Sâmiha Ayverdi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sâmiha Ayverdi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2024 Salı

Homo Sapiens, Hakîm Adam

Safiye Erol, hocası Ken’an Rifâî’yi anlattığı ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık kitabına yazmış olduğu, Homo Mysticus, Homo Sapiens ve Mürşid-i Âgâh olarak üçe ayırdığı etüdünde Homo Sophiens yani Hakîm Adamı anlatırken aynı zamanda nasıl bu hale gelinebileceğinin de ipuçlarını vermiştir.

Homo Sapiens, sözlük anlamı olarak bilen insan, bilge insan gibi anlamlara gelmektedir. Tasavvufi bağlamda bu anlam üzerinde düşünecek olursak, biliyor olması bakımından bir marifet insanı olarak da ifade edebiliriz. Bu insanları Erol aynı zamanda sır bulucular olarak da nitelendirmiştir. Ancak bunu sadece mistikler için değil, sanatçılar, edebiyatçılar, bilim adamları, kısacası aşkın olan ile yaptıkları aracılığıyla irtibata geçebilen ve eser ortaya koyan herkes için söylemiştir. Bu insanlar yaptıkları her işte değeri ve mânâyı muhafaza ederek tüm topluma örnek olmuşlardır. Bu pasif bir hali ifade etmez, bilakis son derece aktif bir sürekli kendini yeniliyor olma halini ifade eder.

Erol’un bu kişileri sır bulucular olarak tanımlamasının en önemli sebebi meçhulün peşinde olmalarıdır. Meçhulden anlamamız gereken bu varlık mertebesinin de ötesindeki mutlak varlığa doğru hamle etmiş olmalarıdır. Mutlak varlık, hiçbir şekilde sınırlı insan aklıyla idrak edilemez, ancak hissedilebilir. Bu varlık alanını tam olarak anlamak, kavramak mümkün olmasa da sır bulucular bu varlık alanını hissedebilmeye, cüzi olarak da olsa kavrayabilmeye adeta baş koymuşlardır. Baş koymak doğru bir kelimedir çünkü bu yol aynı zamanda tehlikeli bir yoldur da. Bu uğurda baş vermiş Hallac-ı Mansûr gibi nicesi, şehitler duvarına isimlerini kendi kanlarıyla yazdırmışlardır.

Hakîm Adam, meçhulü görüp hissetmek, açığa çıkartmak ve bunun da ötesinde tüm insanlıkla paylaşmak ister. Fakat bu mertebeye gelebilmek için önemli bir bedel ödemiş olmak gerekir. Bu bedel, Erol’un deyimiyle “viviseksiyon”, yani canlı canlı parçalanmaktır. Bu biraz da tüyler ürperten metafor, Hakîm Adamların zorlu hayat hikayeleri incelendiğinde tam da yerli yerine oturmaktadır. Erol bunun izlerini Yunan mitolojisinde de bulmuş ve üç isim üzerinden analizini yapmıştır. Bu kişiler Dionisos, Ödip ve Prometeus’dur.

Dionisos ecstase yani vecd tanrısıydı. Önce daha henüz annesinin karnındayken ölümle yüzleşmiş, annesi Semele Zeus’un tanrısal görüntüsünü görmek isteyip de yanınca, Zeus tarafından kurtarılarak babasından doğmuştur. İkinci ölümünü ise parça parça edilmesi ve hala canlı olan kalbinin yine babası Zeus tarafından tekrar hayata getirilmesi hikayesidir. Buradaki parça parça edilmesi, ancak parçalarının hala canlı olması ve tekrar bir form bularak dünyaya gelmesi metaforu konumuz bakımından ilgi çekicidir. Bir vecd tanrısı olarak başına gelenler bize, az önce de değindiğimiz Hallac örneğini hatırlatmaktadır.

İkinci örneğimiz Ödip, biraz daha hazmetmesi zor bir örnektir. Burada Erol’un Ödip’i seçmiş olmasının sebebi kanımızca hakîm adamın, o güne kadar gelmiş sosyal normları ve düzeni parça parça ederek değiştirebilecek güce sahip olmasını ifade eden bir metafor olarak kullanmıştır.

Üçüncü ve son örnek olarak ise insanlara ateşi getirmiş olan Prometheus anlatılmıştır. İnsanlığa ateşi getirmiş olmasından dolayı Zeus tarafından bir kayaya bağlanır ve her gün bir kartal tarafından yenilerek parçalanan ciğeri bir sonraki gün tekrar oluşarak, her gün ölür ve dirilir. Burada en dikkat çekici olan şey, ateşin, yani hakikat bilgisinin elde edilmesinin, nasıl bir bedel gerektirdiğidir.

Bu acılar, çileler, canlı canlı paralanma örnekleri bir sembol haline gelecek olan Hakîm Adam için olmazsa olmaz yol duraklarından birisidir. Erol, “Ölüm sır vermez, hayat da sır vermez, sırrı olsa olsa diri diri paralanan bir canlı, hayatla ölümün vuslatı deminde söyler” derken bunu kasteder.

Bu kavram tasavvufta da ölmeden önce ölme sırrı ile ifadesini bulmuştur. Kişi eskiye ölüp, daha iyiye yönelmek ve yöneltmek için içinde alan açmadan, Homo Sapiens, bilge adam, Hakîm Adam haline gelemez. Bu yeniden doğuş, öncekinden çok daha kâmil bir formda tekrar ortaya çıkıştır. İşte hissettiklerini diğerlerine de göstermek aşaması, ancak bu yok-var oluş sayesinde mümkün olacaktır. Çünkü ne tek başına hayat, ne de tek başına ölüm bizim aradığımız hakikatin bulunmasını bize mümkün kılar. Bu aşkın alanda bulunan hakikati sezebilmenin tek yolu, ölüm ve yaşam arasında gidip gelmek, ölmeden önce ölebilmek ve bu bilgiyle tekrar doğabilmektedir.

Bu halde aramıza geri dönen Homo Sapiens, Hakîm Adam, kendisiyle, başkalarıyla ve aşkın olan ile ilişkileriyle ortaya bir anlam koyar. Bu anlamı idrak edebilen yekdiğerleri de yine bu anlam üzerinden önce şahsiyetlerini, daha sonra da tüm bir medeniyeti inşa sürecini başlatabilirler.

Alper Tanca
alper@tanca.net

7 Kasım 2023 Salı

Herkesin bir vazifesi var, onu bulup kuşanmalı

Mah-ı Muharrem’in 10. gününde, doğup büyüdüğüm ve hayatıma kattığı değerler vesilesiyle çok şeyler borçlu olduğumu düşündüğüm Kocamustafapaşa’dayım. XVI. yüzyılda Mimar Sinan’ın bu şehre ve semte emanet ettiği Ramazan Efendi Camii’nde hüzünle muhabbetin iç içe geçtiği bir cuma vakti. Etraf kalabalık, hava epeyce sıcak. Caminin dışında, sağ tarafta kalan bir ağacın önündeki safta hocayı dinliyorum. İstiyorum ki Mah-ı Muharrem’den bahsetsin, eskilerin bugünlerde neler yaptığını anlatsın, Şühedâ-yı Kerbelâ’yı hatırlatsın, Hasaneyn Efendilerimizi yâd etsin. Peki hoca nelerden bahsediyor? Erkeklerin ve kadınların nasıl giyinmesi gerektiğinden, çağların ardından her iki cinste görülen değişimden, bu değişimin hepimizi helak edeceğinden, kendimize çekidüzen vermemiz gerektiğinden, neye bakıp neye bakmayacağımızdan, cayır cayır yanmaktan nasıl kurtulacağımızdan, kabir azabından. Bunlardan bahsedilmesin mi? Ya hu bahsedilsin, bahsedilmesin demiyorum ama Mah-ı Muharrem’in 10. günündeyiz. Üstelik bugünün hassasiyetini bilen bir semtte, vaktiyle Halvetiyye-Ahmediyye yolunun Ramazâniyye kolunun kurucusu Mahfî Ramazan Efendi’nin tekkesine ev sahipliği yapmış bir camideyiz. Biraz gönüllere hitap edilse, biraz günün anlam ve öneminden bahsedilse ne kaybedilirdi? Hiçbir şey kaybedilmez, çok şey kazanılırdı. Ama hakikat treni, bir kere daha geçti istasyonu. Ne hazin.

Eve dönerken, Sâmiha Ayverdi’nin yeni bir kitabının neşredildiği aklıma gelmişti. Sen Onu Kaybettin adı verilen kitap, Ayverdi’nin 1975-1982 tarihli sohbetlerinin deşifresinden oluşuyor. İlk sayfalarından itibaren İstanbul’un merkezde olduğu fakat coğrafyamızın tüm köşelerine ulaşan bir sohbetler silsilesi kucaklıyor okuru. İnsan ilişkileri, mahalle hayatı, çocukların nasıl yetiştirildiği, mürşid-mürid ilişkisi ve yaşanan tasavvuf, öte yandan sanat, felsefe, psikoloji derken birçok alanda anılar, hatıralar, ibretlik vesikalar… Ne kadar doğru bir isim seçilmiş kitaba dedim okumaya başlar başlamaz. Kaybettiğimiz ne varsa, işte burada. Misal: Yukarıda anlattığım hadisenin 2023 yılında gerçekleştiğini bilelim ve Sâmiha Ayverdi’nin 4 Ocak 1975 tarihli sohbetinden şu hatırasını hemen nakledelim ki hem hiçbir şeyin değişmediği hem de nelerin kaybedildiği bir kere daha meydana seriliversin:

Merkez Efendi Hazretleri Câmii’nde Cuma vaazı veriliyordu. Hoparlörle sesi dışarı vermişler. Şunu dinleyeyim, dedim, ne var, ne söylüyor adamcağız. Dinledim. Aaa öldükten sonra kemikler birbiriyle nasıl vedalaşırmış. Adam nerede, biz nerede? Canım bırak, şimdi onlar nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın; sen bugün ne münâsebet kuruyorsun etrâfınla? Bir kere dünya münâsebetini hallet, insanlığını doğrult, kaç adım attın insan olmak için, nasıl bir cehd u gayret gösteriyorsun? Ondan sonra olsa da olur, olmasa da. Sen temiz ahlâkla, yüz akıyla git de nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın. Yâni bizim Diyânet kadromuzun maalesef büyük bir ağırlığı bu kadar mânâsız şeylerle meşgul oluyor. Mesela Kâzım Beyefendi’nin [1904-1993, eczâcı, mevlithan, Ken’an Rifâî Büyükaksoy’un oğlu] sesi çok güzel. Hangi câmiye gitse cemâat olarak müezzinler, imamlar, kayyumlar tanıyor kendisini. Hemen ricâ, minnet mihraba geçiriyor, imâmet ettiriyor. Teberrüken imamlığı veriyor. Gâlip Paşa Câmii’ne gitmiş geçen seneler. Şu Erenköyü’ndeki. Oradaki imam efendi: ‘Kâzım Bey, Kâzım Bey, senin arkanda namaz kılınmaz.’ demiş. O da derviş adam. ‘Pekiyi, eyvallah, neden kılınmıyor, söyleyebilir misin bana?’. ‘Ağzında altın diş var.’ demiş. Böyle. Sonra Vâlide Câmii’ne gitmiş. Gene âlây-ı vâlâ ile, mihrâba geçirmişler. Namazdan sonra birisi yakalamış: ‘İmam efendi’ demiş, ‘Senin arkanda namaz kılanların birinin namazı olmadı.’ Gene sormuş gayet yumuşak. ‘Neden?’ demiş. ‘E, çünkü başına giydiğin sarık çok büyüktü. Alnın secdeye vardığı zaman iyice yere temas etmemiştir de.’ demiş, onun için. Buradan söküp çıkarmak lâzım. Fikret Gündüz, ‘On bir senedir, imam hatip mekteplerinde edebiyat okutuyorum, illallah dedim katılıklarından,’ diyor. Onun için bizim bugün elimizde hiçbir imkân yok. Fakat ileride sizin elinizde imkân olabilir. Bizim, yabancılara değil, kendi kendimize yâni müslümanı müslüman edecek bir misyon teşkîlâtı kurmamız lâzım. Hristiyan misyonerler, hristiyan olmayan din sâhiplerini hristiyan etmeye uğraşıyorlar. Biz müslümanı müslüman etmek için bir misyon teşkîlâtı kurmalıyız. Ona göre bir din adamı yetiştirmeye mecburuz.

Ayverdi’nin sohbetlerine baktığımızda çok kritik, bugün belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyi öne taşıdığını görüyoruz. O, bir dert sahibi olarak bu derdini sohbet halkasında olan herkese aktarmak, onların da bu derdi taşımalarını sağlamak istiyor. İşte bu dert, toplumun her yanında görmek, beslenmek istediğimiz, münevver kimseler. Sadece din adamı olarak değil; öğretmen de münevver olsun, sporcu da münevver olsun, mimarı da mühendisi de münevver olsun. Böylece onların irtibat kuracağı her kimse mutlaka bu münevverlikten nasibini alacak, kendini geliştirme iştiyakını harekete geçirecek, olduğu gibi durmayacak, hem kendini hem çevrisini yetiştirecek.

Bu derdin önünde dün olduğu gibi bugün de ciddi bir bariyer var: birbirimizle olan bağımızın yıpranması ve giderek birbirimizden uzaklaşmamız. İki bekarı bir edip evlendiren mahalleli de yok mahalle de yok artık. Bundan bahsedilmesi bir ‘nostalji edebiyatı’ değil, tam aksine bir realiteyi dile getirmek aslında. Teknolojiyi hunharca kullanmanın, şehirlerdeki yığılmanın, konforla kafayı bozmanın bir neticesi olacaktı hepimiz için. İnsani değerler giderek zedelendi, dijital duygularla plastik ilişkiler bize yeni bir ‘neşe’ verdi. Yaşam neşesi diyemiyoruz buna, günü geçirme neşesi diyebiliyoruz belki. Ne hikmetse, sonu da hep hüsranla bitiyor. Çünkü gerçek ayan beyan ortada. Hepimizin bir başkasına ihtiyacı var. Yeni şeyler öğrenmek için, paylaşmak için, derdi hafifletip dermanı yayabilmek için. Allah’ın insana insandan tecelli ettiği gerçeği var burada. Bu tecelliyi derinden hissedip yaşayabilmek ve hatta yaşatabilmek için sevgiyle ünsiyetimizi kitaplardan, yani satırlardan sadırlara indirmek gerekiyor. Bu minvalde, sohbetlerin birinde manevî evlatlarından Ergun Balcı, “Efendim, sevgi öğretilebilir mi, tâlimle, eğitimle, maârifle, yoksa kendinde olan bir şey mi?” diye soruyor. Sâmiha Ayverdi ise şöyle cevap veriyor: “Aslında kendinde olan bir şeydir ama şu var: İstidatlar da inkişaf ettirilir oğlum. Meselâ, elinde bir pırlanta var. Çamura yâhut da kirli bir yere düşürmüşsün. Çeşmenin altına götürüyorsun, yıkıyorsun, pırlantalığı meydana çıkıyor. Ama çakıl taşını istediğin kadar yıka, hattâ suyun içinde yıllarca bırak, pırlanta olmaz, çakıl taşıdır. Onun için ezeli istidâdı da dürtüp, meydana çıkarmak, mühim, çok lâzım.

Sâmiha Ayverdi, romanlarında ve düzyazılarında yaptığı gibi insanın nefsiyle olan kavgasının devamlılığını da hatırlatıyor bu kitabında. Kendini bilme ilmine bir türlü merak duyamayan insanın, orayı burayı görmekle yahut dünya zevklerinden yeni zevkler devşirmekle hiçbir şey elde edemeyeceğini o eşsiz ve nazik üslubuyla dile getiriyor. Kimine ikaz, kimine öğüt, başkasına nasihat. Herkes kendi ihtiyacınca ve hayatına bir ahenk katma gayretiyle dikkat kesilirse sohbetlere, sohbetin canı nasıl ayaklandırdığını da görüp hissedecektir muhakkak. Kitaptan şu satırlarla yazıyı bitirmek isterim: “Aya gidiyorlar. Mükevvenat aydan mı ibâret? Artık iftihârından, gurürundan fezâya çıktık, aya gittik diye yere göğe sığmıyorlar. Mükevvenâtın azameti karşısında aya gitmek nedir? Hiç. Bir arpa boyu yol demek. Ne aylar var, güneşler var, ne kıyâmetler var! Bunu insan bilebilecek mi? Hayır bilemeyecek. Bilmesi de lâzım değil. Bizim evvelâ bilmemiz lâzım olan kendimiz. Kendi benliğimiz. Neresi tasfiye edilecek, neresi temizlenecek, neresi ayıklanacak. O gidenlerin yerine ne gibi iyilikler gelecek, getirilecek. Bilmemiz lâzım olan bu.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Temmuz 2023 Pazar

Varlık alemine aşkla, tevhid nazarıyla bakmak

Sâmiha Ayverdi’nin 1946 yılında neşrolunan kitabı Yusufcuk, Türk tasavvuf edebiyatı içinde mümtaz yere sahip bir eserdir. Yusufcuk’un henüz ilk cümlelerinden itibaren ilahi aşkın ve sarhoşluğun neşesiyle yazıldığı fark edilir. Burada ilahi sarhoşluğun bilhassa tasavvufi manada ne anlama geldiği üzerine biraz düşünmek gerekir. Tasavvufta “sekr” kavramıyla bilinen ilahi sarhoşluk, bir salikin kendini bağlı olduğu manevi kanala bırakarak, hatta raptederek, o kanaldan gelen feyzi yaşaması hâlidir. Kimi salik bu hâli söze, hatta saza, yani mûsıkîye dökmek ister. Kimiyse bu hâl ile resim ya da heykel yapar, sema eder, yahut gözyaşı döker. Zira Hakk’ın elindeki palette sonsuz renkler vardır. Hakk, tek bir renk tercih etmemiştir. Bu çokluk aleminde, bu kadar çok rengin içinde, her renkten kendine giden yol görünsün diye çeşit çeşit kullar yaratmış, bu kullardan diğer kullara tecelli etmiştir.

Mutasavvıfların “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsâ bayılarak yere yığıldı” (Araf, 7/143) ayetiyle işaret ettikleri sekr hâli, Sâmiha Ayverdi’nin dilinden ve gönlünden Yusufcuk olarak doğmuştur. Sufiler bu tip doğumlara “veled-i kalp” derler. Doğum, tecellinin ve feyzin aktığı kalpten gelmiştir. Konuşan her ne kadar Sâmiha Ayverdi gibi görünse de ya da okunsa da burada aslında âşık, maşukuyla konuşmaktadır. İlk sayfadan itibaren Ayverdi’nin hitap ettiği, âşkın ta kendisidir. Aşk, muhabbetin şiddetli hâlidir ve bu hâli sufiler Bakara suresinin 165. ayetinde atıfta bulunarak izah ederler. Bu ayette geçen “vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh” ifadesi, “Müminlerin Allah’a muhabbetleri çok şiddetlidir” manasına gelmektedir ve muhabbetle aşkın arasındaki yolu, öte yandan ilahi aşkı izah eder. Sekr hâli, bu şiddetli muhabbetin, yani yegane gaye olan aşka giden yolun bir vasıtasıdır. Salik bu vasıtayı dirençli, şevkli bir şekilde kullanarak muhabbetini artırır, giderek aşkı anlamaya ve daha sonra da yaşamaya başlar. Böylece konuştuğu, hitap ettiği, yani muhatabı bizzat aşk olur.

Bir insana aşkı en iyi anlatacak kimse, yine bir başka insandır. Fakat bu insan, nefsini terbiye etmiş, Hz. İnsan olmuş bir insan-ı kamil olmalıdır. Zira insan-ı kamilin kalbinden yansıyanlar, yolun başından, yani Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlardır. Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlar ise Hakk Teâlâ’dan yansıyanlardır. Bu silsile göz önünde bulundurulacak olursa, bir insan-ı kamilin terbiyesi altına girmiş olan bir salik, istidadını kullanarak sadakatle teslim olduğunda, gönlüne yansıyanlar ve kaleminden damlayanlar o insan-ı kamilin duyguları ve düşüncelerinden bağımsız olmayacaktır. Tasavvufta rabıta olarak kavram bulmuş bu hâl, esasında daimi olduğunda gerçekleşir. Kalbini ve iradesini daimi bir şekilde mürşidine teslim etmiş olan salik, kendinden bir şey konuşmayacak ve kendinden bir şey yazmayacaktır. Ondan okuduklarımız ve duyduklarımız, insan-ı kamilin derunundan aksedenlerdir. Yusufcuk, bu anlamda eşsiz bir kitaptır.

Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk’a, “Devletlim!” nidasıyla başlar. Zira konuştuğu, yeryüzünün fani olmaklığı nedeniyle fani olan insanın, yine yeryüzünde erişebileceği en yüksek makam olan aşkla boyanmış, aşkla terbiye olmuş hâlidir, yani insan-ı kamildir. Ayverdi, onunla ilk karşılaşmasında, “Oku!” buyruğuna muhatap olduğunu söyler. Bu muhataplığıyla birlikte kendini tevhide bırakır. “Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanımdakilere söylüyordum” diyerek şu ayete işaret eder: “Yedi kat gökler ve yer ve bu ikisi arasındakiler O’nu tesbih ederler; hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 17/44)

Salik, yaratılmış olan her şeye, taşa toprağa, kurda kuşa, kısacası tabiata bakarak hakikati görebilir. Bu görüş, giderek bir anlayışa dönüşebilir. Ancak yine de bu anlayış, tam bir kavrayış olmayabilir. Çünkü tabiattan yeniden kendisine dönmesi, kendini okuması lazımdır. Ayverdi burada, kainatı okurken yaşadığı yorgunluk karşısında insan-ı kamilin ona acıdığından, merhamet ettiğinden bahseder. Bu merhametle beraber “Kendi kitabını oku!” buyruğuna muhatap olur. Artık tabiattan, çokluk aleminden öze dönüş gerekmektedir. Bu dönüşle birlikte salik, kendi hakikatine giden kapının anahtarını bulacaktır.

Ayverdi, kainatta gördüğü her şeyin insanda da olduğu gerçeğiyle karşılaşacaktır artık. Tabiatın ve alemin mükemmel işleyişi, insan vücudunda da bir karşılık bulmaktadır. İnsan vücudu da mükemmeldir ve kusursuz işlemektedir. Yeryüzünde karşılaşılan hadiselerdeki acı ve neşe, insanda da vardır. Eğrilikler ve düzlükler, inişler ve çıkışlar insan gönlünde de yer almaktadır. Tüm bunlar, Şeyh Galib Dede'nin “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” dizelerini bizlere hatırlatır. Ayverdi burada kainatla insan gönlü arasındaki irtibatı şöyle kurar: “Belki hakikaten bu, ötekinden küçüktü; ancak kainat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.

Bu cümle aynı zamanda Hakk Teâlâ’nın “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” sözünün, salike açılmasını temsil etmektedir. Ayverdi, tabiattan kendine geçiş sürecini yaşamış, fakat gördükleri karşısında şaşkınlığa kapılmış, hayret makamının güzelliğini hissetmeye başlamıştır. Burada yine yardıma ihtiyacı vardır. İnsan-ı kamile olan teslimiyetiyle, kendini okumanın da zorluğunun farkına vararak, bir kere daha himmet talep eder. Bu ilticası karşılıksız kalmaz. “Kendi kitabını okumak uzun sürer, beni oku!” hitabına muhatap olur. Bu hitap karşısında çaresiz kalır. Zira, aşkı okuyan o büyük zümre arasına katılmak fevkalade bir büyüklük ve hatta kitabın ilk cümlelerindeki gibi bir devlettir. Bunun nasıl bir devlet olduğunu bilen Ayverdi, marifet deryasına aşkla ve şevkle dalar. Bu derya, tek başına yüzülecek bir derya değildir. İnsan-ı kamil de bu yüzden vardır. Salik, yalnız yüzmeyecek ve yalnız yürümeyecektir. İnsan-ı kamil, onun Hakk’a doğru yürüyüşünde bir gavvas rolü üstlenerek, inci mercanları deryanın diplerinden yukarıya taşır. Hatta bazen, salikin istidadına göre onu da deryanın diplerine ulaştırıp bu hazineden yararlanmasını, giderek aşka yanmasını ister. Tüm bunlar, Hakk’ın emirlerine uyarak gerçekleştiği gibi yanına şiddetli muhabbetin yani aşkın konulmasıyla da giderek bir hayat nizamı olur. Hayatın kendisi aşk olduğunda kişi kurallarla, emirlerle yetinmez. Vaktin ötesinde bir muhabbetle yüzünü ve kalbini daima Hakk’a döner. Böylece nafile ibadetlerle, dualarla, tesbihlerle, zikirlerle de Hakk’a yürüyüşünü şiddetlendirir.

Ayverdi burada “Gözüm oldun, dilim oldun, tenimdeki canım oldun ve bunları benim yerime kendin okudun” der. Bu cümleler, bir hadis-i şerifin izahıdır aynı zamanda: “Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği kalbi, konuştuğu dili olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikak 38.)

Yusufcuk’un sadece bu iki giriş sayfası; kalbiyle okumak isteyenler için teslimiyetin, marifetin, muhabbetin, aşkın, insan-ı kamilin vazifesinin, kainatı okumanın, insanı okumanın, kitabın kendisini okumanın ve giderek hakikate vasıl olmanın, yani vuslatın bir ifadesidir. Bu ifade öylesine güçlüdür ki kitabın gelecek sayfaları için okuru olabildiğince hızlı biçimde hazırlar. Bundan sonrası tıpkı Ayverdi’nin yaptığı gibi teslimiyeti, sadakati, muhabbeti bir yakıt bilerek aşkın alevlerine doğru koşmaktır. Bu koşuda kişi asla ve asla yalnız değildir. İnsan-ı kamilin kalbi her an onunla birliktedir. Zira Yusufcuk, bütün varlık alemine tevhid nazarıyla bakabilmenin bir hüneri, bir numunesidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Temmuz 2022 Pazartesi

Medeniyetimizin kendini açığa vurduğu yer: İstanbul

Kubbealtı Vakfı’nın kurucularından, ömrünü milli ve manevi değerlerimiz, dil ve kültürümüze hizmet için vakfetmiş, medeniyetimizin yetiştirdiği zirve şahsiyetlerden biri olan mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, 2013’te, vefatının 20. yılı münasebetiyle düzenlenen bir sempozyumla anılmış. İstanbul Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın işbirliğiyle 31 Ekim 2013 tarihinde üniversitenin Yenikapı Mevlevihanesi yerleşkesinde gerçekleştirilen sempozyumda edebiyat başta olmak üzere, tarih, ilahiyat, felsefe, mimarlık ve iktisat gibi farklı disiplinlere mensup uzmanlar tarafından Sâmiha Ayverdi’nin eserleri değişik vecheleriyle değerlendirilmiş.

Kubbealtı Neşriyat 2014 yılında bu sempozyumda sunulan bildirileri Sâmiha Ayverdi’nın İstanbul’u başlığıyla kitap haline getirerek yayınlamıştır. Meydana çıkan eser, hem mütefekkir ve edebi kimliğiyle öne çıkan Ayverdi’nin eserleri hakkında genel bir fikir edinmek, hem de onun başlıca konusu olan, özelde İstanbul, genelde şehir ve medeniyet ekseninde düşüncelerinden istifade etmek bağlamında bir kazanım olmuş.

Şiirden musikiye, mimarlıktan tezyini sanatlara, bir milletin kültürünün en olgun numuneleri başşehrinde oluşur. Hem doğal güzellikleriyle hem de imparatorluklara başkentlik yapmış olmasıyla eşsiz İstanbul’u anlatan ve bu anlamda ihtisas kesbeden yazarların varlığı gayet tabidir. Ayverdi hiç kuşkusuz onlardan biri olmakla birlikte bazı hususiyetleri ile diğerlerinden ayrılır. Bu yazarların kimisi geçmişte kalan İstanbul hayatını bir nostalji havası içinde veya 19. yy’dan 20. yy’a geçişte modernleşme dönemi aydınlarından çoğunda görülen şekilde gizli bir oryantalist bakış açısıyla yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ve Ayverdi’nin içinde bulunduğu diğer bir grup ise şehri yapan kültür elemanlarını zenginleştirici bir birikim olarak geçmişten bugüne aktarma yönünde farklı bir yerde dururlar. Ayverdi için bu duruş kitapta söyle izah edilmiş: “Evvel emirde belirtilmelidir ki onun eserlerinde İstanbul idealize edilen bir varlık, bir birim olarak yüceltilmez. Zaten geçmişinde yüce bir hayat tarzı ve mevcudiyet ortaya koymuş olan İstanbul’un arkasından adeta hayıflanılır. Ve bu birikimin ve birimin belirli ögeleri seçilerek alınır, günün ve sonrasının kuşaklarına ideal modeller olarak sunulur. Bu yalnızca lirik bir şehir mersiyesi ya da medhiyesi hiç değildir. Tam tersine geleceğe örnekler, gelecek nesillere modeller inşa etme çabasıdır.” (Sayfa 19 -20)

Yine başka bir açıdan bu duruş şöyle özetlenmiş: “Yazarımız sanki geçmişi, eski İstanbul’u ve İstanbulluları anlatmak değil, günümüz insanının eksiklerini, zaaflarını geçmişten uygulamalı örnekler vererek tamamlamak, gidermek ister. Toplumun yapısını sağlamlaştıran, kişiler arasındaki ilişkileri kuvvetlendiren değerlerin kaybıyla toplumun yaşadığı problemleri çözmeyi teklif eder gibidir.” (Sayfa -43)

Ayverdi, 1905 yılında Şehzadebaşı gibi İstanbul’un tam kalbinde yer alan bir semtte, aristokrat denilebilecek bir ailede hayata gözlerini açmış, uzun ve bereketli ömrünü, Şehzadebaşı- Hırka-ı Şerif ekseninde tamamlamış son Osmanlılardan biridir. Allah vergisi yazma kabiliyeti ile doğal olarak bütün incelikleriyle bildiği İstanbul’un fiziksel mekânlarını, insanlarını, mahalle hayatını, insan ilişkileri ve arkasında duran ruhu, son derece iyi nüfuz ederek tespit etmiştir. 1993’te bu dünyadan göçtüğünde arkasında akıcı bir üslup ve güzel bir Türkçe ile yazılmış 40’ın üzerinde kitaptan oluşan bir külliyat bırakmıştır.

Sâmiha Ayverdi’nin şahsiyetinin oluşmasında en önemli etkenlerden biri, belki de birincisi, hiç kuşkusuz aldığı tasavvuf terbiyesidir. Esasen onun dünyaya geldiği 20. yy’ın başında 300’den fazla dergaha ev sahipliği yapan İstanbul’da tasavvufi hayat son derece tabii ve yaygındır. Derviş olmak için erken denilebilecek bir zamanda, henüz 20’li yaşlarında mürşid-i âlîsine gönül verir. Sâmiha Ayverdi’nin ‘gönül ve sevgi kalesi’ olarak tavsif ettiği bu mübarek zat, Ken’an Rifai (Büyükaksoy) Efendi idi.

Efendi hazretlerinin terbiye halkasına dahil olan Ayverdi, fiziki olarak da ona yakın olmak gayesiyle 1935’te Hırka-ı Şerif’e taşınacak ve ölünceye kadar burada ikamet edecektir. Fakat Hırka-ı Şerif hatıraları kitaplarında, yaşadığı diğer muhitler kadar ayrıntılarıyla yer almamıştır. Bunun nedeni elimizdeki kitapta şöyle izah ediliyor: "Hırka-ı Şerif’te oturulmuş, müstesna bir tarih ve çevre şuuru ile burada doya doya yaşanılmış, ancak yazılmamıştır. Bunun sebebi nedir? Hırka-ı Şerif, kendisini ‘zaman tezgahında beraberce bez çözer, elvan elvan canfes, diba dokurduk" dediği Kenan Rifa’i Efendi’nin dergah ve konağına taşıyan Sâmiha Hanım’ı yaşarken hamuş kılmış olsa gerektir. Artık coğrafi zemin buharlaşmış, madde ve ruha dönmüştür. Ken’an Efendi ile Sâmiha Hanım arasında geçen şu soru-cevap, ihtimal ki yolumuzu aydınlatıyor:

Sâmiha Hanım: Âşığa dediler ki: Çok şehirler gezdin, hangisi daha güzeldir? Dedi ki: O şehir ki yâr oradadır.
Kenan Efendi: Evet ( bir an sükut) Ben olsam o âşığa derim ki, Onun olmadığı şehir var mı?
(Sayfa -95)

Bundan sonra hayatına istikamet veren dervişlik Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden alıntıyla şöyle tasvir ediliyor: “Her yolcuya, her yabancıya, her ziyaretçiye, kaynayan aşından ve gönül hoşluğundan hisse düşüren derviş, bir cemiyet fedaisi, prensipleri ve imanı ile yaşayan adamdı. Zira bir mürşide ikrar vermek demek, insan olarak taahhüt etmek mevkiinde kaldığımız vazife ve mesuliyetleri, bu dünya planında bir kez daha hatırlayıp o ezel mukavelesini yeniden imzalamamız ve mührümüzü bastığımız bu mukaveleyi de, bir ruh inzibatı içinde kendimizden safra ata ata ifa etmeye başlamamız demekti.” (Sayfa- 144)

Sanatkar şehir”, “medeniyet şehri” diye vasıflandırdığı İstanbul, Ayverdi için bizim medeniyetimizin mahiyeti itibariyle kendini açığa vurduğu yerdi. Şehrin kuruluşunda mimarlık kadar önemli olan, bu şehrin anlamı ile bütünleşmek durumunda olan insan’ın davasıydı asıl davası. Bu anlamda İstanbul’un fethine verdiği mana insanlığa ve medeniyete açılış ve bunun temeline insanı koyuştu: “Bizim şehirlerimizde özellikle farklı ekonomik seviyeler birlikte yaşarlar. İçinde bulunulan ahenkli bütünlük, topyekun bir insanlık âleminin küçük bir numunesi gibi olmalıdır. Belki farklı inanç toplulukları birbirlerinden çok uzak olmasalar ve birbirleriyle beşeri ve insani alışveriş içinde olsalar da çoğunlukla ayrı mahallelerde yaşıyorlar. Bu şunu gösteriyor ki, farklı ekonomik ve sosyal çevreleri bir arada tutan zemin inançtır; fakat bu inanç kendi sınırları içinde diğerleri ile temasta olmayı engellemez. Bu İstanbul’un oluşturduğu Tevhid medeniyetinin başka bir göstergesidir. Hiçbir mahalle kendi içinde bir atom, diğerleriyle irtibatsız bir biçimde oluşan bir ada değildir. Tıpkı medeniyet kavramının mahiyetinde olduğu gibi, İstanbul medeniyetinin manası da bütünleştiricidir ve içinde yaşayan bütün unsurları bir şekilde himayesine alır.” (Sayfa- 151)

İslam şehirciliğinin devamı olması yanında bu anlayışın en yüksek mertebesine ulaşan İstanbul’u Türk kültür ve medeniyetinin mücessem numunesi olarak değerlendiren Sâmiha Ayverdi, hayatı boyunca kalemini insanımız için kullanırken, “Doğru dil, doğru din ve doğru tarih ve kültürün” önemini bilhassa gençlerimize telkin ederek bereketli bir ömür yaşadı.

Bu satırların yazarı da, İstanbul medeniyetinin vakur ve zarif bir temsilcisi muhterem hanımefendiyi, 1980’li yılların ortalarında bir üniversite öğrencisiyken ara sıra gittiği Kubbealtı Vakfı’ndan hatırlıyor. O yaşında, adeta ulu bir çınar gibi davası uğrunda gösterdiği gayreti hürmet ve hayranlıkla yad ediyorum. Gençliğin serkeşliği ile zat-ı alilerinden yeterince istifade edememiş olmaktan dolayı da elem duyuyorum. Sevenlerinin ifadesi ile Sâmiha annenin ruhu şad, derecâtı âlî olsun.

Kuşkusuz eserleriyle yaşıyor ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor kendisi. Bu sempozyum ve sonucunda oluşan Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u kitabı da, bu son devir mütefekkiremizin düşünce dünyası ve eserleri hakkında toplu bir fikir vermesi bakımından güzel bir hizmet olmuştur. Bu hazineden gençlerimizin istifade etmesi temennisiyle emek verip katkı sağlayanlara teşekkürler.

Yasemin Dutoğlu
twitter.com/YDutolu
* Bu yazı daha önce dunyabizim'de yayınlanmıştır.

22 Ağustos 2021 Pazar

İstanbul’u İstanbul yapan izler

İstanbul’u müşahede etmek, çoğu zaman İstanbul’un yerlisine, meskûnuna bile nasip olmuyor ne yazık ki ama, İstanbul’u müşahede eden, gezen de sadece seyre kanmıyor, sayfalar, satırlar arasında arıyor bir nazlı sevgili edasındaki İstanbul’u. Şimdi yıllar içinde pek değişmiş olan İstanbul’un geçmişini, İstanbul’u İstanbul yapan izleri merak ediyor insan bu şehrin civcivli caddelerinde dolaştıkça. Bebek’ten birinci köprüye doğru aheste yürürken, ekleme yolun iç tarafında kalan yalıların kirli pencerelerinden içeriyi görmeye çalışan, o yalılarda yaşamış eski insanları merak eden bir tek ben değilimdir herhalde. Bir mimari eseri olan yalıya bakınca bile insanları merak ediyorsak, şehre bakınca neyi merak ederiz? Şehri şehir yapan pek çok şey olsa da, şüphesiz bir şehrin temel taşlarını o şehrin insanları oluşturur. Sadece eski değil, şimdiki İstanbul’da da semtler arasındaki farkı yaratan insanlardır. Sahil kesiminde yaşayan insanlar ile Fatih’te yaşayan insanlar arasında, Üsküdar’da yaşayan insanlar ile, Şişli’de yaşayan insanlar arasında bazı keskin ayrımlar vardır. Bu ayrımlar da, semt ile değil, insanlar ile oluşur. Sâmiha Ayverdi, kendi deyişiyle de, İstanbul’u sıralı bir şekilde gezdirmiyor okura bu kitapta, ya da bir İstanbul tarihi kaleme almıyor. İstanbul’u İstanbul yapanlardan, İstanbul’un insanlarından bahsediyor en çok. İstanbul’un zaman değirmeni içinde dönerken kaybettiklerinden de...

Burnumuza bir koku çalınır, hoş bir anımız zihnimizde bu kokuyla kayıtlıdır ve o kokuyu her duyduğumuzda zihnimizde mevcut olan o anıyı tekrar yaşamış gibi oluruz. Şehirler ve semtler de böyle. Bir Eyüp Sultanlı olarak, Eyüp Sultan’a her gittiğimde çocukluğumu hatırlar, yeniden çocuk olurum. Samiha Ayverdi de, kendi hâtıratındaki İstanbul’u anlatıyor okura. Kitabın sayfaları arasında çıktığınız yolculukta bazen hayranlığa, bazen de sitemkar cümlelere rastlayabiliyorsunuz:

Sanki İstanbullu, kış yaz çiçeklenen bir ağaçtı da, gün geçmez her bir dalında bir başka ahenk,bir başka revnak ve taravet suret bulurdu. Böylece de o, güzelliğine güzellik kata kata elinden, dilinden taşan zevk ve san’at kudretini daha üstünü olmayan bir hadde ulaştırdı.

Beyoğlu’nun kırk sene evvelki halini yazmaya ne diye özenmeli? O, eskiden de bizim değildi; şimdi de öyle. O, eskiden de havasını alıp suyunu içtiği bu toprağı küçümserdi; şimdi de öyle. O,eskiden de adetleri, zevkleri, görüşleri, görünüşleri, hulâsa bir sıra hayat icapları ile bize benzemezdi; şimdi de öyle.(…)

İstanbul Geceleri’nin bazı satırlarını okurken, bugünden bakıldığında hemen hemen yüz yıl gibi çok uzun denemeyecek bir zaman dilimi içinde İstanbul’un ve insanının ne kadar çok değişime uğradığı görülüyor:

Eski İstanbul’un eski insanının bahâ biçilmez bir hususiyeti de, yolu üstünde rast geldiği bir yabancıyı, bir dost bir âşina kabul ettiren selamlaşmak âdeti idi. O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî bir muhabbet ve âşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen sîmaya cömert bir yakınlıkla bakar ve “selamün aleyküm” derdi. Mimarisi ne basit, esâsı ve örgüsü ne sağlam bir köprü… Topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement…

Kitapla anlatılan eski İstanbul insanını bu denli kıymetli meziyetlerle donatan, yazarının da belirttiği gibi şüphesiz eski insanların sevgiye, sevmeye şimdikinden daha vakıf olmasıydı. Hamuru sevgiyle yoğurulmuştu eski İstanbul insanının. Toplum içindeki küçükten büyüğe tüm aksaklıkların el birliğiyle ve muhabbetle bertaraf edildiği bir şehirdi İstanbul. Hatta öyle ki, vaktini geçiren misafire gitme vaktini hatırlatma işinin bile kahve ikramıyla, muhabbetle yapıldığı bir şehirdi. Şimdinin insanı hep bardağın boş tarafını görmeye meyyal olsa da, eski İstanbul’un insanı beşikteki günahsız bir çocuk gibiydi. İnsanlar arasında dostluk, samimiyet, yardımlaşma hakimken, bu aşa soğuk su katıldı ve toplum bu pek kıymetli hususiyetlerini zamanla kaybetti.

O zamanlar bir zamandı ki,ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlarından inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı.

İstanbul Geceleri’nin sayfaları arasında dolaştıkça okur, şimdi elinde olmayan, şimdi ya da belki hiç şahit olamadığı bu çeşitli toplumsal meziyetlere özlem duyacaktır. Çünkü şehir ve şehrin insanı zamanla maddeselleşti, üstün alışkanlıklarını kaybetti, çekirdekten zara doğru neredeyse tamamen değişime uğradı. Yazarın da belirttiği gibi şüphesiz eskiden “ruh hijyeni”ne sarfedilen bir enerji, bu temizliği elde etmek için gösterilen bir çaba vardı. Bu tezkiye boşverildikçe ruh kirlendi, kirlendi, ve en sonunda kaskatı bir nesneye dönüştü. Sâmiha Ayverdi, bu bağlamda çok mühim bir meseleye değiniyor: Batı medeniyeti, maddecilikle efendilik kesbetti. Bununla birlikte taassup içerisine düşmüş olan doğu ise, içinde bulunduğu taassuptan kurtulması gerektiği halde, tasavvufu geri plana itti. Yanlışlıklar içerisinde çırpınırken, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etmeyi unuttu.

Beri tarafta taassup ninnisi ile sersemletilerek uyutulan şark ise, kan gövdeyi götüren yirminci asır medeniyetinin patırtısı ile gözlerini ovuştura ovuştura uyanmaya çabalarken, taassup, bu defa da yalancı şahit dinletmekte tereddüt etmeyen bir iki yüzlülükle, suçlunun kendisi değil de, tasavvuf olduğunu yüzü kızarmadan iddia etti. Çeşnisini bilmeyen için şeker kamışı ile, talaştan ibaret adi kamışı ayırt etmek ne mümkün?

İstanbul Geceleri, sadece İstanbul değil, Türk insanına ve toplumuna kendi medeniyet güzelliklerinden kaybettiklerini hatırlatan ve özleten bir kitap. Sadece gezmekle İstanbul’a doymayan, satırlarla ve anılarıyla da İstanbul’u dolaşmak isteyenlerin İstanbul Geceleri’ni çok seveceğini umuyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

9 Ağustos 2021 Pazartesi

İbrâhim Efendi Konağı'nın kahramanları

Eyüpsultan’da tarihin tozlu sayfaları arasında dolaşmaya, ibret ve ilham almaya devam ediyoruz. Bugünkü durağımız yaklaşık beş yüz yıllık hikâyesi olan Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi. Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi; Kalenderhane Caddesi üzerinde ve Eyüpsultan Camii Şerifi kıble yönüne göre meydanın sağ tarafında, 1957 tarihinde açılan Eyüp Sultan-Edirnekapı Bulvarı’nın da karşısında yer alır. Meydan tanzim edilirken sol tarafındaki Eskikavaflar Sokağı kaldırıldığından mescit köşede kalmıştır.

Günümüzde Saçlı Abdülkadir Camii Şerifi olarak bilinen mekân Şeyhü’l-İslâm Hoca Sa’düddîn Efendi tarafından 16. yy. sonlarına doğru “Dar’ül-Kurra” olarak yaptırılmıştır. Daha sonra oğlu Şeyhü’l-İslâm Hacı Mehmed Es’ad Efendi tarafından Kastamonulu Şeyh Şaban Efendi’ye tekke olarak tahsis edilmiştir. Kare planlı olup iki katlıdır. Esas Abdülkadir mescidinin harap olması ile burası geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren ibadet mekânı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Günümüze dış duvarları ulaşan asıl Abdülkadir mescidi ilk olarak “Şeyhi” lakabı ile meşhur Şeyhü’l-İslâm Abdülkadir Efendi tarafından 1537 tarihinde vefat eden babası, Sivasi tekkesi şeyhi Abdürrahim Efendi’nin kabri üzerine yaptırılmıştır. Bugünkü mescidin kemerli avlu kapısının sağ tarafındadır. Alt katı türbe, üst katı ibadet sahnı olarak planlanmıştır. Vefatından sonra Abdülkadir Efendi de babasının buradaki kabrinin yanına defnedilmiştir. Türbe de baba-oğul dışında kime ait olduğu bilinmeyen, etrafı demir korkuluklarla çevrili, kaidesi olmayan üçüncü bir mezar yeri daha vardır. Buradaki mezarlar Dar’ül-Kurra’nın [bugünkü mescid] Eyüp Sultan yönünde ayrı bir bölümde yer alan üç sanduka ile karıştırılır. Oysa buradaki kabirler yakın dönem Rufaiyye tarikatı şeyh ve yakınlarına aittir.

Türbenin üstünde yer alan ibadet bölümü çökme tehlikesi baş gösterdiğinden 1957 yılında yıktırılmıştır. Kapı üzerinde vaktiyle var olan kitabe de günümüze ulaşmamıştır. Alt kısımdaki türbede yer alan sandukalar zaman içerisinde yok olmuştur. İki mezarın kaideleri duruyor. Ancak üçüncü mezar da dâhil olmak üzere kime ait oldukları hakkında tanıtıcı bir bilgi bulunmamaktadır. Bu üç mezarın yer aldığı türbe alanı, günümüzde mescidin şadırvanı(!) olarak kullanılmaktadır.

Saçlı Abdulkadir Efendi Mescidi haziresinde 16.-19. yüzyıllara ait devlet ve din büyüklerinin mezarları bulunmaktadır. Bunlar arasında ünlü Türk Atabeyi Şeyhülislâm Hoca Sa’düddîn Efendi’de vardır. Hoca Sa’düddîn Efendi’nin medfun olduğu Saçlı Abdülkadir Mescidi haziresinde dört Şeyhü’l-İslâm daha medfundur. Mehmet Nermi Haskan’ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre bunlar mescidin banisi Müeyyet-zade Abdülkadir Şeyhi Efendi, Hoca Sa’düddîn Efendi’nin oğlu Şerif Mehmed Efendi, diğer oğlu Hacı Mehmed Es’ad Efendi ve torunu Ebu Said Mehmed Efendi’dir. Hazirede yer alan devasa boyutlardaki sütun mezar taşları gerçekten görülmeğe değerdir.

Ancak bizim üzerinde durmaya çalışacağımız mezarlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın: Türkçe, ağzımda annemin sütüdür” ifadesine denk düşen bir üslupla, rahmetli Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kaleme aldığı İbrâhim Efendi Konağı isimli eser ve onun kahramanları ile ilgilidir.

Edebiyat tarihimize haklı olarak damgasını vuran bu şaheser aynı zamanda fakirin de okumayı sevmesine vesile olmuştur.

Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi denen bu hazirede Osmanlı devlet ricalinden İbrahim Ata Efendi’nin kendisi, annesi, babası ve halasının, büyük bir ihtimal ile büyük kızı Şevkiye Hanım’dan olan torunu Ratibe Hanım'ın mezarı da vardır. Hamidi fesli mezar taşındaki yazılardan Kadiri olduğu anlaşılan İbrahim Efendi’nin, komşusu Hattat Aziz Efendi tarafından celi sülüs hat ile yazdığı mezar taşında şu ifadeler yer almaktadır:

Hüve’l-Baki
Memuriyn-i Mülkiye Komisyonu Azalığından mütekaid
Kudema-yı memuriyn-i mülkiyeden İbrahim Ata Efendi el-Kadiri
Ruhu içün el-Fatiha 26 Receb 1328 (3 Ağustos 1910)

Merhume Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden bir şaheser olarak edebiyatımıza mal olan İbrâhim Efendi Konağı adlı eserde sözü edilen İbrahim Efendi bu zattır. Bu eserde İbrahim Efendi ve kızları Şevkiye, Şükriye, kardeşi Hilmi Bey ile eşi Halet Hanım başta olmak üzere yerine ve makamına göre daha pek çok kişi fevkalade bir üslupla hikâye edilmiştir. Hilmi Bey’in oğlu Dr. Server Bey ile kızı Meliha Hanım ise bu eserde biraz geri planda kalmış gibidir.

Aslında Server Bey, Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Ayverdi’nin dayıları, Meliha Hanım ise anneleridir. Zaman zaman mesela I. Dünya harbi yıllarında küçük bir çocuk, daha sonraki yıllarda Şevkiye Hanım'a yardım götüren genç kız ise Samiha Ayverdi’nin bizzat kendisidir [Bkz: Haksan, Mehmet Nermi: Eyüp Sultan Tarihi, Eyüp Bel. Yay. İstanbul, 2009].

İbrahim Efendi’nin babası tüccardan Ali Bey’in celi sülüs hat ile yazılan sütun mezar taşında ise şu ifadeler yer alır:

Hüve’l Hayyü’l-Baki
Merhum ve meğfur el-muhtac İla rahmet-i Rabbihi’l-Gafur
Gedos (Gediz) tüccarlarından El-Hac Ali Bey’in
Ruhiyçün Fatiha 20 Cemaziyelahir 1288 (6 Eylül 1871)

İbrahim Efendi’nin annesi Fatima Hanım’ın celi talik hat ile yazılmış kitabesi:

Hüve’l-Baki
Fenadan beka’ya eyledi rıhlet
Hak ede kabrini ravza-i Cennet, Gediz tüccarı el-Hac Ali Bey zevcesi
Fatımatüzzehra Hanım’ın ruhu için Fatiha
23 Şevval 1275 (26 Mayıs 1859)


İbrahim Efendi’nin kız kardeşi Hatice Atiye Hanım’ın mezar taşı kitabesi:

Hüvel’l-Baki
Beni kıl mağfiret ey Rabbi Yezdan
Bi Hakkı arşı azam-ı nur-u Kur’an
Gelip kabrimi ziyaret eden ihvan
Edeler ruhuma bir Fatiha ihsan
Gediz tüccarlarından el-hac
Ali Bey Efendi hemşiresi
Merhum ve Meğfur leha
Hatice Atiye Hanım
Ruhiyçün el-fatiha H.1282 (M.1865/66)


İbrahim Efendi’nin mezarının baş ve ayak taşlarının ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş bir mermer levha daha bulunmaktadır. Tepesinde iki dal çiçek motifi bulunan bu levhanın üzerinde celi talik hat ile şu ifadeler yer almaktadır:

Tabib Miralay Salih Bey’in kerimesi (kızı)
İbrahim Efendi’nin hafidesi (kız torun)
Ratibe Saliha Hanım’ın ruhiyçün el-Fatiha
Tarih veladeti 1316 (1898/99) Tarih vefatı 1332 (1914)

Eyüp Sultan Tarihi isimli eserde bu kitabeden “Ratibe Hanım’ın kayıp çeşmesinin kitabesi” olarak bahsedilmektedir. Ancak kitabedeki ifadelerden de anlaşılacağı üzere burada bir çeşme taşını çağrıştıracak unsura rastlanmamaktadır. Bu ifadeler klasik Osmanlı mezar taşı yazısı formunu yansıtmaktadır. Büyük bir olasılıkla bu kitabe, 16 yaşında henüz bir nazenin iken Rahmet-i Rahmân'a kavuşan Ratibe Hanımefendi'nin mezar taşıdır. Kitabe İbrahim Efendi’nin mezarının üzerine sonradan konulmuş olabilir, fakat orijinal yeri bu çevrili hazirede olmalıdır. İbrahim Efendi Konağı isimli eserde de zaten Ratibe Hanım’ın mezarının Eyüpsultan’daki İbrahim Efendi haziresinde olduğu yazılıdır.

Rahmetli Sâmiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı isimli eserinde Ratibe Hanımefendi'yi şöyle tasvir ediyordu:

… İbrahim Efendi ailesinin hiçbir ferdinde bulunmayan müstesna bir cevherin, asil bir ruhun, bir duygu iffetinin, kemalli ve zengin bir yaratılışın bütün saltanatına sahip olacaktı. Bu, doğuştan zarif, mütevazı, müşfik ve gani çocuk, sanki semalardan inmiş bir göktaşı gibi, bu ananın bu babanın bu dedenin hatta bu kürenin malı değildi. Tabii, sade ve rahat bir gönlü, ince bir terbiye kabulüne müsait zengin bir ruh malzemesi olacaktı. Fakat en küçük yaşında bunun ıstırabını çekecek, derinliklerine inemeyen, duygularının zembereğini açamayan muhiti, bu yüzden ona, bilerek bilmeyerek, eza edecekti. Öyle ki nefesine kurban kesen, arzularını emir sayan bir kalabalığın ortasında yapayalnız olduğunu hissetmeye başlayacak, kendisine arz edilen debdebenin azabını çekerek varlıktan da dirlikten de bir çeşit utanç duyacak, lakin en kötüsü, bu duygusunu etrafındakilere anlatamayacaktı…

Nidayi Sevim 

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Aşk tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar

İnisiyatik geleneğin modern zamanlarda en saf ve katışıksız adlarından biri merhume Sâmiha Ayverdi'dir. O geleneğin günümüzde gürbüz ve bereketli bir damarına mensubiyeti olduğu gibi, ömrü boyunca elinden düşmeyen kalemiyle onlarca esere de imza atmış ve eserlerinin çoğunda tasavvufi neşve dile gelmiştir. O'nun oldukça zengin manevi ve zihinsel yaşamı içerisinde Yusufcuk'un ayrı bir değeri vardır. Yusufcuk, modern Türk Edebiyatı'nda dili ve dünyası bakımından yekta bir eserdir. İlk basımı 1946 yılında yapılmış olan Yusufcuk'ta, yazarın 'mesel' olarak niteleyebileceğimiz kısa öyküleri yer almaktadır.

Ayverdi, Kenan Rıfai'ye intisaplı ve O'ndan sonra da bir nevi postnişin olarak cemaatin 'anne'si olmuş, roman, hikaye, deneme, araştırma, sohbet, geziyazısı ve günce türlerinden pek çok kitap yazmış velut bir sanatkar. Rıfailiğin bir kolu olan bu geleneğin her ne kadar Ahmed-i Rufai hazretleriyle silsile bağı varsa da, Kenan Rıfai hazretleri aralarında Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî de olmak üzere bütün bir irfan geleneğinden beslenmiştir. Yusufcuk, günümüzde tasavvufi neşveyle yazılmış, mecaz ve mazmun dünyasıyla, diliyle, kurgusuyla, tarz-ı beyanıyla sufiyane denilebilecek bir metinler toplamıdır. Kısa, açıkuçlu, trajiği olmayan, dramatik bir kurguyla ilgisi bulunmayan bu mesellerin ilkine Ayverdi, Feta'nın ilk olarak karşısına 'kainat kitabı'nı çıkardığını, açtığını ve 'Oku!' dediğini söyleyerek girer. Kitaptaki meseller boyunca, yazar kainat kitabının sayfalarını okumaktadır. Her kıssa, bu kitaptan bir sayfa, bir cümle, bir kelime gibidir.

İlahi aşkın sarhoşluğu içinde yazılmış olan Yusufcuk, kainat kitabının okunması için öncelikle insanın kendi kitabını okuması gerektiğini bize hatırlatır. Sanki kitap bu uyarı çevresinde döner. Bu, nefsini bilen Rabbini bilir hakikatinin ifadesidir. Nefsini bilmek, insanın kendisinde tecelli eden İlahi Esmanın tecelli düzeyince gerçekleşir. Nefsini bilmekten muradın bu olduğunu söyler arifler. İnsan İlahi isimlerin hangisinin ne zaman tedbiri altındaysa ve tecelli ne düzeydeyse o yetkinlik düzeyince bilebilir Rabbini. Ayverdi, 'tepsisinin içine nisan yağmuru toplayan bir çocuk gibi, bu akıp giden selin altına çanağını' niçin koyduğunu sorup durur. Bu soruda bile sufi mazmunlarından birkaçını bulmak mümkündür. Yağmur rahmeti simgeler. Allah Rahman sıfatıyla arşı kuşatmıştır. Dünyada bu sıfatla, ahirette Rahim ismiyle mütecellidir. Rahman'da kayıt yoktur. Çanak, feyze kabil hale gelme durumunu ifade eder. Kulun yapabileceği şey hazırlanmaktır. Ki buna talep, edene de talip tabir edilir. Müritle eşanlamlı olan bu kelimeden anlarız ki, insan sadece ister ama asıl murad eden Allah'tır. İnsan diler fakat gerçekleşen murad-ı İlahi'dir. Nisan yağmuru da evrensel sembollerdendir. Sedef bedendir, inci kalptir. Nisan yağmuru inhisar kabul etmeyen kalbin kökenini simgeler. Kalp, insandaki İlahi merkezdir. Namaz ve hac arzın merkezi olan Kabe'ye yönelinerek eda edilir. Zikirde ise insan kendindeki İlahi merkeze yani kalbe doğru bükülür. Kalp, beytullahtır. Bir kutsi hadiste, 'yer ve gökler Beni kuşatamadı, ancak inanmış kulumun kalbi kuşattı' buyrulmuştur.

Ayverdi, sorular sorar ama ardından tecahül-i arif yaparak, 'biliyorum ama yine de soruyorum' der. Yusufcuk'un bir başka metni şöyle açılır: 'Herkes bu meydana bir zafer için gelir, ben ise sade Sana yenilmek için geldim.' Bu cümle yalnız başına bize sufiliğin hal dilini ele verir niteliktedir. İnsanla İlahi hakikat arasındaki en büyük engel insanın kendisidir. İnsan kendisinden tümüyle kurtulmaksızın İlahi feyze kabil hale gelemez. İbn Arabi, secdede Efendimiz'in sürekli yaptığı duayı hatırlatır: 'Allah'ım beni nur kıl' O'na göre Efendimiz burada, 'Allahım beni Sen kıl' demektedir. en-Nur, Allah'ın isimlerindendir ve 'beni nur kıl' diyen, gerçekte, 'beni benden al, Kendi sonsuz ve mutlak varlığında yok et' demek istemektedir. Secde madem en yakın olduğumuz yerdir, o halde kendimizi tümüyle aradan kaldırmamız gerekecektir. Ayverdi'nin, 'sade Sana yenilmek için geldim'ini de böyle okumak mümkündür. Bir başka metinde şöyle der: 'Adını sordular. Söyledim. "Tanımıyoruz, kimmiş o?" dediler. Az kaldı perdeyi çekip seni onlara gösterecektim; fakat ihtiyatkar olmayı yine Senden öğrendiğim için vazgeçtim ve düşündüm ki, gösterseydim de göremeyeceklerdi; zira perdelerin kalktığı ezel gününde onlar Seni görmüşlerden olsalardı, şimdi burada, "Tanımıyoruz" demezler ve demir asa demir çarık, bu kainatın tek görülecek görülmemişini arar ve bulurlardı." Yusufcuk'un bu metninde Samiha Ayverdi muazzam bir hakikati tek cümlede tasvir eder. Ezel bilişikliği dediği bu temaya kitapta sık sık döner: "Ezel gününün divane yolcusunun parmağına dünyaya gelirken bir yüzük takmış, sonra da, 'bunu hırsızlar çalacaktır; sen gene onu ara bul" demiştin. İlk sözün pek çabuk çıktı. Gözümü bu aleme açar açmaz, onun parmağımdan çalınmış olduğunu gördüm. Çaldıran da ben, arayıp bulacak olan da bendim." Burada tevhit hakikati dile gelir. İkilik aradan kalkar.

Mutlak tekliğin ifadesi olan başka bir meselinde Ayverdi, 'henüz zaman yaratılmamışken insan sözü edilmeye değmez bir varlıktı' mealindeki haberle, 'başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu' hakikatini birleştirir: "Dünya şekilsiz bir yığınken, ne toprak, ne su, ne ateş birbirinden seçilmeden ve mükevvenat henüz tasavvur ve yaratılış teknesinde yoğurulmadan Sen vardın." Mutlak tekliğin hayret makamındaki seyircisi ve aşk yolcusu olarak da insanı anar: "Ve ben hep başım kapının eşiğinde, Senin hayranın olarak aşk rüyalarımı görürdüm." Ayverdi'nin bu metinlerinin çoğu naz makamında kaleme alınmıştır. Yazar nazdan niyaza niyazdan naza gider gelir. "Bugün Sensizliğe tahammülüm yok" der, "beni kendimden geçir, sarhoş et." Bu dileğe erişinceye kadarki serencamını ise kozmik bir hikaye olarak anlatır: "Ruhum bir kalıbın esiri olmadan evvel, elimi bir el tuttu ve bana güneşleri, seyyareleri, semavatın acaibini gezdirip seyrettirdi. Nihayet bir aleme getirerek : 'İşte misafir olacağın yer...burası dünyadır' dedi. Böylece kimsenin kimseyi görmeden çalışıp didindiği bu patırtılı aleme ben de katıldım." Bu, insanın İlahi varlıktan kesret alemine inişinin hikayesidir. İnsan ebedi sessizlikten gürültülü bir arza inmiştir. Ve su ile sarhoş olacak düzeye gelinceye kadar bu hengame içerisinde yuvarlanacaktır.

Her metninde ayrı bir hikmetin dile geldiği Yusufcuk'tan şimdi de istiğna makamında yazılmış bir meseli analım: "karşına dua etmek için oturup ellerimi açtım. Ne garip ki yüzünü görünce bütün isteklerim, sam vurmuş bir ağacın yaprakları gibi kavrulup döküldü. Bilmem niçin evvelden bu mukadder neticeyi bana haber vermedin? Ben dua mahalli değil, aşk ocağıyım demedin?" Rabiatü'l-Adeviyye bir gün hastalanır. Acılar içindeyken Bayezid çıkagelir. 'Niçin Rabbinden şifa dilemiyor, bu acıyı çekiyorsun?' diye sorar. Rabia, 'O'nun muradı bu iken niçin aksini isteyeyim, bu ayıp değil mi?'diye cevap verir. Dua, Şeyh el-Alevi'ye göre Allah ile kalben aracısız haberleşen kamil veliler için gereksizdir. Ayverdi'nin bu metni gerçekten de üstün bir yetkinlik düzeyinden yazılmıştır. Buna arifler Zat meşrebi derler. Zaten ins anın manevi seyrinde gezinin zirvesi Zatiyyet düzeyidir. Bu bölüme fark-ı evvel tabir edilir. Mahlukiyetten Zatiyyet hakikatine uruc eden veliler oradan tekrar nüzul ederler ki bu da fark-ı sani olarak isimlendirilir. Seyr-i sülukunu tamamlamış kamil veliler ümmiyyun, safiiyyun ve zatiyyundur. Ümmiyun, sanıldığının aksine cahil anlamına gelmez, okur yazar olmayan manasını içermez, ümmiyyundan kasıt, insanın kensi kişisel algısını ortadan kaldırmasıdır. İlahi Hakikat'e açık ve hazır hale gelmek için bu şarttır. Safiyyun ise kalbin ve hafızanın saflığından kinayedir. Neşati'nin, 'ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati / ayine-yi pür-tab-ı mücellada nihanız' ifadesindeki 'mücella' mazmunu bunu ima etmektedir. Ayna saf ve cilalı olmaksızın İlahi Hakikat'i kusursuz biçimde yansıtamaz, aktaramaz. Zatiyyun olmak ise, yerden semaya, beşeri gerçeklikten semavi hakikat'e doğru bir gezinin gerçekleştirilmesini işaret eder. İnsan arza nüzul etmiş, inmiştir. Kudsi Kelam da arza tenezzül etmiştir. İnsan hayattayken bu inişin simetrik bir gezisini gerçekleştirmek durumundadır. Bu geziyi gerçekleştirenlere zatiyyun denir. Zatiyyun olan kimse artık merhume Ayverdi'nin yukarıda andığım metninde ifade ettiği hale ulaşmıştır. Sürekli Rabbinin müşahadesiyle meşgul hale gelmiş ve O'nunla arasındaki haberleşme kanalları tümüyle açılmıştır. Rabbinin müşahadesine mahzar olan kimse için O, artık bir dua makamı değil, bir aşk ocağıdır. Bu, makama muhabbetullah tabir edilir. Muhabbetullah marifetullahı netice verir. Tam da burada muhabbet, aşk ve şevk merdivenlerinden söz etmek yerinde olacaktır. Muhabbet, kuşun uçmaya çalışmasıdır. Aşk kendi kanatlarıyla uçabilmesidir. Şevk ise en üstün düzeydir ki, bu, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya gayret edişidir. Çünki bu düzeye erişen kişi bilir ki, kendisi Rabbine kendi kanatlarıyla ulaşamaz, ancak Rabbi, el-Karib adıyla kendisine yakınlaştırabilir. Bu makamda ise ancak insan aşkla dolar.

Yusufcuk'taki bir metin bize bu hakikati olağanüstü bir saflık ve açıklıkta anlatır: "Küçük kız! Mektebe başladığın gün, hocan ilk iş olarak sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra bunları sıraladın ve ibare oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün, mektep bitti. Şimdi yeni bir dersaneden içeri giriyorsun. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim: Gülümseme ve utanma. İşte yavrum bunlar, aşk kitabının ilk harfleridir.". Ayverdi, burada hem hakikatin zahiri ve Batıni boyutlarından söz açmakta hem de aşm mesleğinin mahiyetinden konuşmaktadır. Zahir, batının dış boyutudur. İbn Arabi hazretleri, Fütuhat'ta şöyle der: Şeriat, Hakikat'in örtüsü veya perdesi değildir, bizatihi kendisidir. Hakikate geçmek için, bizzat şeriata nüfuz etmek gerekir.' Bu bize, zahirin batından ayrı bir olgu olmadığını, onun bir boyutu, bir yönü olduğunu gösterir. Demek ki batına geçmek esastır ve bunun yolu da zahirden geçmektedir. Zahirde kalmayıp batına nüfuz etmek gerekir. Batın aşktır. Aşk yolunda ise insanı ıstırap karşılar. Ayverdi şöyle der: "Istırap denen bir harf vardır ki, bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zira onu ihtiva etmeden mana kazanmış hiçbir kelime, hiçbir cümle yoktur." Bu, bize aşk şarabıyla sermets olanların en üstünü ve bir aşk şehidi olan Hallac-ı Mansur hazretlerini hatırlatır. Ölümünden birkaç gün önce, zindanda kendisini ziyarete gelen Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine şöyle der: "Yarından sonra beni öldürdüklerinde, sen medresene dön ve üzerindeki sufilik hırkasını çıkararak müderrislik cübbesini giy. Çünkü aşk yolunda, şehitlik kaçınılmazdır. Bu meslekte insanın kendi kanıyla alacağı abdestle kılacağı iki rekat namaz üzerine farzdır." Istırap sözcüğü, aşk yolundaki şehitliği ima etmektedir. Bu mazmun, 'ölmeden evvel ölünüz' hadisinden kaynaklanır. Ayverdi, meselinde küçük kıza son olarak şöyle seslenir: "Eğer ıstıraba yer vermemiş bir ibareye rastlarsan, korkma; 'bunun aşk kitabında yeri yok' diye haykır."

Buna 'bela' da tabir edilir. Bela da inisiyatik bir mazmundur. Nitekim Hallac-ı Mansur hazretleri şöyle demiştir: 'Sultanlar, bir iklimi (mülkü, vatanı) fethettiklerinde, yeni bir iklimin, vatanın fethinin arzusuyla yanıp tutuşurlar. Biz ise, yıllardır Senden gelecek bir belanın umuduyla yanıp yakılmaktayız.' Bela'yı hem Rabbin bir ilahi lütfu, bir bağışı olarak okumak hem de 'beli/evet' manasına yormak mümkündür. Bu ise, 'rıza'yı taleb etmektir. Rıza makamı, sadece Allah'ın kuldan değil, kulun da Allah'tan razı olmasını içerir. Bu makam, yetkinlik düzeylerin üst basamaklarındandır. Pir Sultan Abdal hazretleri, bir nefesinde, "güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi / bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?" demek suretiyle, 'rıza'nın ne denli ulaşılması güç bir makam olduğunu belirtmiştir.

Rıza, kulun her şeyden razı olması, Rabbinin her tecellisini bir lütuf olarak kabullenmesidir. Musibetler, yokluklar, yoksulluklar, yalnızlıklar, acılar, ayrılıklar, ölümler, her türlü maddi ve manevi sıkıntıları can ve başla benimsemesi ve şükr makamında bulunmasıdır. Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk'taki bir anlatısında bunun batınına doğru sızarak şöyle der: 'Gidenin yerine benzerini getirmek gayreti, işte insanların tesellisi. Ama o bazen daha cesur, daha pervasız davranarak, insanoğlunun bu körü körüne sarıldığı, başını göğsünde dinlendirdiği, ya da hizmetine çağırdığı 'teselli' adlı cariyeyi, ezel künyesinde rastladığı ismiyle çağırır: 'gaflet'.' Bu metnin alt okunması yapıldığında 'teselli'nin Batıni hakikatinin rıza, 'gaflet'in ise 'tevekkül' olduğu anlaşılacaktır. Razı olmak teselli bulmak değildir. Rıza, 'artık öyle olur ki Ben kulumdan kulum Benden razı olur' hakikatinin sırrıdır. Ya da 'ey nefs, artık Razı olmuş bir halde Rabbine dön' nidasındaki sırdır. Nefs, dünyaya inerken yaşadığı irtifa kaybını, simetrik bir geziyle, yani manevi bir miracla taçlandırdıktan sonra rıza makamına uruc eder. Bu halde Rabbine dönen nefs artık 'safiyye' olmuştur. Gaflet ise, kulun Rabbinden nisyanıdır. Sufiler 'ben'lik duygusundan bir zerre kalmış ise kulun gafletten kurtulamamış olduğunu ifade ederler. Gafil olan tevekkül makamına erişemez. Tevekkül, insanın aradan çekilmesidir. Zira insanla Rabbi arasındaki engel kendisidir. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine Seriyü Sakati hazretlerinin söylediği şu söz bunu ifade eder: 'Senin varlığından daha büyük bir günah yoktur.' Ayverdi, metinde, 'Teselli'yi bir cariyeye benzetmek suretiyle hem teşhis sanatı yapmakta hem de tesellinin baştançıkarıcılık niteliğine atıfta bulunmaktadır.

Yine 'aşk'a ilişkin bir başka metinde, onun belirleyici işleviyle ilgili bir vurgu yer alır. Bunu Ayverdi, 'müstebit' kelimesiyle ifade eder. Aşk gerçekten de tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Bu onun kozmik niteliğidir. Ayverdi şöyle der:

"Konuşuyorduk. İçimizden biri sordu:
-Tarihin kaydettiği en müstebit hükümdar kimdir?
Her ağızdan bir isim çıkmaya başladı. Saydılar, söylediler. Fakat sorgu sahibi bunların hiçbiriyle tatmin olmuyordu. Bir ara göz göze geldik. Bana,
-Niçin sesin çıkmıyor? Sen de bir şey söylesene, dedi.
Zaten ben de söylemeye hazırlanıyordum. Yavaşça,
-Aşk! Dedim.
"

Ayverdi bu hakikati ifade ederken, aşkın ezelden ebede tahtında tek rakibi olmaksızın saltanat sürüp buyruk yürüttüğünden bahs açmaktadır. Zaten sonunda, 'bunu, bu aşikar zaferi koyup uzaklara gitmek ne reva' diyerek, 'aşk imiş her ne var alemde' gerçeğini tahkim etmektedir.

Varlığın mayası aşktır. Varoluşun sırrı aşktır. Evren aşktan doğmuştur. Varlığın merkezinde hakikat-ı Muhammediye bulunur. Bütün muhabbetler muhabbet-i Muhammediyedendir. 'Muhammetten hasıl oldu muhabbet / Muhammetsiz muhabbetten ne hasıl' diyen şair bu sırdan konuşmaktadır. Yusufcuk'un bir metninde Sâmiha Ayverdi, insanı balçıktan yoğuran ve ona nefesinden üfleyen Yüce Rahman'ın soluğunun rüzgarı oluşumuzdan söz eder: "Sana soruyorum dostum, beni bu dünyaya kim davet etti? Anamla babam mı? Haşa. Onlar, ezel tasarrufunun zavallı bir aletinden başka nedir? Sahibim bir mucize göstermek istedi; gitti bir dağ başından bir avuç toprak alıp yoğurdu ve ona kendi nefesini üfleyerek dünyaya fırlattı. Bu çamur, dünyada bir ananın babanın çocuğu oldu. Adına da adımı verdiler. Yalan söylemiyorum; ben, onun nefesinin bir rüzgarıyım ve beni bu dünyaya, uğrunda binbir alemi terk ettiğim bu ses, bu nefes sahibi çağırdı.". Bu anlatıda insanın zuhurundan söz açılmaktadır. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Muhammed'in Zuhuru adlı eserinde bu ezeli hikayeyi anlatır. Sufilerin çokça rağbet ettiği bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim. Bu sırla mahlukatı yarattım.' Mahlukatın eşrefi olan insan varlık aleminde en son zuhur edendir. Çünkü insan meyvedir. Varlığın özüdür, özetidir. Kainatın kalbidir. Allah'ın yeryüzünde halifesidir. Allah insana soluğundan üflemiştir. Rahman'ın nefesi insanın ruhudur. Gerisi kemiktir, kıldır. Sufiler ruhun bedene tenezzül edişinden söz açarlar. Ruh, ten kafesinde mahpustur. Bu sıkışma, ruhun ölmeden evvel ölme isteğiyle yanıp tutuşma, özgürleşme arzusunu da beraberinde getirmiştir. Adamah kelimesi ibranicede kırmızı toprak anlamına gelir. Adem yani insan kızıl topraktan karılmıştır. Rahman, insanın çamurunu bir rivayette dörtbin sene yoğurmuştur. O'nun katındaki bir gün bizim katımızdaki bin yıl gibidir. Allah Adem'in çamurunu iki eliyle yoğurmuştur. Yani Celal ve Cemal yönüyle. Allah'ın iki eli de sağ elidir. Yani, Allah'ta baskın olan Cemal boyutudur. Çünkü Allah gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra Rahman sıfatıyla arşı istiva etmiştir. O'nun rahmaniyeti dışında hiçbir varlık kalamaz. Bundan kinaye, İbn Arabi hazretleri, Allah'ın iki eli de sağ elidir buyurur. Ayverdi, metnin devamında, yere nüzul eden çamura üflenen soluğun Sahibi'ne seslenerek şöyle der: "Ben de ne ham ne toy bir adamım. Onun uğrunda binbir alemi bağışlamak da nedir? Bu ses beni yerimden, yurdumdan, saltanat ve daratımdan koparmışsa çok bir şey mi? Bu davete karşı ben kim oluyorum? O dile, tarife gelmeyen ferman sahibi, kolumdan tutup dünyaya sürüklerken, elini elimden koparmaya kıyamayarak, kendi de beraber geldi. Daha ne isterim, söyleyin ben ne isterim daha?"

Bu isteğin sonuçlarından olmak üzere bir başka Yusufcuk kıssasında Sâmiha Ayverdi, 'secde'den bahseder. Secde kulun Rabbi'yle buluştuğu yerdir. Buna menzil denir. Alak suresindeki 'secde et, yakınlaş' buyruğuna uyan kul, Rabbine doğru iner. Rabbi de kuluna doğru tenezzül buyurur. Ve bir yarıyol karşılaşması gerçekleşir. Buna nüzuldan, inişten kinaye menzil denir. Ayverdi şöyle der: "Rabbim, sanırlar mı ki, ben secde ederken, taşa, toprağa baş koyarım? Hayır, eğilen başım, o kaskatı yerde senin aşkının yumuşak dalgalarına karışır."

Bu cümle gerçekten de zengin bir atıf alanına sahiptir ve okuma imkanlarına açıktır.

Secde ubudiyeti simgeler. Secdeye varmak üzere kulun eğilmesi Rahman'ın gecenin üçte birinde dünya semasına inişini simgeler. Bir rivayette Allah gecenin üçte birinde dünya göğüne değin tenezzül buyurarak, 'yok mu Benden bir şey dileyen, vereyim' şeklinde nida eder. Namaz kul ile Rabbi arasında ortak bir münacattır. Yine bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Ben, namazı kulumla aramda ortak bir münacat kıldım. Onun yarısı Bana yarısı kuluma aittir.' İbn Arabi hazretleri bundan hareketle, mesela Fatiha'nın namazda vacip kılınmasının hikmetinden de söz ederek, surenin ilk üç ayetinin Allah'a diğer dört ayetinin ise kula ait olduğunu söyler. Zira 'sadece Sana ibadet eder sadece Senden yardım dileriz' ifadesi kula aittir ve Rabbine racidir. Kıyam, Rububiyeti simgeler. Rüku, ubudiyeti sembolize eden secde ile Rububiyeti simgeleyen kıyam arasında berzahtır. Secdede insan kendi benliğinin sınırlarını tümüyle terk ederek Rabbinde müstağrak olmaya çalışmaktadır. Bu istiğrak halini Sâmiha Ayverdi, 'İlahi aşkın yumuşak dalgaları'nda kaybolmak şeklinde ifade etmektedir.

Bu kayboluş nasiptir. Bunu bir başka metninde Ayverdi şöyle dile döker: "İnsanoğlunun kulağını bükmek, nasihat vermek boştur; kıssadan hisse çıkarmak da boştur. Bu cihanda nasihat, nisan yağmuru gibi bol bol yağar, sel gibi akar. Ama nerede o sadef ki, ağzını açsın da yuttuğu bu damlayı inciye tebdil etsin. Her hadise, içinde hissesi olan bir kıssadır. Ama nerede o göz ki, bu dolaşık ve sırlı yazıyı söküp heceleyebilsin.". Bu uyarı bize, muhasebe günü gelmeden nefsimizi hesaba çekmemiz gerektiğini de hatırlatır. Her olayın içinde hissesi olan bir kıssa olması bir ayetin anlam denizindendir. Varlıklar Allah'ın birer delili, birer ayetidirler. Her şey bize O'nu söylemektedir. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu ham ile tesbih etmesin. O halde kainat kitabının birer kelimesi olan varlıklar ve olaylar bizim için birer hakikat habercisidir. Yusufcuk'un bir meselinde Ayverdi bizi adeta tüm perdeleri kaldırarak yokluk hakikatiyle yüzyüze getirir:

"Zaman zaman hislerimin kapısını çalan, aldırış etmezsem zorlayan bir el vardır. Ona,
-Kimsin, ne istiyorsun? Derim.
Cevap yerine içeri bir el uzanır. Düşünürüm. Para istemeyen, mala, rızka tamah etmeyen bu avuca ne koyacağımı uzun uzun düşünürüm ve düşüncelerim bir karara bağlanamayınca da, sualimi hiddetle tekrar ederim. O belki dalgınlığıma, belki unutkanlığıma, belki de gafilliğime küsen, fakat gene de tesir ve halavetini eksiltmeyen sesiyle,
-Yokluk! Der.
"

Yokluk, inisiyatik sözlükte 'fena'yla karşılanır. Acz, fakr, kusur vb. ıstılahlar da bu kavramın anlam dünyasına aittir. Bu tarik, yani acz ve fakr yolu, Allah'a ulaşmada en etkin, en kısa ve tehlikesiz yoldur. Beka fenadan geçer. Varlığa yoklukla ulaşılır. İnsan yok olmadan Rabb belirmez. İnsan azaldıkça ve yok oldukça Rabbine yakınlaşır, Rabbi katında değeri artar.

Bu metnin yüzeyinde maddi varlık-yokluk muhasebesi görünse de gerçekte fakrın hakikati anlatılmaktadır. Sonunda Ayverdi, 'varlık anında verilen, yokluk olmaz ki vereyim... Yokluk anında varlık bulunmaz ki, 'gel al' diyeyim' diyerek varlığın yokluktan geçtiğini bildirmektedir.

Hikmetin dili sembol ve sükuttur. Yusufcuk'ta bu hakikat de bizi karşılar: "Bana, 'söyle' deme. Bugün susmak istiyorum. Sözlerimi gönlümün kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma. Şayet sana uyar da onları çekip çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır."

Sükut da bir haldir ve veli seyri sülukun bir yerinde buna uğrar. Halvet zaten sessizliğin yurdudur. Orada beşeri olan susar, İlahi olan konuşmaya başlar. İnsandaki ilahi merkez olan kalbin konuşması sükuttur. Hallac-ı Mansur hazretleri bir kezinde şöyle demiştir: "Dillerin konuşması, kalplerin helakindendir."

Metnin devamında Sâmiha Ayverdi, kalbe doğmayan bir hakikatin dile gelmemesi gerektiğini hatırlatır: "Bana, 'söyle' deme. Sen söyle, sen haber ver ki ben neyim? Hangi göklerin hangi köşesinden bu dünyaya damladım?". Bu aynı zamanda, 'ya hayır söyle veya sus' uyarısının da tevili gibi görünmektedir.

Büyükler, 'dert ağlatır, aşk söyletir' demişlerdir. Muhabbet olmaksızın söz kemale ermez. Kemale ermeyen söz hayrı taşımaz. Ayverdi bu hakikati şöyle dillendirir: "Rabbim, senin takat getirilemeyen ateşinle kavrulup yanarken, söyleniyor, haykırıyor, inliyor, feryad ediyorum. Beni divane diye, biçare diye de olsa dinleyenler var. Rabbim, senin ateşinle kavrulup da yanmamak, yanıp da haykırmamak, inlememek olur mu? Ama bu ateş içine düşeni kendisine benzettiği, varlık tezahürleri içinde bir avuç kül olduğu, sözü, feryadı, şikayet ve şekvayı, bilinmez bir rüzgar, bilinmez nerelere sürüp götürdüğü zaman, söyleyememek ıstırabı ile ben ne yapayım? Söyle bana o kıyamet lahzasının lisanını olsun öğret!"

Yusufcuk'un hemen tüm metinleri inisiyasyon sözlüğünün ıstılah ve manalarıyla doludur. Modern zamanlarda yaşamış veli bir yazarın kaleminden dökülen bu eserin tekke-tasavvuf edebiyatı geleneği içinden okunması ve yorumlanması gerekmektedir. Şerhi gerektiren bu metinler toplamı, bize yitiğimiz olanı, hikmeti aktarmayı deniyor. Sözü ona bırakıyorum:

"Bana tarif edilmeyeni et' dedin. Bu nasıl mümkün olur Devletlim?

Bilirim, hep olmazları oldurur, muhalin başını imkan tarağıyla tararsın. Ama gene de insaf et Devletlim, bende o taşları su gibi akıcı, bulutları kaskatı dondurucu, ateşleri bahar rüzgarına çevirici kudret nerede, söyle nerede?

Acaba tarif edilmeyeni et, derken, yedi cehennemi yakıp kül edecek bu gönül ateşini mi dile getirmemi istedin? Ah Devletlim, sana evvelce de söylemiştim. Güneşler doğar batar, yıllar yılları, devirler devirleri kovalar; dünya seyrinde, kainat devrinde, sadık köleler gibi, şaşmadan, durup dinlenmeden, eskiyip yenilenir. Ve bu bir yandan ölüp bir yandan dirilen cihan, yiğitlerin kuvvetleri, cihangirlerin pazuları, zeka ve idrak hamlelerinin harikaları ile mamur olup ahenklenirken, her zorluğu yenen, her müşkili başaran insanoğlu bir aşık gönlünün o kendini ve kainatı yağmaya veren yanıklığını dile getiremez.

İzin ver Devletlim, izin ver de bu akşam, lafza gelmez bir kıyametin karşısında her zamanki gibi derin derin susayım.
"

Sadık Yalsızuçanlar

5 Temmuz 2021 Pazartesi

Çorak bir kalbin aşk ile yeniden hayat buluşu

Sâmiha Ayverdi Hanımın kitaplarını hem bir kültür hazinesi hem de edebiyatımızın en nadide eserleri olarak görüyorum. Nitekim kullandığı kelimeler olsun, kurduğu cümleler ve betimlemeler olsun insanın gönül dünyasına ayna tutarken zihinlerde de yeni yeni ufukların açılmasına vesile oluyor.

Özellikle geçmişe dair anlattığı tiyatro, şehir mimarisi ve İstanbul eğlenceleri okuyucuya tarihi yönden bilgi verirken hiç bilinmeyen ya da kulağa gelmeyen geleneklerimizi de ortaya çıkartarak kültür dünyamıza katkı sağlıyor. Kitapları ile geçmiş ve gelecek arasında köprü kuruyor.

Mesihpaşa İmamı romanında ise okuyucusunu öyle geçmişin rüzgarına bırakıyor ki Sâmiha Hanım, sanki o dönemleri sinematografik olarak gözümüzde canlanmasına, karakterlerle bire bir hemhal olmamıza vesile oluyor... Halis Efendi, orta yaşlarında, yakışıklı üç çocuk babası olan bir adamdır. Hayatı sürekli cami ve ev arasında geçer fakat öyle huzursuz öyle çoraklaşmış bir gönlü vardır ki ne ailesiyle ne de çevresindeki insanlarla bir türlü geçim edemez. Kibri ile insanları küçümseyip onlarla hep üst perdeden konuşur. Çoğu zaman ağzı, dili olmayan mazlum hayvanlara bile kötü muamelelerde bulunduğu görülür.

Ne acı ki bu yaptıklarından bir an pişmanlık duymaz ömrünü gaddarlıkla sürdürmeye devam eder ama karşısına ilahi bir ceza olarak marangoz Tahir çıkar hep...

Bu adam öyle bir inançsız, içkiye müptela olmuş bir adamdır ki Halis Efendi’ye sırf imam olduğu için türlü cefalar çektirmekten geri durmaz. Yakasını bırakmaz...

Halis Efendi, gel zaman git zaman kendini iki ateşin ortasında kalmış gibi hissetse de yoluna sabırla devam etmeye çalışır fakat bazı zamanlar onun için bu o kadar zor olur ki camiyi kaçacağı sığınak gibi görmeye başlar... Fakat yine dönüp dolaşacağı yer aynı olur. Kaçmak istedikleriyle yüz yüze gelir. Eşi Gülsüm Hanım'dan gitgide uzaklaşarak onun yanında dahi olmak istemez. Zavallı Gülsüm Hanım, eşinin bu sevgisiz ve kendisine gösterdiği hoyratça davranışlardan kimseye bir şey demese de zehirli bir aşı yemiş gibi köşesine çekilip kalbinde hiç geçmeyecek bir hüznü sessizce büyütür fakat Pembe Hanım, her ne kadar bunakta olsa kızının çaresizliğini damadının ise zalimliğini görür ve Halis Efendi’ye karşı hep öfkesini dile getirir...

Halis Efendi, kayınvalidesinin bu öfke nöbetlerine alışık olsa da bir zaman sonra evlatları için aynı sabrı gösteremez. Özellikle tıp okuyan büyük oğlu Abdullah’ın asi halleri ve inançsız fikirleriyle deliye döner. Oğlunun evden gitmesini ister fakat Abdullah öyle bir adamdır ki babasına inat evde kalır hiçbir yere gitmez. Aksine arkadaşlarını eve çağırarak Pembe Hanım’ın geçmişe dair anlattığı hikâyeleri dinler ve savunduğu düşünceleri konuşarak günlerini geçirir.

Halis Efendi’nin ise bu duruma fena halde canı sıkılır ve içten içe isyan ederek evde hayatını sürdürmeye çalışır. Fakat tek derdi Abdullah değildir diğer evlatlarıyla da anlaşamaz. Hele ki kızının musikiyle ilgilenmesine asla rıza göstermez.

Yalnız hukuk okuyan oğlu Zahit’e kendini yakın görür. Bunun nedeni ise onun diğer kardeşleri gibi asi olmayışındandır. Nitekim Zahit, sessiz, sakin bir gölge misali evde babasına karşı gelmeden yaşayan bir adamdır. Ne ağabeyi gibi asi ne kardeşi gibi hayallerini ulu orta serendir. O işlerini çoğu kez ustalıkla örttüğü perdenin arkasından yapar kimseye asıl yüzünü göstermezdi. Nitekim Halis Efendi zahirde kötü gördüğü Abdullah’ı bilirken geçen zaman içinde asıl kötü olan evladını acı bir kederle öğrenir... Anlar ki hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değildir, evlatları bile...

Tabii hayat sadece hane içinde devam etmez Halis Efendi, bir zaman sonra marangoz Tahir’in büyük değişimine şahit olur ve bu değişim öyle bir değişim olur ki Halis Efendi’de bundan nasibini alır. Daha önceleri can düşmanı bildiği bu adamla gerçek dost olur.

Ve öyle bir zaman gelir ki aşk, Halis Efendi ve ailesi için çoktan cehennem kapılarını kapatıp onlar için cennet kapılarını açar. Hediye ile birlikte Halis Efendi’nin duvarları yıkılıp taş kalbi bir çiçeğin nahifliğine dönerken, Abdullah’ın karanlık dünyasına hiç batmayacak bir güneş doğar. Ve aşk bir kez daha kutlu bir zaferle ruhları diriltir...

Kitaptan en sevdiğim birkaç alıntı:

"Anladım ki dünya bir ayna... biz iyi, biz güzelsek, o da iyi, o da güzel. Biz çirkin, biz kötü isek, o da çirkin o da suratsız."

"Demek ki, hayatta en sözü geçkin âmil aşktı. Ve her insan vücudu gemisi, aşkı dümenine göre istikamet alıyordu."

"Öyle ya... Şu fâni dünyada yalan, hile ne içindi? Mademki hep ölecektik, şu halde ne diye birbirimizin çukurunu kazıyor, birbirimize diş tırnak gösteriyorduk?"

"Âdeta açılmak üzere iken koparılan kalın bir cildin baskısı arasında kurutulan çiçekler gibi..."

"Amma bu hayat sofrasında cefa varsa sefa da eksik değildi."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

13 Mayıs 2021 Perşembe

Türk hassasiyetini ve irfanını yaşatan mektuplar

Mektuplar hangi dönemde yazılmış olursa olsun, tarih kitaplarının çizdiği çerçevenin dışına çıkabilmemizi sağlar. Böylece önümüzde zengin bir düşünme boşluğu uzanır. Hem tarih kitaplarından hem de mektuplardan, anılardan, hatıralardan edinilen bilgiler o boşluğa serilir. Aklın imkânları el verdiğince, okuyucu burada kendi filtrelerini devreye sokar. Dünyaya hangi nazarla bakıyor olursa olsun, zenginleştiğini hisseder. Tarihin çok büyük bir bölümünün kurgulanmış olduğunu fark edince, özel metinlerin peşine daha çok düşer. Bu metinleri görgüsü, irfanı yüksek kimseler yazmışsa şayet, hem okuma lezzeti yüksek olur hem de dünyaya bakılan pencere her seferinde daha çok genişler.

Sâmiha Ayverdi, yazar olan kuzeni Semiha Cemal’in genç yaşta vefatının akabinde mürşidi Kenan Rifâî'nin “Onun yerine artık sen yazacaksın” işaretiyle eline kalemi almış, bir daha da bırakmamış, söyledikleriyle ve yazdıklarıyla hâlâ aramızda olan ve kıyamete dek de böyle kalacak kimselerdendir. Ayverdi, eserleriyle Türk görgüsünü ve yaşayışını, kaybettiklerimizi, ne iken ne olduğumuzu anlatırken; özümüzle olan irtibatın harcı olarak tasavvufu merkeze almış bir zihindir. Onun romanlarını yahut diğer eserlerini okumak; sadece dil zevki açısından değil, yaşadığımız coğrafyanın zihniyet haritasını çıkarmak bakımından da oldukça önemlidir. Misal vermek gerekirse, İbrahim Efendi Konağı (1964) ne kadar romansa o kadar hâtıradır. İstanbul Geceleri (1952) ne kadar hâtıraysa o kadar romandır. İnsan ve Şeytan (1942) ile Dost (1980) arasında neredeyse kırk sene vardır ama bir romanla bir hâtıra birbirini ancak bu kadar tamamlayabilir. Türk Tarihinde Osmanlı Asırları (1975) her evde bulunması gereken bir başucu eseriyken, Boğaziçi’nde Târih (1966) gibisi henüz hâlâ yazıl(a)mamıştır. Mektup ve mektuplaşma, Ayverdi için belli ki mühim bir meseledir. Zeynep Uluant, TDV İslâm Ansiklopedisi'ndeki Sâmiha Ayverdi maddesinde bu durumu "Kendisine gelen bütün mektupları cevaplandırdığı bilinen Samiha Ayverdi’nin siyaset, eğitim, kültür, dil konusu ve toplum ahlâkı gibi Türkiye’nin birçok meselesine dair dönemin başbakanları ile bakanlarına, parti ve belediye başkanlarına yazdığı mektuplar bu konudaki hassasiyetini göstermektedir." sözleriyle açıklar. Meraklısı, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı'nın internet sitesinden, Sâmiha Ayverdi Arşivi - Mektup Listesi'ne bakabilir.

Mektuplardan Gelen Ses, 1985 yılında neşredilmiştir. Kitabın başında Ayverdi, "Son bir buçuk senedir hastayım. Müstesnâ ve mümtaz bir insan olan İlhan Ayverdi'nin ısrârı, Sinan Uluant ve İngiltere'de bulunan Gülşah Akçal'a yazmış olduğum mektupların bâzı kısımlarını, yüzünü gördüğüm veya görmediğim vatan evlâtlarına ithaf etmem kârarında müessir oldu. Böylece de bu kitapçık meydana geldi" der ve ekler: "Bu küçük risâlede karşıma aldığım şahıslar, görünüşte iki torunum ise de, gâyem, onların penceresinden bütün gençliğe seslenmektir."

Sâmiha Ayverdi'nin mektupları öyle uzun sayfalara yayılmıyor. Belli ki gençlerin öğüt dinlemekten zevk almadıklarını bilerek, onların gönüllerine birer fidan ekme bahanesiyle yazmış hep sultan. Ektiği fidanlar, Rifâî bahçesinden geliyor. Biliyor ki gençlerin göğsüne ekilecek bu güzellik tohumları elbet bir gün meyvesini verecek. Çoğu mektupta aileye ve evlat yetiştirmeye dair günümüzde hâlâ tartışılan meselelere çok ince, belki iki üç cümleyle çözüyor Ayverdi. O yıllar göz önünde bulundurulursa, aile kurumunun iyice yıkılmaya yüz tuttuğundan, bunun da memleketteki maarif sorunuyla alakalı olmasından yakınıyor. Diğer yandan kalemini annelere ve babalara da çeviriyor, evlâtların hayatını bütünüyle kontrol etmenin mümkün olmadığını, bunun tam tersi neticeler doğuracağını söylüyor. Terbiye, elbette aileden başlıyor. Ama asıl terbiye edicinin (irşad) kim olduğunu unutmanın, ailenin evlât üstünde ciddi bir baskı unsuruna dönüşeceği noktasında ikâzlarda bulunuyor.

"Hayatı tatlandıran, biraz da, onu kabul tarzına bağlı olduğuna göre, siz de sivrilikleri törpülemeyi âdet hâline sokar, sıcak mizâcınızla, korukları pişirip bal gibi üzüm eylersiniz" diyerek, ev huzurunun nasıl sağlanacağına yönelik bir anahtar veriyor. Vazife ve insanlık şuuru kazanan kimselerin, nasiplerden en güzeline ulaşacağını söyleyerek, şikayet etmekten sıyrılıp seyrin içindeki seyri görmenin marifet olduğunu hatırlatıyor: "Asıl kudret sahibi olan küllî irâdeye yaslanmak gibi bir mânevî imtiyâza sâhip olmak, her türlü derdin dermanı... Bir velî kişinin dediği gibi en kestirmesi: Seyrancısın seyrânın eyle / deme zinhar neden şu böyle, bu böyle!"

Ken'an Rifâî sultan, insanları terbiye eden iki türlü yol olduğunu söylemiş. Bunlardan biri şevk-i muhkem, yani coşkun sevgi. Diğeri ise sille-i Hüdâ, yani Allah'ın vurduğu tokat. Cemâl ve celâl. Ayverdi her zaman cemâl yolunu niyaz edenlerden, hem kendisi hem de sevdikleri için. Zaten o, kendini çoktan bir kenara bırakıp, ihtiyacı olana ihtiyacı kadarını vermeye hazır. İlmiyle, irfanıyla, görgüsüyle, birikimiyle, iki torununa gönderdiği mektupları cümle torunlara gönderir gibi yazması bundan. Şu cümleler, yolun başındaki herkesin dayanağı olmalı: "Hâdiseleri zorlamak bizim işimiz olmamalı. Hâline râzı ol... Sabır, her zorluğun anahtarıdır. Dûrendiş (ileriyi düşünen, ileriyi gören, tedbirli) ol, basîretli ol, teennî (acele etmeden iş görme, düşünceli hareket etme) göster. Çileler ve ıztıraplar, onları iyi karşıladığımız takdirde birer mânevî hazîne demektir. Karı, yağmuru, fırtınayı yemeden gül fidanı çiçek açar mı? Bizim her nefesimizin başkalarına faydalı olması, dervişlik şiârımızın elifbâsı sayılır."

Mektupların yazıldığı 60'lı ve 70'li yıllar, Türk siyasetinde dengeleri her an değiştiği ve bilhassa gençlerin birbirini yediği, halkın da türlü imkânsızlıklardan içini kemirdiği bir döneme tekabül ediyor. Ayverdi, olayları öz biçimde değerlendirirken torunlarına nelerden uzak durmaları gerektiğini yine öğüt vermeden, perdeyi hafif aralayıp, hakikati göstererek izah ediyor. Üzerinde en çok durduğu konu ise maarif. Gençler ne yapacaklarını bilmiyorlar ve ilk kabul ettiklerine koşulsuz inanıyorlar. Bir takım siyasi davaları, şahsî meselelerinin çok üstüne koyuyorlar. İş işten geçtikten sonra da hayatın manasından, insan olmanın haysiyetinden çok uzaklaşmış oluyorlar. Kaçırdıkları evvela kendileri oluyor. Ayverdi de memleketin 'zaten' sahipsiz olduğu uyarısını yaptıktan sonra siz içinize ve işinize bakın diyor, daima ümidi aşılıyor ve kurtarıcıların önemine değiniyor kendi nezaketiyle: "Ümitsizlik, Allah'ın kerim ve rahîm sıfatlarını inkâr etmek olur ki, bu da bize asla yakışmaz. Her şey, Hakk'ın iki kudret parmağı arasındadır. İstediği an, bir vesîle ile celâli cemâle çeviriverir. Yeter ki biz buna müstehak olalım. İnsan oğlunun ümit ve tesellîsi, bir ilâhî akıl ve aşk ile üstün olan kahramanlardır. Bu, fikir, îman ve aşk kahramanları, kütlelerin sırtlarını dayadıkları kurtarıcılardır."

Kitabı bir Kadir Gecesi'nde bitirmiştim. Sâmiha Ayverdi okumak için bir güzel vakit de Kadir Gecesi'dir. Çünkü o sultan, 25 Kasım 1905 ramazanının Kadir Gecesi'nde doğmuş, 1993 ramazanında da Mevlâ'ya kavuşmuştur. Bir mektubunda şöyle yazar, dua niyetine geçsin diyerek öyle bitireyim: "Allah'ım verdiği lutfun kıymetini bildirsin."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Nisan 2021 Salı

İstanbul medeniyetinin itibarlı ve zarif zamanları

"İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar,
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar."
- Behçet Kemâl Çağlar, Kalamış

İstanbul'u ne gezmeye ne okumaya doyum olmaz. Bu öyle bir hasrettir ve öyle bir sevgidir ki ruha sanki bezm-i elestte üflenmiş, o ruh da, yalnız İstanbul'u gezmekle ve İstanbul'u okumakla hasretini dindirmiş, sevgisini kuvvetlendirmiş. Uzun bir süredir pandemi sebebiyle İstanbullular şehirlerini gezemiyorlar, iklimi yaşayamıyorlar. Belki de bu süreç, bir şeylerin kıymetini yeniden idrak etmek için bir işarettir. "Arife bir işaret yeter" denmiş. Elbette tarifin hiç de gerek olmadığı arif, hâlden anlar. Ne yazık o arifler de kuytu köşelerinde, hüzünlü sessizlikleriyle izliyorlar İstanbul'u. Böylece İstanbullu, şehrinin tutkunu olan kimseler de yalnız, yapayalnız günler geçiriyor. Bir yol arıyor şehriyle bütünleşebilmek için yeniden.

Kitaplar olmadan şehir hasreti, şehir sevgisi, yani şuurlu yaşamak meselesi kendine konacak bir yer bulamıyor. İstanbul'a dair yazılmış o güzel sayfalar eşliğinde okunan eski zamanlar, mazideki yapraklar, şehrine vefalı kimselerin yüreğine su serpiyor. Kıyamete kadar da bu, böyle olacak gibi görünüyor çünkü şehirlere verdiğimiz zararı telafi edemeyeceğimiz zamanlardayız. Artık ulaştığımız yerin geri dönüşü yok. Asfalta ve betona verilen kıymet; eski eserlere ve doğaya verilmedi. Plazalara, sitelere, tek tip binalara gösterilen hürmet; tarihi mahallelere, sokaklara ve hatta çeşmelere, sebillere, tekkelere, türbelere, kısacası bize emanet edilen mirasa gösterilmedi. Bir şey oldu ve biz yaşadığımız şehirden koptuk, koparıldık. Bunu en çok da biz istedik. Daha rahat, konforlu, güvenli ve sağlıklı yaşayacağımızı zannettik ve böylece İstanbul'u kendi ellerimizle, tabiri caizse, mahvettik. Şimdilerde onu yeniden 'iyileştirme'nin yolları aranıyor. Bu mümkün görünmüyor. Birçok İstanbul âşığı da şifasını, çoğu zaman olduğu gibi, sokaklarda değil kitaplarda arıyor. Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları, Yahya Kemal'in Aziz İstanbul'u, Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları gibi Sâmiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri de işte bu kitaplardan biri, belki de en nadidesi, en şifalısı. Tıpkı Ahmed Yüksel Özemre'nin, kitabın dördüncü baskısı için yazdığı "İstanbul Tiryâkiliği" serlevhalı takrîzinde buyurduğu gibi: "İstanbul, ehlini meczup kılan bir 'maraz'dır. Bu marazın ise kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta 'plasebo' ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul 'hasta'sını sadece ve sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur."

1952 yılında neşredilen İstanbul Geceleri, bir medeniyeti vücûda getirenlerin hikâyesi. Hikâye dediysem; öyle edebî anlamda bir roman ya da hikâye değil. Neşredildiği yılı göz önünde bulundurarak, ondan en az kırk sene evvelki İstanbul'un şahsiyeti, manevî hüviyeti, cemiyet hayatı, gelenek ve görenekleri, Türk sanatını zirveleştiren yapıları, zevkleri, meyilleri, hüsranları, hataları, meziyetleri, faziletleri, görgüleri, noksanları, mûsıkî ahengi üzerine, Sâmiha Ayverdi'nin zuhurata tabi olarak istikamet çizdiği bir denemeler bütünü. Eski İstanbul'a bakışla başlayan eserde okuyucuları şöyle bir rota bekliyor: Şehzâdebaşı, Beyazıt, Süleymâniye, Sandıkburnu, Aksaray, Tavukpazarı, Çırpıcı, Çarşamba, Haliç, Beyoğlu, Boğaziçi, Adalar - Kadıköyü, Üsküdar - Salacak, Çamlıca. Ayverdi, rotayı önceden belirlememiş. Bazen bir semti, geçmişini ve insanları anlatırken yaşadığı duygularla, o semte uzak olan bir yerden de ilerleyebiliyor. Tarihin saklı hazinelerini birbirine zincir gibi bağlıyor. Bu zincir bizlere İstanbul'u sevmenin ne olduğunu hatırlatıyor: "İstanbul tiryakiliği... buna insaflı olup da İstanbul hastalığı desek de olur. İptilânın bir derecesi vardır ki artık bize zevk yerine ıztırap verir. Fakat bu öyle bir ıztıraptır ki, bedelini hiçbir zevkin dudağında bulamayız. Belki de bu yüzden bir İstanbul tiryakisi, içinde doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanı afetine yakalanmış samimi bir İstanbul divânesidir."

Ayverdi'ye göre İstanbul'a çarpan tokatlardan en sert olanı, önce aileye isabet etmiştir. Bu aile, hem İstanbul'u hem de onun temsil ettiği medeniyeti ayakta tutan yegane birlikken, önce parçalanmıştır, sonra da dağılıp yok olmuştur. Böylece evlerde başlayan hassasiyet kaybı, mahalleyi ve şehri içine alarak bir medeniyetin kendi gibi büyük bir deprem yaşamasına sebep olmuştur. "İmanına taassup, zevkine taklit, mertliğine kahpelik, doğruluğuna hile, efendiliğine dalkavukluk, gururuna sünepelik, kazancına bezirganlık, hasbîliğine menfaat, bir illet gibi bulaşmaya başlayıp, bu illeti şifalandırmak isteyenlerin de başlarını gene şahsi kaygılarla illetlenmiş korkunç bir menfaat endişesi kese kese İstanbul medeniyeti göçtü. Evet göçüp gitti." der Ayverdi. Bu durumda İstanbul sevdalılarının elinde ne sadece mazinin sayfalarının kaldığı söyler. Çünkü insanoğlu bugününe ne getirdiyse geçmişinden getirmiştir. O güzellikleri yeniden bulup ortaya çıkarmak, hiç değilse onlar hakkında bir çift kelam edip yazmak için "çöplükte eşinip artıklarla azıklanmak isteyen aç horozlar gibi, viranelere, tozlu ve unutulmuş sandık diplerine, yüzüne bakılmayan musandıralara, yük ve dolap köşelerine başvurmaktan başka çare bulamaz olmuşlardır" ona göre. Fuzûlî'nin aşk ile heyecanlarını, Nedîm’in saz ve söz bahçelerini, Şeyh Galib'in güneşin doğuşunu, Yahya Kemal'in zevk çerağını uyandırdığı İstanbul'da maddeden geriye bir şey kalmamıştır, manadan bahsetmek de zordur artık. Keza mana, herkesin önemsediği bir şey de değildir ne yazık ki: "İnsan oğluna manadan söz açmak, kışı yaza çevirmekten de zordur. Çünkü mana düğümü, bir yürek yanığı, bir derinden taşan iman, bir yatışmaz vecd olmadan çözülemez vesselam" sözleriyle Sâmiha Ayverdi, kendi düşünceki İstanbul sokaklarını, o sokaklarda gezinen insanların görünür ve görünmez hayatlarını anlatmaya başlar.

Şehri ve şehrin insanını anlatırken onun manevî âlemini dolduran, yani onu yaşatan değerlerden bahseder daha çok Sâmiha Ayverdi. Gözün bakmaya değil görmeye, gönlün cefayı da sefayı da çekmeye, kulakların hakikati işitmeye talip olduğu o zamanlarda Türk hayatı başkadır, bambaşka. Bir kere eski zamanlarda kendine mahsus bir ahenk vardır. O ahenk, dikkat ve emekle işlenmiştir. Böylece layık olduğu ilgiyi görür, korunur ve yaşatılır. O ahengin içini dolduran yegane mücevher, imandır, iman ışığı. Kimseyi rahatsız etmeyen fakat herkese nefes olan. Böylece "eskiler" denen o hiç eskimezler; avlulardan kaldırımlara, meydanlardan bahçelere, sandallardan tekkelere kadar insan olmaklığın temel gayesini sunar çevresine. Bu gaye, gayrettir. Sevmeye, paylaşmaya, yaşamaya dair bir gayret. Bugün geldiğimiz yer ise, o yerden çok uzakta olmaktan ziyade, bulunamaz ve görünemez durumdadır: "Ne yazık ki bu yoldaki zenginliğine cihanın erişemeyeceği biz, kapalı kaldığı altın hazinesinin içinde açlıktan kıvranan adam gibi, varlık içinde yokluğun ıztırabı ile inliyoruz."

Eski İstanbul'un insanını bugünden ayıran özelliklerin altını özellikle çizer Ayverdi. Çünkü o özellikler, bize neyi kaybettiğimize hatırlatır. Bunlardan biri de günümüzde yerinde yeller esen selamlaşmadır. "Aranızda selâmı yayın" öğüdü, hadlerin aşılması ve yerini kibre bırakmasıyla bir külfet gibi görülmeye başlanmıştır. "O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî muhabbet ve aşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen rastgele bir simaya cömert bir yakınlıkla bakar ve 'selamün aleyküm' derdi. Mimarisi ne basit, esası ve örgüsü ne sağlam bir köprü... topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement..." diye özetler Ayverdi, bu asırlık geleneği. "Bir sevgi sebebiyle dünyaya gelmiş olan insan" için en sıradan gibi görünen ama en sıra dışı dillerden biridir selamlaşma. "Gelin tannış olalım / işi kolay kılalım / sevelim sevilelim / dünya kimseye kalmaz" düşüncesinin, vücut bulmuş hâlidir. Zamanla otomatikleşen insan, selamı bir alışkanlık olarak bile devam ettirememiştir. Çünkü: "O zamanlar bir zamandı ki, ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlardan inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı."

Ayverdi, zamanın her şeyi yaşatmayacak olan zalimliğinin farkındadır. Maziyi olduğu gibi yaşamak elbette ki mümkün değildir. Cemiyetler, tabiatlar değişecektir, yenilenecektir, ölüp dirilme hep olacaktır. Ancak geçmiş zamana savaş açmak da akıl dışıdır. Geçmişle olan münasebet ve aşinalıklar insanı yaşatır. "Çünkü bugünkü gün, dünkü günün yuvarlana yuvarlana şu zamana gelişinin oldurduğu bir keyfiyettir" der ve "Biz geçmişimizin meyvesiyiz. Şu halde insan oğlunun çimene çiçeğe, dağa bayıra olan muhabbeti, nasıl anasırının ceddi olan tabiatla akrabalığına bir delil ise, mazi ile alış veriş, muhabbet ve alaka da aynı tecelliyi mana planında gösteren bir başka bağlantıdan gayrı ne olabilir?" diye sorar. Harikulade bir sorudur bu. Asırlık Türk zevkini oluşturan ve İstanbul'u kuran, kuşatan 'muhabbetli tenkit'in bir numunesidir.

Bugün belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeyin kitabıdır İstanbul Geceleri. Eleştirinin de sevginin de muhabbetli olanına duyulan hasretin kitabı. Ama evvela, İstanbul'a ve onun insanına olan hasretin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf