen de güzel bir jestle yazarlık mutfağına alıyor sizi, yoğuruyor, kelimeleriyle kıskandırıyor.

Yabancı olanların, yalnızlığın gürültüsünden sağır kalmışların, ruhunda ufak bir anın izi kalanların kitabı Karaduygun. Ama en önemlisi melankolinin kitabı. O dilimizden düşürmediğimiz, bildiğimizi sandığımız ama aslında ne olduğunu pek de anlayamadığımız kara safranın hikâyesi. Melankoli bir duygu, bir an değil, sahibinin içinde bulunduğu özensiz bir durumdur. Zamanı unutturan, sembolik dünyadan çıkaran bir karanlıktır. Sırf bunu anlamak için bile Sema Kaygusuz’un kelimelerine kulak vermenizi öneririm.

Ümran Kio