Sana Gül Bahçesi Vadetmedim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2018 Perşembe

Dünya, gül vadedilen bir bahçe değilmiş meğer

Sanırım hepimiz hayatımızın belirli dönemlerinde, delirmeye yaklaştığımızı düşünmüşüzdür. Birtakım ontolojik problemlerimize psikolojik problemlerin de eklendiğini, hali hazırda karışık olan kafamızın daha da karışmaya müsait olduğunu anlarız.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, dünyanın gerçekliğini yüzümüze vurur gibi anlatır bu psikolojiyi. On altı yaşında, anne babasının hareketi üzerine kliniğin yolunu tutar Deborah. On dokuz yaşına gelene kadar da devam edecektir bu süreç. Yaşıtlarına göre erken olgunlaşan bir beyin yapısı, yaşıtlarına kıyasla çok zor bir gençlik dönemi vardır. Şizofren teşhisi koyar doktorlar. Kitabı okuduğum sırada, şizofren olan matematikçi John Nash’ın hayatını anlatan Akıl Oyunları filmini de izledim. Deborah’ın kendi kafasında kurduğu dünyayla olan konuşmalarını kavramak, yaşadıkları durumları anlamak için John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla olan konuşmalarına dikkat ettim. Deborah’ın dünyasıyla ilgili fikirler verdiğini söyleyebilirim. Demek ki şizofreni böyle bir şeydi. Henüz delirmediğimden mütevellit ilk etapta anlayıp hayal etmek zor oldu. Filmi izleyip kitabın da kalan kısmını bitirince hayalim netleşti. Şizofreni hastaları kendi kurduğu dünyasının, gördüğü halüsinasyonlar neticesinde ortaya çıkan arkadaşlarının ve tüm bunlarla olan diyaloglarının bir parçası olarak, kaçışı sağladıklarını düşünürler. Bu dünya ve dünyanın üstündeki insanlar onları incitir ve kendi kurdukları dünyaya sığınmak onlar için mecburi bir kaçış halini alır. Bilinçli bir kaçış gibi aslında. Hatta Deborah’ın doktoru Dr. Fried (Deborah’ın deyimiyle Furi) bu durumla ilgili olarak bir hastasının ahvalini şöyle anlatır: “Bir keresinde, kendine korkunç işkenceler yapan bir hastam olmuştu. Ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, ‘Bunları bana dünya yapmasın diye,’ karşılığını vermişti. Sonra, ‘Dünyanın neler yapacağını görmek için biraz beklesenize,’ demiştim. O da, ‘Anlamıyor musunuz? Eninde sonunda oluyor bunlar, bu şekilde hiç olmazsa kendi yıkımımı kendim yönetiyorum,’ diye yanıt vermişti.

Okuyunca hiç de mantık dışı gelmeyen bu cümleler, kitabı okumak için kurduğum yakınlığı “Acaba şizofrenliğe doğru mu evriliyor?” diye düşündürmedi değil.

Deborah’ın dünyası ise Yr Krallığı, Koro, Kuyu ve Tanrıların oluşturduğu bir bütünden ibarettir. Sürekli yaşadığı dış dünyaya ait olmadığını bağıran seslerdir bunlar: “Sen hiçbir zaman onlardan biri olmadın, hiçbir zaman. Tamamen farklısın sen.”.  Hatta Yr Krallığı’ndaki Tanrıların koruyucu ruhlar olduğuna dair inancı bile belirmiştir. Konuştuğu İngilizce, dünya için düş kırıklığına uğramak demek iken Yr dilini ise söylenmesi gereken şeyleri söylemek için kullandığı dil olarak görür. Örneğin Koro; hoşlanmadığı öğretmenlerinin, akrabalarının ve okul arkadaşlarının bir araya gelmesiyle oluşan seslerdir.

Yahudi olduğu için toplum tarafından yargılayıcı nitelikte olan dışlanmışlıklar, büyükbabasının mükemmeliyetçi tutum içinde baskı yapması ve anne ve babasının rolü Deborah’ın problemlerinde büyük etkenler oynamıştır. Hatta babası kızının neden böyle olduğunu düşünürken “Hiçbir zaman soğuk ya da açlık tehdidiyle karşılaşmadı…” diye bir cümle kurar. Çok basit bir nokta gibi görünen ama altında büyük yıkımlar oluşturan bir cümle bu, bana kalırsa. Çünkü bizim de toplumumuzda ve hatta ailemizde karşılaştığımız sık bir durumdur bu. Soğukluk, açlık, savaş tehdidiyle karşılaşmadığı müddetçe bir çocuk kendi içinde ne gibi büyük problemler yaşayabilir ki? Sığlığı doğmuştur babanın kafasında. Yani bir çocuk temel büyük ihtiyaçları açısından sorun yaşamıyorsa neden kendine problemler üretir ki? Bizim toplumumuzda “şımarıklık” olarak bile nitelenebilir böyle bir durum. Annesinin tutumlarına değinirsem, babasına kıyasla Deborah’ın durumunu ve ailenin bu durum karşısında davranışlarını dengede tutabilmek için her daim çırpınır vaziyettedir. Yalnız bir nokta dikkatimi çekti: Kızına yardımcı olduğunu ve bunun için sevinç duyduğunu belirtir Esther. Bunu da, “Benim annem bunu hiç yapmazdı.” diyerek vurgular. Buradan anladığım olgu ise: Bir annelik ölçümü olarak, kendi annesinin kendisine sergilemediği davranışları kızına göstererek, vicdan muhasebesinde sınıfı geçtiğini kabul etmek ister. Onay almak istemek gibi. Dr. Furi’ye de bu konudan bahseder sık sık.

Şizofreninin en kötü yanı gerçekte olanla gerçek dışını ayıramamaktır. Kafalarının içinde kendileriyle konuşan karakterlerin aslında var olmadığını öğrenmek hastalar için büyük bir yıkımdır. Bu durumu kabullenemedikleri ya da kabullenmek istemedikleri için iyileşemezler. Deborah’ın sürekli Yr Krallığı ve Tanrılarla konuştuğu gibi. Akıl Oyunları'nda da John Nash’ın hayali arkadaşlarıyla konuşup onlardan iyileşmek için izin istemesi, onlarla çatışması ve hatta konuşmamaya çalışarak onları cezalandırdığını düşünmesi, bunlara örnek verilebilir.

Ah şu ana babalar.’Onu iyileştirin,’ derlerdi hep, ‘onu, sofra adabını bilen ve bizim kararlaştırdığımız geleceği kabullenen biri olacak biçiminde iyileştirin!’ Dr. Fried içini çekti. Zeki, dürüst, iyi yürekli ana-babalara bile çocuklarını aldatmak kolay geliyordu. Kendilerinin hiçbir zaman tenezzül etmeyeceği aldatmacaları, gösterişçiliği, kibirliliği, rahatlıkla çocuklarına uygulayabiliyorlardı.”. İşte buradan da anlayabileceğimiz gibi ana-babaların çocuk üzerindeki yıkıcı tutumları Doktor Fried’i de rahatsız eder.

Deborah’ın bulunduğu koğuşta kalan hastalar ise tıpkı Deborah gibi dünyayı suçlar hep. Kendilerinin katili olan bu dünyanın nasıl olur da ceza çekmek yerine durmadan gelişip güzelleştiğini anlayamazlar. Kızdıkları nokta burasıdır.

Doktoruna karşı suçluluk psikolojisi hisseden Deborah, doktoruna hiçbir zaman yalan söylemediğini ama bir insan olmadığını da söyler. Buna karşılık olarak doktoru: “Benim görevim seni bağışlamak değil,” der. “Gerçekten dünyada ahlaki konular ve zor kararlarla sık sık karşılaşacaksın ve daha önce de dediğim gibi, dünya dikensiz gül bahçesi değildir. Gel, görüp anlamanı sağlayan güce şükredelim ve yapman gerektiğini anladığın şeyi yapabileceğin güne ulaşmaya çalışalım.

Yaşamak savaşmak demektir,” der Deborah. İyileşme isteği ve umuda inanmak istemesinden sonra.

Vücudunda yanıklar oluşturduğunda ilk zamanlar acı duymaması, iyileşme isteği güçlü çıktıkça bu acıları hissetmesi ve tekrarlamaması iyileşme sürecine girdiğine örnektir.

Doktorunun onu büyük bir kuvvetle inandırmak istemesi ise en büyük etkendir. “Ona bir anlatabilsem… Çölde doğup büyümüş bir insana, daha görmediği nice bereketli, verimli, olağanüstü derecede güzel topraklar olduğu nasıl anlatılabilirdi acaba?

Yazarın kendi hayatından yola çıkarak yazdığı bu kitap, psikolojiye ilgi duyan herkese kaynaklık edebilir nitelikte.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ismiyle müsemma bir kitap. Dünyanın tozpembe bir gerçekliğe sahip olmadığını anlatırken bir yandan da tamamen yıkıma ve umutsuzluğa maruz kalmamak gerektiğini ispatlıyor. Anne-baba-çocuk üçlüsünde dünyanın rolü ve akıl sağlığının ne kadar zedelenip, nasıl iyileştiğini anlatıyor.

Hiç bitmiyor evlat olmak” demiştim bir öyküde. Sanırım bu cümleyi Deborah’a ithaf edebilirim artık.

Rüya Bağ
twitter.com/RuyaBag