Sadık Hidayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sadık Hidayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Temmuz 2021 Salı

Okurun üzerinde gezinen bir çift göz

Ruhu cüzzam gibi yalnızlıkta yavaşça yiyip bitiren yaralar var hayatta.” cümlesiyle bizi Kör Baykuş’un sessiz uğultusuna davet eden Sadık Hidayet, İran edebiyatına farklı bir soluk getirmiş, ülkede modern öykücülüğün öncüsü olmuştur. Doğduğu şehir, ilgi duyduğu topraklar, ziyaretlerinde etkilendiği ülkeler ruh ve düşünce dünyasında yankılanmış, bu yankılar kitaplarında kendini çokça hissettirmiştir. İran, Belçika, Hindistan, Fransa ekseninde dönen bu hayatın karamsarlığı ve depresif hali dönemin İran şartlarından da etkilenerek zirveye ulaşmıştır. Hidayet’in kendini hiçbir yere ait hissetmeyen aşırı hassas tabiatı kitaplarındaki karakterlere, yerlere ve cümlelere adeta sinmiştir. Kör Baykuş’un kasvetli atmosferi bunun en büyük kanıtıdır. Kitabın isminde geçen baykuş bu atmosfere kapı aralayan, okura davet edeceği dünya hakkında ipuçları fısıldayan bir motif olarak anlamlı bir başlığa işaret eder. Kimilerine göre harabelere konan, geceleri uyanık kalan, başını büyük açılarla hareket ettirip etrafındaki birçok meseleden haberdar olan bu kuş Sadık Hidayet’i temsil eder. Yaşar, yazar, susar, dinler, farkına varır, iç sıkıntısında boğulur, ölmek ister, bir yandan da bunları bir baykuş edasıyla dışarıdan izleyen bir çift göz gibi hisseder kendini. Kitabındaki karakterin, “Şimdi yazmaya karar verdiysem, sadece kendimi gölgemle tanıştırmak içindir. Duvarda eğik halde ve sanki her ne yazsam iştahla hepsini yutmaya hazır bekleyen bir gölgeyle tanıştırmak için.” demesi kendi varlığı dışında şekillenen çocukluğunu, korkularını, buhranlarını emmiş bir gölgenin, başka bir Hidayet’in varlığını kanıtlar bize. En büyük yüzleşme burada başlar. Çünkü Jung’un Gölge Teorisi’ne göre, “Gölge, bireyin bilmeyi tercih etmediği kısmını tarif eder. Benliğin ‘reddedilmiş taraflarını’ içerir.” Bu nedenle romanda gölge motifi sık sık kullanılır.

Kör Baykuş, uykuyla uyanıklık arasında, düşle gerçeğin birbirine karıştığı, derin, karanlık ve ürpertici bir romandır. Kitaptaki karakterler bir gerçekliğin içinde parıldayıp sonra karanlığa gömülen yıldızlar gibidir. Kambur ihtiyar, baba, amca, kasap zamanla başka karakterlere dönüşür, bazen de birleşir anlatıcının bünyesinde toplanırlar. Sütanne, siyah elbiseli kız, anlatıcının karısı birleşip tek bir kadın gibi görünürler. Bu açıdan bakıldığında psikolojik anlamda çoklu kişiliği andıran bir durum gözlenir. Anlatıcının afyon dumanı altındaki zihninden mi, psikolojik bunalımlarından mı kaynaklandığı belli olmayan bu karakterler belli hareketleri tekrar eder. Kambur ihtiyarın korkunç şekilde gülmesi, boynuna Hint şalı dolaması; genç kızın sol elinin işaret parmağını kemirmesi, siyah elbiseler içinde gezinmesi bunlara örnektir. Tekrarlar sadece hareketlerle sınırlı değildir. Servi ağacı farklı mekânlarda durmadan görünür. Belli rakamlar (iki ay, dört gün…) tekrarlanır. Yine metinde mavi nilüfer çiçeğinin adını sık sık duyarız. Bu çiçek Hint kültüründe tekrar yaşam ve olgunlaşma sembolüdür. Budizm’de arınma anlamına gelen nehir; tapınak, Hint gurusu, Hint şalı gibi sıklıkla vurgulanan ifadeler Hidayet’in Hint kültürüne olan özel ilgisini açığa çıkarır.

Kör Baykuş, Batı’nın gerçeküstü anlatımlarıyla Doğu’nun gizemli masallarının birleşimi gibidir. Yazarın iki kültür arasında mekik dokuyan zihni, kullandığı unsurlarda kendini ele verir. Anlatıcının bir odada geçen, toplumdan kendini soyutlayan tavrı Kafka’nın Dönüşüm romanındaki hareketsiz örümceği anımsatır. İç huzursuzluğu Sartre’nin Bulantı kitabındaki huzursuzluğa benzer. Rilke, Kafka, Sartre okuyan; Tchaikovsky ve Beethoven dinleyen Hidayet’in, kendi kültürünü asla reddetmediğini; doğduğu yerlere, çocukluğuna olan özlemini anlatıcının dilinden de hissedebiliriz. Çeşme-yi Ali nehrini eski ismiyle anması, İran’daki eski Rey şehrinden bahsetmesi, Nevruz geleneğine ait Sizdebeder, Çeharşenbesuri gibi terimleri kullanması geçmişine ve kültürüne bağlılığının en güçlü kanıtlarındandır.

Karamsar, umutsuz, yılgınlıklar ve buhranlarla dolu bir karakter olan anlatıcı, âşık olduğu hayali kadından, karısına olan sevgisinden bahsederken bu siyah tablonun içinde güzel duyguların da barındığını gösterir bize. Ufacık da olsa karşılaştığımız bu umut kırıntısı, güzeli tarif etme çabası okuru mutlu eder. Anlatıcının sürekli değişen ruh durumu sonucunda sevdiklerinin nefret ettiklerine dönüşmesi çelişkisi bu umudu gölgelese de en dipteki hayatlarda bile yaşama dürtüsünü canlı tutan izler bulmanın mümkün olduğunu görürüz.

Anlatıcının kitabın sonlarına doğru ortaya çıkan ve buhranlarıyla birleşen fiziksel hastalığı bitkinliğini artıran bir durumdur. Öksürürken sadece hastalığının sesini değil içinden çıkmak istediği dünyaya olan haykırışını da duyarız. Öksürüğündeki kanla adeta içinde biriken onca olumsuzluğu da çıkarmak ister. İçinde, yaşamanın zahmetinden ölerek kurtulacağının heyecanını taşır fakat bir yandan da bulunduğu dünyaya alışamayan ruhunun diğer dünyaya nasıl alışabileceğinin korkusu kemirir içini.

Okudukça katman katman açılan Kör Baykuş tek okumayla yetinilebilecek bir kitap olmamıştır hiçbir zaman. Dönem dönem okunduğunda okura farklı dünyalar ve bakış açıları sunar. Zaten kitabın kapağını kapatan okur bir tamamlanmamışlık hissiyle donanır, zihnindeki soru işaretleri kımıldamaya devam eder. Sembolik kavramlar ve metaforlarla örülü kitabı okumadan önce Sadık Hidayet’in yaşamına göz atmak, iç dünyasına bakmak, döneminin atmosferini yoklamak yerinde bir hazırlık olur okur için. Ruhundaki mengeneden kurtulmak için yazan Hidayet’in baykuş gözlü okuyucuları olabilmek kolay değildir çünkü.

Esra Türedi
twitter.com/esraturedi_

24 Mart 2013 Pazar

Ne varsa eskilerde var, şok hariç

Bir romana başlarken yaşayacağınız heyecan çok önemli. Düşünün ki bu roman, Behçet Necatigil'in muazzam bir çevirisiyle bizlere sunulmuş ve İran edebiyatının kurucularından sayılan Sâdık Hidâyet'in kaleminden çıkmış olsun. Kör Baykuş ilk olarak 1977'de Behçet Necatigil çevirisiyle Varlık Yayınları'ndan çıkmış. Yapı Kredi Yayınları'ndaki ilk baskısı ise 2001 yılında yapılmış. Bu baskıda önsöz de Behçet Necatigil'e ait, sonsöz niyetine ise Sâdık Hidâyet'in yakın arkadaşı, roman ve hikâyeleriyle tanınmış Bozorg Alevî'nin bir yazısı yer alıyor. Okuduğum en kıymetli sonsözlerden biriydi diyebilirim çünkü bir biyografiden daha çok, yazarın ruh dünyasını derinlere girmeden bizlere aktarıyor, aktarabiliyor.

"Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin."

Bûf-i Kûr yani Kör Baykuş'ta, sizi şoka uğratacak bir son yok. Zaten böyle bir sonu daha çok popüler romanlarda bulabilirsiniz, özellikle de Türk edebiyatında. Neredeyse bütün romanlar şoka uğratmak için yazılıyormuş gibi geliyor bana. Onlarca karakter, her yeni bölümde alıntılar, sıfır dipnot ve "şoklama" bir son. Yemezler, yemiyorlar. Balığın da şoklanmışı makbul değildir mesela. Öte yandan balık, baştan kokar. Sâdık Hidâyet hiç bu "toplara" girmemiş, pas yüzdesini hep netlik ve disiplinli bir şekilde hazırlanmış ruhsal etkiyle yüksek tutmuş. Bundandır pek çok ülkede çevrilmesi ve yüzlerce yazarı etkilemesi.

"Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için. Kasap dükkânı önünde bir sinir parçası için kuyruk sallayan aç köpek gibiydi onlar."

Kör Baykuş'ta, yazarın yaşamını görmek bir hayli mümkün. Çok zengin ve güçlü bir aileden gelmesine rağmen parayı bir köşeye atması ve geçimini kâtip olarak sağlaması, hangi mesleği seçeceğine bir türlü karar veremeden Paris'te yazmaya başlaması ve "Yaradılış Efsanesi" ile İran edebiyatına kalıcı bir anıt dikmesi, Rıza Şah'ın İran'ında hayat bulamaması ve Hindistan'a gidip "Kör Baykuş"u yazması, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkesi adına hiçbir umut görememesi ve ciddi bunalımlara girmesi, sırf yaşama ümidi bulabilmek için tekrar Paris'e gitmesi, Ömer Hayyam'dan çokça etkilenmesi, başbakan olan eniştesinin bir yobaz tarafından katledilişi ve böylelikle Sâdık Hidâyet'in kendi canına kıyması için bardağın son damlasının tamamlanması...

"Garip bir dağılma ve bölünme geçiriyordum sürekli. Bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. Bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. Birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. Dağılan, çözülen bir kitleydim ben. Sanki hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım..."

İşe yarar bir son adına tekrarlamak isterim; yazarın romanında ne bir zafer ne de bir mağlubiyet vardır. Onunki sadece ruhsal bir boşalmadır. Ümit ve ümitsizlik arasında bezmiş, yılgın ve hatta mahvolmuş bir adamın kaleminden çıkanlardır. Karamsarlık olduğu kadar, alay da vardır...

İntiharından (Paris'te kaldığı dairesindeki tüm delikleri tıkayıp gaz musluğunu açmış ve ölmüş. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu tıraş olmuş, tertemiz kıyafetler giymiş bir şekilde yerde yatarken bulabilmiş. Cebinde parası da varmış ve müsveddeleri yakılmış bir şekilde yanı başındaymış.) kısa bir süre önce bir hikâye taslağı bulunmuş. Konusu ise şöyle: Annesi "Salgı salamaz ol!" diye beddua eder bir yavru örümceğe. Örümcek hiç ağ yapamayınca, çaresizce ölüme kurban gider. Bunu bilen herkes sorar: Hidâyet'in hayat hikâyesi miydi acaba bu hikâye?

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler