Safiye Erol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Safiye Erol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2024 Salı

Homo Sapiens, Hakîm Adam

Safiye Erol, hocası Ken’an Rifâî’yi anlattığı ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık kitabına yazmış olduğu, Homo Mysticus, Homo Sapiens ve Mürşid-i Âgâh olarak üçe ayırdığı etüdünde Homo Sophiens yani Hakîm Adamı anlatırken aynı zamanda nasıl bu hale gelinebileceğinin de ipuçlarını vermiştir.

Homo Sapiens, sözlük anlamı olarak bilen insan, bilge insan gibi anlamlara gelmektedir. Tasavvufi bağlamda bu anlam üzerinde düşünecek olursak, biliyor olması bakımından bir marifet insanı olarak da ifade edebiliriz. Bu insanları Erol aynı zamanda sır bulucular olarak da nitelendirmiştir. Ancak bunu sadece mistikler için değil, sanatçılar, edebiyatçılar, bilim adamları, kısacası aşkın olan ile yaptıkları aracılığıyla irtibata geçebilen ve eser ortaya koyan herkes için söylemiştir. Bu insanlar yaptıkları her işte değeri ve mânâyı muhafaza ederek tüm topluma örnek olmuşlardır. Bu pasif bir hali ifade etmez, bilakis son derece aktif bir sürekli kendini yeniliyor olma halini ifade eder.

Erol’un bu kişileri sır bulucular olarak tanımlamasının en önemli sebebi meçhulün peşinde olmalarıdır. Meçhulden anlamamız gereken bu varlık mertebesinin de ötesindeki mutlak varlığa doğru hamle etmiş olmalarıdır. Mutlak varlık, hiçbir şekilde sınırlı insan aklıyla idrak edilemez, ancak hissedilebilir. Bu varlık alanını tam olarak anlamak, kavramak mümkün olmasa da sır bulucular bu varlık alanını hissedebilmeye, cüzi olarak da olsa kavrayabilmeye adeta baş koymuşlardır. Baş koymak doğru bir kelimedir çünkü bu yol aynı zamanda tehlikeli bir yoldur da. Bu uğurda baş vermiş Hallac-ı Mansûr gibi nicesi, şehitler duvarına isimlerini kendi kanlarıyla yazdırmışlardır.

Hakîm Adam, meçhulü görüp hissetmek, açığa çıkartmak ve bunun da ötesinde tüm insanlıkla paylaşmak ister. Fakat bu mertebeye gelebilmek için önemli bir bedel ödemiş olmak gerekir. Bu bedel, Erol’un deyimiyle “viviseksiyon”, yani canlı canlı parçalanmaktır. Bu biraz da tüyler ürperten metafor, Hakîm Adamların zorlu hayat hikayeleri incelendiğinde tam da yerli yerine oturmaktadır. Erol bunun izlerini Yunan mitolojisinde de bulmuş ve üç isim üzerinden analizini yapmıştır. Bu kişiler Dionisos, Ödip ve Prometeus’dur.

Dionisos ecstase yani vecd tanrısıydı. Önce daha henüz annesinin karnındayken ölümle yüzleşmiş, annesi Semele Zeus’un tanrısal görüntüsünü görmek isteyip de yanınca, Zeus tarafından kurtarılarak babasından doğmuştur. İkinci ölümünü ise parça parça edilmesi ve hala canlı olan kalbinin yine babası Zeus tarafından tekrar hayata getirilmesi hikayesidir. Buradaki parça parça edilmesi, ancak parçalarının hala canlı olması ve tekrar bir form bularak dünyaya gelmesi metaforu konumuz bakımından ilgi çekicidir. Bir vecd tanrısı olarak başına gelenler bize, az önce de değindiğimiz Hallac örneğini hatırlatmaktadır.

İkinci örneğimiz Ödip, biraz daha hazmetmesi zor bir örnektir. Burada Erol’un Ödip’i seçmiş olmasının sebebi kanımızca hakîm adamın, o güne kadar gelmiş sosyal normları ve düzeni parça parça ederek değiştirebilecek güce sahip olmasını ifade eden bir metafor olarak kullanmıştır.

Üçüncü ve son örnek olarak ise insanlara ateşi getirmiş olan Prometheus anlatılmıştır. İnsanlığa ateşi getirmiş olmasından dolayı Zeus tarafından bir kayaya bağlanır ve her gün bir kartal tarafından yenilerek parçalanan ciğeri bir sonraki gün tekrar oluşarak, her gün ölür ve dirilir. Burada en dikkat çekici olan şey, ateşin, yani hakikat bilgisinin elde edilmesinin, nasıl bir bedel gerektirdiğidir.

Bu acılar, çileler, canlı canlı paralanma örnekleri bir sembol haline gelecek olan Hakîm Adam için olmazsa olmaz yol duraklarından birisidir. Erol, “Ölüm sır vermez, hayat da sır vermez, sırrı olsa olsa diri diri paralanan bir canlı, hayatla ölümün vuslatı deminde söyler” derken bunu kasteder.

Bu kavram tasavvufta da ölmeden önce ölme sırrı ile ifadesini bulmuştur. Kişi eskiye ölüp, daha iyiye yönelmek ve yöneltmek için içinde alan açmadan, Homo Sapiens, bilge adam, Hakîm Adam haline gelemez. Bu yeniden doğuş, öncekinden çok daha kâmil bir formda tekrar ortaya çıkıştır. İşte hissettiklerini diğerlerine de göstermek aşaması, ancak bu yok-var oluş sayesinde mümkün olacaktır. Çünkü ne tek başına hayat, ne de tek başına ölüm bizim aradığımız hakikatin bulunmasını bize mümkün kılar. Bu aşkın alanda bulunan hakikati sezebilmenin tek yolu, ölüm ve yaşam arasında gidip gelmek, ölmeden önce ölebilmek ve bu bilgiyle tekrar doğabilmektedir.

Bu halde aramıza geri dönen Homo Sapiens, Hakîm Adam, kendisiyle, başkalarıyla ve aşkın olan ile ilişkileriyle ortaya bir anlam koyar. Bu anlamı idrak edebilen yekdiğerleri de yine bu anlam üzerinden önce şahsiyetlerini, daha sonra da tüm bir medeniyeti inşa sürecini başlatabilirler.

Alper Tanca
alper@tanca.net

20 Mayıs 2019 Pazartesi

Aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuru

"Yahuda’nın aklı başına geldi. Mabede koştu. Aldığı parayı hahamların yüzüne attı ve İsa’nın serbest bırakılmasını istedi. Fakat iş işten geçmişti. Yahuda ancak o zaman faciayı anladı ve kendini astı. Çünkü o İsa’yı bir insanın kaldıramayacağı kadar şiddetli bir aşkla sevmişti."

Yahudaları anlatır Ülker Fırtınası ve bir Yahuda ile karşı karşıya getirdiği anın kederini, ferahlamış bir kadere nasıl çevirirsin, öğretir. Kendi elleriyle oya oya işlediği toprağı tarumar edip, sanat eseri gibi aşkları yıkıp, yıktıkları aşkın hasretinden ölenlerin hikayesidir.

1938’de Vakit gazetesinde tefrika edilip, 1944’te kitaplaşan Ülker Fırtınası yine Kubbealtı’ndan. Diğer üç romanından daha özel kılan detay; hiçbirini okumayıp sadece bu kitabı okuyan, Safiye Erol’ün, derdi ve uslubunun ortak alanlarını çizmiş olur denilebilir. Bu ancak diğer üç kitabına hakimiyetle anlaşılsa da ipucu olarak bir kenarda dursun diyelim.

İlk ortak yan; modern, batılı mekanlarda, eğlence dünyasında başlayan aşklardır. Romanlarında doğu-batı karşılaştırmalarını, ziyadesi ile değerli bir görecede okuyan Erol, mekanlarda da bu sentezle doğru orantı çizmiştir. Batıdan gelen, batılı, modern, idealist, batı müziğinde uzman, batılı okumalara hakim, batı ve yunan felsefesinde gelişmiş ama özü doğu kadın; doğuyu buram buram içinde taşıyan, doğu müziğinde üstad, udi bir adama, bir bakıma kendi özüne aşık olur. Bu aşkın sonunda ise doğu- batı sentezinden dökülen en somut, en bedenli, en cisim sahibi eseri, Yahuda Senfonisi’ni verir bize Erol. Tüm romanlarının sonucu gibidir Yahuda Senfonisi. Ve tıpkı yazının başında, Yahuda-İsa ilişkisinde anlattığımız gibi, adam, kadının kendi özü ile olan bu aşkını tarumar ettiğinde; kadın, tarumar olanın sadece ilişki olduğunu ve aşkın kendisinin baki olduğunu anlayıp yoluna devam etmiştir. Erol ile ilk tanıştığınızda sevmeyeceğiniz bu adamlar zamanla anlaşılmaktadır ki sadece görevlerini yapmaktan sorumlu varlıklardır. Tıpkı su gibi, rüzgar gibi… Çünkü “aşkın saltanatı ebedidir”.

İkinci bir ortak nokta; yedi yıl metaforudur. Başkahramanımız Nuran yedi yıl eğitimin ardından, Türk musikisinin statik yapısını, kalıplarını kırmak, Türk müziğinin kimliğine yeni ufuklar açmak ideali ile topraklarına düşmüştür. Bu yedi; Ciğerdelen romanında “7 Peçeli” menkıbesi, Dineyri Papazı’nda 7 yıl aşk acısı, Kadıköyü’nün Romanı’nda 7 arkadaş arasında başlayan ilişkiler vb. birçok konuda karşımıza çıkar. 7 izleği, Erol’ün, nefsin 7 mertebesini refere eden izleğidir ki tek başına üzerine kitap yazılabilecek onlarca detaydan biridir.

Üçüncü olarak; evli bir taraf ve ahlaki altyapı ile imkansızlıktan, acının dozunun arttığı ilişkiler vardır. Bir fasıl akşamı, batı müziği dinamiklerini üstün tutan anlayış cebinde iken tanıştığı udi ustanın büyüsü ile Türk müziği hakkında düşünmeye başlayan kadının aşkı da böyledir. Kültürel altyapısını tamamlamış kadın, ihtiraslarının peşinde sürüklenen, kötülüğünü bile tanıyacak kadar yüzüne ayna tutulmamış, doğulu ve evli bir erkeğe aşık olmuştur. Pırıl pırıl bir kalp ile düştüğü kiri göremeyen bir adam… Bu hem, yine, doğu batı karşılaşmasıdır hem erkeğin doğu ile batı arasında kalmasından kaynaklı acılarının kaynağı olacaktır.

Karısı doğuyu temsil eder Sermet’in coğrafyasında; Türk Müziğidir. Basittir, bu basitlik konforludur, dışarıdan bir gibi görünse de, dünyaları başkadır, bu başkalık rahattır. Nuran batı yakasıdır yakışıklı udinin; tutku vardır, daha kendinden bulur tüm farklılığına rağmen, anlayamaz bu benzerliğin kaynağını, korkar… Aşk, bilgi, estetik, korku hemhal olmuştur… Çoktur, tanıdıkça artıyordur, derinleşiyordur… Çekici ama ürkütücüdür de. Gidebilir ve Sermet yalnız kalabilir bilmediği bir batılı coğrafyanın orta yerinde, bilmediği bir müzikle. Ama onun yanında hissettiği bu ateş de neyin nesidir.

Dördüncü ortak nokta; batılı bilgelikle donanmış kadının, doğulu baba da dinlendiği rutinidir. Baba olur, mürşit olur ama doğulu olması değişmez. Bu romanda, Maltepe’de Bektaşi dervişi Ali Fethi Bey’in, babanın, münzevi hayatına sığınılır. Bu merhale yazarın annesinin Keşanlı bir Bektaşi dervişi olmasından esinlidir.

Babasının yanında, acısında, yalnızlığında, dinginliğinde, güveninde bir süre konaklayan Nuran, üzerine sürünen ferahlıktan cesaretle yavaş yavaş kendini toplamaya başlar. Yarım kalmıştır bir şeyler. Sermet çağırıyordur, geri döner. Aynı kadın değildir. Sermet aynı kadın ile vazgeçemediği tutkusu, bilgeliği ve batısı ile barıştığını zannetmektedir. Belki de en derin öfke kaynağı da budur. Öfkelenmiyordur artık. Babasının yanından gelirken yanında getirdiği aşkın Sermet’e ait olmadığını okur aynaya baktıkça kendi gözlerinden!

Sermet, Müzeyyen’den boşanmaz. Alaturka musikiyi de bırakmaz. Aslında ikisi de aynı şeydir. Nurhan bunu görüyordur artık. Merhamet dolu bir sevgiye geçmiştir Sermet’e. Köşke ek bir pavyon yaptırıp orada misafir etmeye başlar hatta. Bu pavyon, Sermet’i, sadece evinin bahçesine değil kendisinin de bahçesine taşıdığının metaforik karşılığı gibidir. İdealarını yeniden eline almıştır. “Transformatör” devreye girer. Transformatör uzun hikaye; başka yazıya…

Türk musikisinin kalıplarını kırmak için gelen o genç kadının hikayesi, aşık olduğu adam ve babasından kalan doğulu koku ile Türk müziğini iyileştirmek için neler yapabileceğinin derdine bürünmüştür. Bir meramı vardır. Yaşamaya dair, kendine dair bir meramı.

Türk operası için görevli olarak yurtdışına gidecekler arasına girecek kadar çalışmalarını duyurur. Sermet doğusunun içinde harmanlanıp kalmıştır. Nurhan ise Sermet’ten yüklendiği doğuyu, batı ile harmanlayıp yürümektedir.

Nuran’da 1933’te başlayıp 1936’da biten bu hikayenin üç yılından geriye sadece güzel anılar kalmıştır; birde “Yahuda” adını verdiği, biraz babasından, biraz Udî Sermet’ten, biraz memleketinden, biraz Viyana’dan getirdiği, yedi yıldan dökülen notaların birleştiği senfoni. Nuran’ın hayali, yazarın ise varmak istediği medeniyet tasavvurunun prototipi gibidir.

Batıda terbiye olup doğulu bir bedende harmanlanan aşk da müzik de, yazarın, her romanında içinize işleyen, yeni Türkiyedir. Cumhuriyet’in Safiye Erol’ü, bu ülkenin, hala daha ideolojilerin yangınında debelenen ve külden önünü göremeyen okurları için çok ileridedir. Öyle ki en çok benimseyenlerce dahi sadece kendilerine benzeyen yanları takdir edilerek onanabilmektedir. Kıyafeti İslam’a, inancı “Cumhuriyet”e sığmamış, ortada kalmıştır Erol. Sakız bahsini aşamamış oruçlar düşünülünce, uzunca bir zaman daha ortada kalacak gibidir! Beni 100 yıl sonra anlayacaklar diyen Nietzsche’lerden bir eksiği de yoktur keza.

Yine de bir yerden başlayalım derseniz, Ülker Fırtınası, sizi, aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuruna taşımaya taliptir.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

6 Mayıs 2019 Pazartesi

Bereket ayında göze rahmet bir Nebi okuması

Ölmek üzere olduğunu bilmeden, son yılında canhıraş yetiştirdiği eseridir Safiye Erol’ün Çölde Biten Rahmet Ağacı. 1962 de tefrikası yapılsa da kitap halini alması vefatından 36 yıl sonra, Safiye Erol hayranlığını, çocukluğundan itibaren artan bir ivme ile yüreğinde taşıyan, değerli araştırmacı, Halil Açıkgöz tarafından gerçekleştirilmiş, Kubbealtı Neşriyat tarafından ise basılmıştır.

Safiye Erol “Allah’ın kâinatı yaratma sebebi Hz Muhammed’tir” demekle beraber Hz. İbrahim’e özel bir yer verir bu kitapta. “Beni yüce yapan bana olan şey değil benim yaptığımdır…” denilen sadakat halkasıdır İbrahim, imanın! İnsanın cisimden öze taşınıp, cisme kafa tutmasının biricik sembolü, ilk bayraktarıdır. Kierkegaard gibi birçok batılı düşünürün de “teslimiyet” kavramını üzerinden yorumladığı ruhtur İbrahim. “Korku Ve Titreme”; ''O bir başkasını sevmede kendi kendine yetmesi gerektiği derin gizemini kavramıştı.'' derken neyi ifade etmeye çalışıyor, neyi kavrıyor ise veyahut Platon, tensel olandan tinsel olana doğru seyre koyduğu aşkta neyi amaçlamış ise, Çölde Biten Rahmet Ağacı bu kavramanın ve amacın son demidir.

Erol, kıymetini hiç eksik etmediği köklerinin medeniyet tasavvuruna da yakışan bu sevme biçimi ile “aşk” üzerine tüm kadim öğretileri, İslam’ın eteklerinde toplamış, öyle yazmıştır. Ona göre, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabındaki üç değerli makalesinden biri olan “Hakim Adam” isimli makalesinde bahsettiği, İslam, Yunan ve Garp aleminin tüm “sır bulucular”ı da bu sırrın peşindedir.

Erol, “Mekkeliler” bahsinde çöl ikliminin mağrur ve zalim halkını cahiliye dönemiyle ifade ederken, Hazret-i Peygamber’in doğumunu aktarırken hislerini şu sözlerle dile getirir: “O’nun doğumundan söz açmak sırası geldiğinden başıma annemin tülünü sardım, baba armağanı altın kolyeyi taktım, mürşidimin telkinini ışık gibi alnıma iliştirdim. Neler kuşansam az geliyor, işte hafiften titriyorum, gözyaşlarım ılık akıyor.”. Bunlar, okuyanın da içindeki ılık suları harekete geçiren gerçek bir aşk metni olan “Çölde Biten Rahmet Ağacı”nın en vurucu satırlarıdır.

Değerli hocam Halil Açıkgöz, kendisi ile gerçekleştirilen röportajda Erol’ün sık sık yaptığı bir hareketini betimlerken; sağ elinin sırtını sol avucuna vurarak baskılı bir şekilde söylediği, “olllmadı agalaaar” sözünden bahsetmişti. Erol kitaba erkeklere sitem olarak kullanmak amacı ile bu iki kelime ile başlar. Açıkgöz; İslam’ın yanlış anlaşılması ve aktarılması ile ilgili bir sitemdir bu ve kitap, Müslüman kadınlar için çok değerlidir der. Erol’ün hiçbir ideolojiye sığmadığı gibi feminizme de sığmayacağını ve fakat özellikle dönemi düşünüldüğünde gerçek bir kadın hakları temsilcisi olarak görülebileceğini de dile getirir.

Erol, İslam’daki hatalı kadın algısını dert edinmiş, bunu gerek romanlarındaki cesur kadınlar ile gerek ise Peygamber kadınlarından bahsederken hissettirmiştir. Mizaç değerlidir Erol için. Farklar kabul edilmelidir fakat bir tarafın diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Kitabın “Kadınlar” bahsinde yazar, Nisâ Sûresi ayetlerinden hareketle tüm kadınların hakkını savunur. Bilhassa Nisâ sûresinin 34. ayetine dair bir tefsir çalışması dahi yapar:

Erkekler kadınların koruyucusudur. Çünkü Allah onları üstün kılmıştır. Zirâ onlar mallarından sarf ederler. İyi kadınlar itâat edicidir…” Ne yazık içtihat kapıları kapanmış. Belki günün birinde Hak erenlerden bir müçtehit gelir ve yukarıdaki âyetlere şöyle bir tefsir verir: “Kadınla erkeğin münâsebeti Tanrı buyruğu ile değişe değişe deveran eden, sosyal, politik ve ekonomik şartlara göre iki cins arasında en sağlam uzlaşmayı temin edecek tarzda ayarlanmalı; her halükarda erkek civanmertlikle kadın yumuşakbaşlılığı ile hareket etmelidir.”. Daha ziyade kadınların aşk üzerine çektikleri ızdıraplar ile tinsel olan aşk yolculuklarını konu edinen romanlar yazan Erol, gerçek aşkı konu alan çalışmasında, kadınlarının genel yapısını, kendi bakış açısı ile idealize etmiştir. Fakat erkekler, bahsi geçen civanmertliğe biraz daha geç ulaşan ya da ulaşamayan kahramanlar olarak kalacaklardır. Gerek kurgularda gerek gerçekte…

Yazar, Hz. Hatice, Hz. Ali ve Veysel Karani’den ayrıca bahseder. Cebrail (a.s.) için ise iki bölüm yazar, Hira dağından, ilk vahyden, uyanma vaktinin geldiğinden bahseder. İslamiyet ardından Mekke’de olanları reel bir bakış açısı ile ele alır. Kusursuz insanlar yoktur. Mutlak iyiler, mutlak kötüler yoktur. Ramazan ayı boyunca yazdığı bu tefrikalardan dolayı eleştirilmiştir de. Bu eleştirilere rağmen kalemi asla övgüye tevessül etmemiş, okuyucunun ve milletin vicdanının bu meselede adil davranacağına inancını belirtmiştir.

Miraç ile Peygamberin üzerine aldığı sorumluluk ve hüzne dikkat çeker. Arketipler üzerinden yorumlamak gereken ve sembol olduğu düşünülmesi uygun olan olan Miraç’ın, anlatılamayan, herkesin kendi ruhunda yaşayabileceği bir yükselme olduğunu söyler. Ve ne güzel söyler! Ne de güzel söyler! Hatta gaziliğin yerini bu zamanda dosdoğru bir edep ile çalışmanın aldığından bahseder. İmana değil dış görünüşe dayalı sofuluğun eleştirisini yapar.

Bu cesur söylemlere karşılık aldığı tüm eleştirilere rağmen kaleminin üzerine kimseye hüküm vermeyen Safiye Erol, Halil Açıkgöz’ün ifadesi ile bu eserin ikinci bölümünü zihninde tasarlamış fakat ömrü vefa etmemiştir. Eser fikri derinlik olarak hala çağın yukarısında bir din algısına sahiptir ve hala yeterince anlaşılamamıştır.

Tıpkı Safiye Erol’ün kendisi gibi!

Romanlarındaki, Bektaşi dervişi ruhu üflenmiş fakat batı eğitiminin rasyonalitesi ile panteist bir ivme edinmiş kişilerden de anlaşıldığı üzere, “dua”nın “kaderciliğe yaslanıp yaşamak” olan eylemsiz şiarını erken yaşlarda geçip; bu kitapla, biriktirdikleri ile beraber manevi iklimine geri dönüp, aşkın “orta kat”ına taşınmıştır Erol. Kierkegaard’ın da dediği gibi:

Eylemleri için adaleti başkalarında arayanlar, eylemlerinin dayanak noktaları kendileri dışında olanlar, ancak düşük mizaçlardır”.

Mizacından öpülesice Safiye Erol’e minnetle…

Hayırda ramazanlar.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com