Neil Smith etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Neil Smith etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2017 Perşembe

Gelişimin eşitsizliğini durdurma veya doğanın çevreye galip gelebilme ihtimali

"İçinde bulunduğumuz devir belki her şeyden önce mekânın devri olacak. Şu anda eşzamanlılık evresindeyiz: örtüşmenin, yakın ve uzağın, yan yanalığın, dağılmışlığın evresi."
- Michel Foucault

Doğa kavramı dünyanın birçok ülkesinde, özellikle de şehirlerin modernizm etkisiyle kentlere dönüştüğü gelişmiş ülkelerinde yeniden konuşuluyor, tartışılıyor. Kapitalist kentleşmeyle birlikte sermayenin doğa üzerinde kurduğu tahakküm, mekânın üretimi konusunda ciddi kaygıları geleceğe taşıyor. Bu kaygıların en başında adaletsizlik ve yıkıcılık gelse de madalyonun diğer tarafında insanın yaşadıkları var: kaos, nevroz, travma, bunalım ve depresyon. Kısacası gelişim gibi görünen şeyin eşitsiz olması en önce doğayı sonra da insanı geri dönüşü olmayan bir yokoluşa sürüklüyor.

Tüm dünyada kentleşmenin tarihi, vaziyeti ve geleceği hakkında kabul görmüş nadir isimlerden biri olan David Harvey, "insanlık durumunun hayati yönlerini dogmatik olmayan ve geniş kapsamlı bir çerçevede ele alan bir araştırma" olarak tanıtıyor Neil Smith'in Eşitsiz Gelişim'ini. Kitabın deneme şeklinde kaleme alınmasının yanı sıra tarih ve coğrafya arasında ormanlarla fabrikaları 'meydana indirmesi' oldukça dikkat çekici. Smith bunu yaparken ne modernitenin karşısına romantizmi koyuyor, ne de Alfred North Whitehead gibi 'göl şairleri'nin doğanın yanında yer alan tavırlarını aşırı bir romantizm olarak görüyor. Yazarın en ilham verici yorumlarından biri, doğanın yeniden konuşulmaması karşısında çevre kavramının gündeme gelmesine yönelik. Bilindiği gibi çevre, sermaye bekçilerinin ve kapitalist avcıların doğanın karşısına koydukları modernist bir kavram. Doğa ne zaman ki çevreye dönüşür, o zaman kapitalizmin kölesi olmuş demektir. Elbette doğanın bu köleliği de insana doğrudur. İnsan, hakimiyet kurmaktansa teslimiyet göstermesi gereken doğayı baş tacı etmek yerine ayaklar altına almış, gelinen nokta itibariyle yeryüzünde bir maskot hâline düşmüştür. Sermaye sahiplerinin emirlerine iktidar sahipleri arka çıktığında, ortaya çıkan tablo her ne kadar korkunç olsa da yine büyük ve kirli eller tarafından 'olması gereken' gibi gösteriliyor. Nedir peki bu olması gereken(ler?) Kente nefes veren her boş alanın muhakkak bir projeyle 'ihya' edilmesi. Yeni bir mekân üretimi de denebilir buna. Ancak bu mekanda his yok, duygu yok. Dolayısıyla aidiyet de yok. Koca bir varoluşsal boşluk var.

"Sermaye genel olarak mekân üretmekle kalmaz, aynı zamanda eşitsiz gelişime kararlılık kazandıran hakiki mekânsal ölçekler de üretir... Doğa ve toplum arasındaki geçmişten miras alınan ayrıma şiddetle karşı çıkan ve bunu utançla değil gururla yapan kapitalizmin ta kendisidir. Hep daha fazla sosyal zenginliği denetimi altına alma yönündeki dinmeyen dürtüsüyle sermaye tüm dünyanın biçimini değiştirir. Tanrı'nın bağışladığı tek bir taş kalmaz altına bakılmadık, doğa ile kurulmuş hiçbir özgün ilişki aynı bırakılmaz, hiçbir canlı onun etkisinden kurtulamaz. Doğanın, mekânın ve eşitsiz gelişimin problemleri bizzat sermaye tarafından birbirine bağlanır. Eşitsiz gelişim kapitalist düzende doğanın somut üretim süreci ve modelidir." [sf. 25]

Smith, bakir doğanın medeniyetin karşısına antitez olarak konduğunu; çıplak, korkunç ve uğursuz olarak değerlendirildiğini söylüyor. Vahşi insanların bir evi olarak konumlandırılan bakir doğa, 'dolayısıyla' ilerleme ve medeniyet karşısında bir engel, bir düşman olarak 'yeniden' yaratılıyor. Doğa, kıyıma uğradıktan hemen sonra bilim yoluyla teşhir ediliyor, aslında korkulması gereken durum bir büyülenmeye sahne oluyor. Smith'in bu yorumları da akla uzun zamandır ilgiyle takip ettiğim Pawel Kuczynski'nin Virtual Reality çizimini getiriyor.

Frankfurt okulunun sıklıkla üzerinde durduğu doğa üzerindeki tahakküm, Smith'in metinlerinde ciddiyetle vurgulanıyor ve çeşitli bölümlerle irdeleniyor. Doğayı ve mekânı yeniden yorumlarken nostaljiye savrulmaktan da şiddetle uzak duruyor. Sermayenin mekânsal ölçeklerini tanımlarken kent ölçeği, küresel ölçek ve ulus-devlet ölçeği gibi son derece hassas konulara temas ediyor. Ortaya attığı "eşitsiz gelişime ilişkin bir tahterevalli teorisi"nde şunları öne sürüyor: "Sermaye maziden kaçıp gözlerini geleceğe dikerken, mekânsal çözümün alternatif versiyonları olarak mütemadiyen hareketliliğe ya da sabitliğe sarılmaya ayartılır. Bu seçeneklerin hiçbiri işe yaramaz, ama yine de her biri coğrafi peyzajda sırasıyla eşitlenme ve farklılaşma eğilimleri doğurursa, küresel ölçekte daha istikrarlı eşitsizlikte kentsel ölçekte daha akışkan eşitsizlik arasında değişen bir eşitsiz kapitalist gelişme gerçekleşir. Buna hangi sınırlar konulursa konulsun, kapitalizmin eşitsiz gelişimi zıt-yönlü eşitleme ve farklılaştırma eğilimleriyle ve sermayenin bunun sonucunda ortaya çıkan tahterevalli hareketiyle sürdürülecektir." [sf. 217]

Smith, toplumsal nitelikte bir coğrafya üretebilmenin ilk ve en önemli koşulu olarak önceliğin sadece sermayeye verilmesini değil, toplumun siyasi temeline bakılmasını öneriyor. Kapitalizmin mekânı daima kendi suretinde dönüştürmesine engel olabilecek şeyin başında toplumsal bilinç ve dolayısıyla kolektif hafıza geliyor. David Harvey, Umut Mekânları'nda şöyle der: “Kolektif olarak kentlerimizi üretirken, kolektif olarak kendimizi de üretiriz.

John Berger'in tüm dikkatleri mekânsal "eşzamanlılığa ve kapsamına" çevirmemiz gerektiğine dair yazdıkları, Neil Smith için de ifade açısından en doğrusunu temsil ediyor: “Şimdi kehanet tarihsel değil coğrafi bir tahmin gerektiriyor; sonuçları bizden saklayan şey zaman değil mekândır. Bugün kehanet için zorunlu tek şey erkekleri [ve kadınları] tüm dünyada içinde bulundukları eşitsizlik içinde tanımaktır."

Kapitalizmin esas olarak daima coğrafi bir proje olduğunu belirten Smith, kapitalizme isyanın da önce "coğrafi bir şeyler planlamak" yoluyla şekillenmesi gerektiğini, bunun için ne erken olduğunu ne de geç kalındığını söylüyor. Buradan da "zamanı geldi" vurgusu ortaya çıksa da 'hayal gücü kaybı'nın yoğun olduğunu ve hatta bunun da mekânla doğrudan irtibatlı olduğunu ifade ediyor. Aynı zamanda bir tez olan kitabını Henri Lefebvre’in Mekânın Üretimi’nde bıraktığı yerden kendine özgün -anti romantik- bir tavırla başlatan Smith, bu tavrını kitabın son cümlelerinde de yineliyor: "İçinde bulunduğumuz döneme dair hayret verici şeylerden biri devrimci toplumsal değişim umudunun ve hissiyatının siyasi olabilirlik tahayyülünden ne kadar yoksunlaştığıdır. Devrimci hayal gücünü yeniden cesaretlendirmeye başlamak pek de iyimserlik sayılmayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf