Natsume Soseki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Natsume Soseki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2020 Cuma

Yazarın cam kapısının ardından hayata ve insana bakışı

Natsume Soseki, asıl ismiyle Natsume Kinnosuke gerçek hayatındaki karakterleri veya yaşadıklarını kurgu eserlerine yansıtan önemli yazarlardandır. Hatta bu otobiyografik ögeler oldukça yoğundur bazı eserlerinde. Hâl böyleyken Soseki’nin sadık okurları olarak onun nasıl bir hayat yaşadığını, günlük hayatını merak etmemiz gayet doğal. Kısa hayatına (1867-1916) büyük eserler sığdıran, modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu bu büyük yazarın aslında hayatı acılarla başlar. Henüz iki yaşındayken evlatlık verilir; iki yaşında gerçek anne ve babasının yanına döner. Dört yaşında tekrar evlatlık verilir. Sekiz-dokuz yaşlarında ise gerçek anne ve babasını başka insanlar olarak tanıdığı asıl evine döner. Başkaları sandığı kişilerin gerçek anne ve babası olduğunu ise hizmetçilerinin ona uyku arasında fısıldadığı kadarıyla öğrenir. Hayata dramatik ve sert bir başlangıç. 

Soseki’nin yaşadığı dönem Meiji dönemidir. Yani Japonya’nın Batı’ya açılmaya başladığı dönemlerdir. Soseki’nin hem kişisel hem de edebî hayatı bu açılımdan oldukça etkilenir fakat daha sonra kendi düşüncelerini rayına oturtacaktır. Toplumsal olarak o zamanın Japonya’sı bu şekildedir. Siyasi olarak da savaşlar görmüş biridir Soseki. Hem Rus-Japon savaşı hem de İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan olaylar ve savaşın başları onun gördüğü olaylardandır. Belki ondan uzakta gerçekleşmiştir bu savaşlar ancak o zamanlar dünyada savaşlardan etkilenmeyen kim vardır ki? Soseki de bir yazar ve bir vatandaş olarak savaşlardan kendince etkilenmiştir. İşte bu kitap, Cam Kapının Ardı, böyle bir iklimi de içine alabilen bir kitaptır. Yazarın çalışma odasının cam kapısının ardından hayata, olaylara, kişilere bakışıdır bir bakıma. Çocukluğu geniş yer tutar bu bakışta, köpeği Hektor, annesi… Hepsini Soseki’nin samimi üslûbuyla okuruz. Yer yer gülümsetir bu anılar yer yer hüzünlendirir. Okurlarıyla mektuplaşmaları zaman zaman sesli güldürürken annesiyle olan ilişkisi(zliği) hüzünlendiren detaylardandır: “Buradan annemin hatırasına da bir şeyler yazmak isterim. Ama sevgili anneciğim ne yazık ki bunu yapabilmem için bana yeteri kadar anı bırakmadı."

Bu yazıların, anıların bir önemi de şudur: Soseki, başlıksız, numaralandırarak kısımlandırdığı bu yazıları ölümünden çok kısa süre önce kaleme almıştır. Yani yazarın hayatından bir örneklem içerir bu yazılar. Hayatına genel anlamda bir bakış sağlar. Soseki’yi sevenler veya tanımak isteyenler için daha iyisi bulunmaz sanırım. Japonya’daki bir gazeteye (Asahi) kırk günlük süre zarfında yazdığı otuz dokuz yazıyla bize kendini anlatmaya çalışır bu büyük yazar.

Cam Kapının Ardı, yeni bir yayınevi olan Africano Kitap tarafından yayınlandı. Buna rağmen iyi bir yazarla başlamaları çıtayı koydukları yeri gösteriyor. Bunun dışında farklı ülke edebiyatlarıyla yayın hayatına devam edecekleri gibi bir intiba uyandı bende. Bir yayınevi için gayet iyi bir başlangıç bence. Bu kitapta da özenli bir çeviri ve basımla kalite konusunda kendini kanıtlamış bizlere.

Dr. Zeynep Gençer Baloğlu’nun direkt Japoncadan çevirisini okuyoruz. Aynı zamanda Baloğlu, kitabın başına kısa sayılmayacak bir Soseki biyografisi de yazmış ki gayet mantıklı bir şey. Soseki’yi bilenlerin daha iyi tanıyacağı bilmeyenlerin ise hakkında geniş sayılabilecek bir malumat edineceği bu biyografide eleştireceğim tek nokta kitaptan bazı alıntıların olması. Bazı kitapların ön sözlerini yazanlar veya çevirmenler bunu yapıyor. Kitapta geçen pasajların bir kısmını, yazdıkları ön söze kanıt olması için alıntılıyor. Fakat buna gerek olmadığı kanaatindeyim, okur zaten biraz sonra o pasajları kendi okuyacak. Tekrar bir okuma oluyor okurun daha sonra yaptığı. Buna dikkat edilirse daha iyi olacaktır.
Diğer yandan, Soseki’nin bazı fotoğrafları, küçük açıklamalarla kitabın başına yerleştirilmiş. 17 kadar fotoğraf. İyi düşünülmüş bir şey bu.

Peki, Soseki bize hayatından neler anlatıyor? Bu tür kitaplarda aradığım şey samimiyettir benim. Yazar olabildiğince samimi ve açık olmalıdır. Üstü kapalı anlatımların hiçbir işe yaramadığını gördük çünkü. Eğer yazar üstü kapalı konuşacaksa, bazı hassas şeyleri söylemeyecekse zaten hatırat yazmasının hiçbir gereği yoktur. Okura biraz duygu biraz da magazinsel bilgiler vermesi gerekir. Soseki’de bunu görüyoruz. Belki çok magazinsel bir hayatı yok ancak samimi duygularını anlatıyor yazar bizlere. Anne ve babasının onun için ne ifade ettiğini de köpeği Hektor’u ve ölümünü anlatırken de o samimi anlatımı yakalayacaktır okur:

Ben, annemle babamın olgunluk çağlarında dünyaya getirdikleri bir çocuğum. Yani evin tekne kazıntısı da diyebilirsiniz. Annem beni doğurduğunda, o yaşta hamile kalmış olmaktan ne kadar utandığını anlatır dururmuş. Bu utanç, tek sebep değildir muhtemelen ama doğar doğmaz evlatlık verilmemde etkisi olduğunu düşünmüyor da değilim.

Uysal bir çocuk olmadığım için mi, orada burada evlatlık olarak büyütüldüğüm için mi, bilmiyorum ama bir kerecik olsun şımartıldığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, babamın bana karşı son derece zalim olduğuydu. Bu yaşımda bile hâlâ gözümün önündedir.

Yazılarda şu göze çarpıyor: Böyle bir hayat başlangıcından ve aile ortamından sonra bazı kişiler/yazarlar tamamen kötümser olurlar ve yazdıkları yazılar sertleşir, psikolojik olarak daha katı olabilirler. Soseki’de ilginç bir dinginlik var sanki. Fakat kırgın bir dinginlik bu: “Her çan sesinde tıpkı çocukluğumdaki gibi yapayalnız hissederim kendimi. Değişen, sanki mevsim değil ben olurum. Soğuyan, sanki hava değil çocukluğum olur.”.  Kitabın adındaki gibi, kendiyle hayat arasına bir duvar çekiyor yazar ancak bu duvar betondan değil, camdan. Böylece hem hayatı bir yönüyle görüyor, yakalıyor hem de hayata tamamen karışmıyor: “Ben de yeryüzünde yaşayan milyarlarca insandan biri olduğum için onlardan tamamen kendimi soyutlayarak yaşamak mümkün olmuyor ne yazık ki!...”. Bir de onu sürekli rahatsız eden kronik hastalıkları bu cam duvarın haklı sebebi olmuş olabilir: “‘Kronik’ kelimesinin anlamını bilmeyen, sonuçlarından endişe duymayan, sıradan ölümlüleri çok kıskanıyorum.

Japon yazarların kurgu eserlerini sevdiğim kadar kurgu dışı eserlerini de okumayı seviyorum. Deneme veya anı olması fark etmiyor, bir Batılı yazarın denemelerini okumaktansa Japon yazarlar bana daha yakın geliyor. Bunu Tanizaki’de yaşamıştım, Soseki’de de aynı duyguları yaşadım. Çok fark edilmiyor bizim ülkemizde ancak bu denemeler önemli bakış açıları kazandırıyor okuyucuya.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

4 Kasım 2020 Çarşamba

İsimsiz bir kedinin gözünden Japon modernleşmesi

Hemen her roman yazarı, eserini oluştururken kendi hayatından da bir şeyler katar. Bu durum bazı yazarlarda çok bazı yazarlarda ise azdır. Natsume Soseki (1867-1916), eserlerinde kendi hayatından izleri çok kullanan yazarlardandır. Bu sebeple, Soseki’nin hayatını bilerek onun eserlerini okumakla, hayatına vakıf olmadan okumak arasında farklar bulunur.

Natsume Soseki, kimilerine göre önemli bir Japon yazardır fakat Murakami gibi bazılarına göre de “modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu” denebilecek kadar önemli biridir. Uzakdoğulu yazarları baz alırsak, Türkiye’de bir Haruki Murakami bir Yukio Mişima hatta son zamanlarda tanınırlığı daha da artan Yu Hua kadar bilinmez. Fakat ilginçtir ki eserlerinin beş altı tanesi, en çok bilinen yayınevlerinden olmasa da dilimizde yayımlanmıştır. Ben Bir Kediyim benim yazardan okuduğum ikinci eser oldu. İlki Jaguar Kitap’tan yayımlanan Madenci adlı romandı. Fakat Madenci’yi okuduktan sonra, kitabın Soseki külliyatı içerisinde ayrıksı bir yerde bulunduğuna dair yorumlar okudum. Öyle ki Madenci, Soseki’nin üslubunu en az gösteren kitabı(ymış). Ben de Madenci kitabıyla sevdiğim yazarı daha iyi tanımak için onun ilk eseri olan Ben Bir Kediyim romanını okumaya karar verdim. Yazının bahsi bu kitaptır.

Soseki, İmparator Meiji döneminde yaşamış bir yazardır. Bu dönem, Japonya’nın geleneksel hayattan modern hayata geçmeye çalıştığı bir dönemdir. Ben bu açıdan Soseki’yi bizdeki Tanzimat aydınlarına benzetiyorum. Başlarda tamamen modern hayat savunucusu olan Soseki, İngiltere’de yaşadığı süre sonunda Batı medeniyetinin abartıldığı kadar yüce bir şey olmadığını ancak kalkınmak için takip edilmesi gerektiğini savunur. Ama birebir taklide karşıdır: “Avrupalılar güçlü olduğu için, ne kadar aptalca olursa olsun her şeyi taklit etmek zorunda hissediyorsunuz. Uzun şeylere sarıl, güçlü şeyler karşısında bükül, ağır şeyler karşısında ezil. Bu emir kiplerine karşı kendinizi ezik hissetmiyor musunuz?”. Herkesin aklına gelmiştir, klişe yorumla söyleyecek olursak, bizdeki Batı’nın iyi yönlerini alalım gibi bir düşünceye sahiptir.

Soseki, ülkesinin içinde bulunduğu geleneksel hayattan modern hayata geçiş aşamasında gördüklerini eserlerine yansıtan bir yazar. Ben Bir Kediyim de o kitaplardan biridir. Fare yakala(ya)mayan, miskinlik eden, biraz bilge biraz ukala biraz aptal bir kedinin, ismi bile olmayan bir kedinin gözünden görürüz hikâyeyi. Öyle bir kedidir ki kendisini insandan üstün tutar bazen. Hatta kitabın özgün adı Wagahai Wa Neko de Aru’dur. Çevirmeninin ön sözde belirttiğine göre buradaki Wagahai “ben” demektir fakat bu kelime Japoncada, sadece bilge ve saygın kişiler için kullanılır. Anlatıcımız kedi de kendini muhtemelen o aşamada görüyor.

Otobiyografik ögeler içeriyor demiştim yazarın romanları için. Örneğin bu kedinin sahibi ve aynı zamanda romanın çok büyük kısmında mekân olarak gördüğümüz evin sahibi Hapşuruk Efendi de Soseki’nin bazı özelliklerini taşır. Hapşuruk Efendi dışında; Donay Efendi, Meitei, Bilge Poyraz, Hapşuruk Efendi’nin karısı kitaptaki esas karakterlerdendir.

Kedinin bakışından insanlar hakkındaki görüşlerini okuyabileceğimiz kısımlarla başlayan roman aslında başlarda okuyucuya çok bir şey vaat etmiyor. Hatta kendimi, “toplumun incelenmesi nerede?” diye sorarken bulduğum da oldu. Ancak uzun sayılan bu romanda -455 sayfa- Soseki, Japon toplumuna, eğitim sistemine veya yöneticilere yönelttiği eleştirilerini ve gözlemlerini normal diyalogların arasına sıkıştırmış (romanın arka planında Rus-Japon savaşının da izlerini sürmek mümkün ancak bu konu çok ön plana çıkarılmamış). Sadece son bölüm hariç -oraya değineceğim- keskin roller verdiği karakterlerinin diyalogları arasında bu yenileşme dönemi hakkındaki düşüncelerini serpiştirmiş. Örneğin, Donay Efendi ve Meitei’i yenileşme taraftarı bir karakter olarak resmederken, Hapşuruk Efendi daha geleneksel yaşamı savunan taraf olarak göze çarpıyor.

Kedi her yerde. Bilge ve ukala bir kedi demiştim. Tamamen hâkim bakış açısına sahip. Düşünceleri bile okuyabiliyor. Her deliğe girip çıkabiliyor. Fakat kitap oldukça ağır akıyor. Çünkü yazar kedinin gözünden her şeyi aktarmaya çalışmış bu da yer yer sıkıcı betimlemelere ve gereksiz gözlemlere dönüşmüş. Sabırsız pek çok okur kitabı yarım bırakabilir ancak tavsiyem kesinlikle bitirilmesi yönünde. Zor bir işi başardıktan sonraki tatmin ve mutluluk duygusunu veriyor bu kitabı okumak.

Kitap on bir bölümden oluşuyor. Daha önce yazarın fikirlerini diyalog aralarına sakladığını belirtmiştim ancak bu son bölüm kitabın tam anlamıyla çözüm bölümü olmuş. Yine Hapşuruk Efendi’nin evinde toplanan Meitei, Donay Efendi, Bilge Poyraz ve Keçeli Birdağ üzerinden fikirlerini bir deneme üslûbuyla boca eden Soseki, karı-koca ilişkilerini, evliliğin modern ve geleneksel toplumlardaki yerini, bireysellik-toplumsallık konularını ve bunların sebep ve sonuçlarını, Avrupa kültürünü ve gelecekle ilgili tahminlerini okura aktarıyor. Seyredenler bilecektir, The Man From Earth, tek mekânda geçen ve beş altı profesörün fikir çatıştırdığı bir filmdir. Ben Bir Kediyim kitabının son bölümünü, yer yer ironik ve komik unsurlar içermesine rağmen bu filme benzettim. Filmi sevenler bu son bölüm hatırına bu kitabı da okuyabilirler.

Son olarak çeviriye değinmek istiyorum. En genel şekilde söyleyecek olursam roman iyi bir çeviriye sahip. Dilimizde iki yayınevinden yayımlanmış: Panama Yayıncılık ve Ötüken Neşriyat. Ben Ötüken Neşriyat’tan Samet Atik’in çevirisiyle okudum. Fakat şöyle bir detay var, ben nesir çevirilerinde orijinal metne birebir sadık kalınması kanaatindeyim. Şiirde elbet anlam çok daha fazla öne çıkacak ancak ben okuduğum romanlarda o ülkenin deyim veya atasözlerini orijinal haliyle okumak isteyen biriyim. Samet Atik son derece çalışkan bir şekilde işini yapmış, sıkıştığı yerlerde kitabın İngilizce çevirisinden de yararlanmış. Ancak bazen Japon deyimlerini veya söyleyişlerini çevirirken tamamen bizden deyimleri tercih etmiş (mesela Japon bir karakter gün olur asra bedel diyebiliyor). Metindeki kelime Japoncada ne anlama geliyorsa o şekilde verilse ve bu açıklamalar dipnotla belirtilse bence daha şık olurdu.

Son olarak diyorum ki, Soseki’yi Türk okurlar keşfetmeli. Murakami’nin kitaplarının bu kadar çok sattığı bir ülkede Soseki çok daha fazlasını hak ediyor.

Son olarak, kitapta altı çizilecek çok cümle yok fakat olanlar oldukça sağlam. Bir örnekle yazıyı bitiriyorum.

…Mesela bankacılar. Her gün her gün başka insanların parasına göz kulak oluyor, başkalarının parasıyla çeşitli işlemler yapıyorlar. Bir süre sonra bu parayı kendi paraları gibi görmeye başlamalarına şaşırmamak gerekir. Hükümet görevlileri de aynı şekilde. Aslında görevleri insanlara hizmet etmektir. Yani hepimiz öyle düşünüyoruz ama çeşitli şeyleri kontrol etmeye alıştıkları anda, iktidarın vermiş olduğu sarhoşluktan olsa gerek, her şeyi yapabileceklerini düşünmeye başlıyorlar. Hatta bazen öyle raddelere geliyorlar ki, şu anda ellerinde tuttukları iktidarı tamamen kendi iradeleriyle elde ettiklerini, bu yüzden halkın bazı konularda hiçbir şekilde söz söyleme hakkı olmadığını söyleyenler bile çıkıyor…” (sf. 347)

Mehmet Akif Öztürk

15 Nisan 2019 Pazartesi

Madene doğru: bir arayış hikâyesi

İçinde bulunduğu ruh halini veya olayları başarılı bir şekilde, realizmden sapmadan veya romantizmin sınırlarında dolaşarak anlatan/anlatabilen yazarlar, çok uzun yıllardan sonra bile hâlâ hayranlıkla okunabilmektedir. Bu durumun Türk ve Dünya Edebiyatı’nda birçok örneği mevcuttur. Fakat bir de, yazdığı olaylarla ilgili, eserinde kurguladığı şeyin uzağından bile geçmemiş olsa bile, bu durumu satırlara sanki yaşamış gibi aktarabilen yazarlar vardır. Bu iki grup arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Önemli olanın ortaya çıkan eser olduğu muhakkak. Ancak ikinci grubun yaptığı şeyin daha çetrefilli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hayal gücünü zorlayarak salt bir kurgu, bir olay, bir mekân ortaya çıkarmak, birebir yaşanılan bir şeyi kitaba dönüştürmekten daha zor kanaatimce. Tıpkı, Natsume Soseki’nin Madenci kitabında olduğu gibi.

Dilimizde yeni yayımlanan bir kitaptır Madenci. Oysaki yazılışı ve asıl dilinde yayımlanışı 1907 ve 1908 yılına dayanır. Jaguar Kitap’tan neşredilen kitap, 213 sayfayı ihtiva eder fakat bunun son 15 sayfası, Haruki Murakami’nin sonsöz niyetine yazdığı, hem yazarın edebî hayatı hem de mezkûr kitap hakkındaki bilgilerden oluşur. Bu kısım, dikkat çekici ve geniş bir değerlendirme olmuş.

Kitap kısaca; isimsiz bir anlatıcının, bütün refahını, zenginliğini, tembel hayatını geride bırakarak, 19 yaşında evi terk etmesini ve bir maden ocağına gidip orada yaklaşık beş ay geçirmesini konu eder. Tabii bir roman mıdır bu? Tartışılır. Ben anlatı demeyi daha uygun görüyorum. Zaten yazar da sık sık araya girip bunun bir roman olmadığını/olamayacağını belirten cümleler kurar okura. Hatta kitabını, işte madencilik tecrübelerim bundan ibaret. Ayrıca söylediğim her şey doğru, zaten bunu kitabımın bir romana dönüşemediği gerçeğinden pekâlâ anlayabilirsiniz şeklinde bitirir.

Madenci, bir arayış hikâyesidir. Başkarakterine Dostoyevski’nin herhangi bir romanında rastlayabilirsiniz. Soseki’nin, Rus yazardan oldukça fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bunu, karakterin iç konuşmalarından net bir şekilde anlıyoruz. Zaten kitap tek bir konu üzerinden iki damar halinde akar. Biri karakterin iç dünyası, öbürü dış/çevresel dünya.

Madenci’de ölüm veya intihar kavramlarıyla (hatta başarısız intihar denemeleriyle) haşır neşir olan anlatıcının evden kaçtıktan sonra, Çozo adındaki adamla tanışıp madene gitmeyi kabul etmesi detaylıca işlenir. Çozo’yu bir ‘madenci pezevengi’ olarak tanımlar anlatıcı. Tabii bu işi kabul etmesinde karakterin çelişkili ruh halinin rolü büyük rol oynar: Bir taraftan ölmek isterken diğer taraftan hayata tutunacak dallar arar. Çozo da tam bu anda imdadına yetişir:

Ne tuhaftır ki insanın ruhu sonsuzluğa sürüklenmeye hazır da olsa, biri seslenince hâlâ bir yerlere bağlı olduğunu fark ediveriyor.

Hatta bir taraftan ölmeyi isterken öbür taraftan yaşama tutunmaya öyle çaba gösterir ki, dünyada çok türlü amelelik işi vardı ama bana kalırsa madencilik bunların arasında en adisi ve en hor görüleniydi şeklinde gördüğü madenciliğe tutunmak zorunda kalır. (Tabii bu tutunmasının bir nevi ‘kaçış’ olduğunu da söyleyebiliriz). Kitabın ismi Madenci olsa da, kitap aslında bir gencin madene gitme yolunda yaşadıklarını anlatır. Örneğin 80. sayfaya kadar kitapta herhangi bir maden göremeyiz mekân olarak. Anlatıcının iç çelişkileri ve düşünceleriyle beraber, zaman zaman anlatılan bir geçmiş görürüz. Hatta madene vardıklarında da, önce, anlatıcının madende geçirdiği iki günlük sürede neler yaptığı anlatılır. (Madeni tanımak için detaylı bir gezi, madencilerle tanışma vb.) Yani yine ‘iş’ olarak bir madencilik yoktur ortada. (Zaten anlatıcı da, kitabın ismi her ne kadar Madenci olsa da, bazı sebeplerden ötürü madencilik yapamaz, muhasebeci olur). Fakat bu kısımlar okura aktarılmaz, karanlık bırakılmıştır yazar tarafından. Daha doğrusu hikâye bitmiştir.

Murakami’nin sonsözde yazdığına göre, Soseki hiçbir zaman bir madene girmemiştir; hatta bir madenin yanından bile geçmemiştir. Fakat madenciliğin koşullarını, madenin fiziki yapısını betimleyebilmesi yönünden bu derece realist olabilmesi, Soseki’nin niye ‘Modern Japon Edebiyatı’nın en önemli yazarı’ olduğunun kanıtıdır bence. Soseki bir madene hiç gitmemiştir fakat bu hikâyeyi, anlattığı madende bir süre çalışan birinden dinlemiştir. Madenci, Soseki’ye bir aşk hikâyesi anlatmış ancak Soseki’nin dikkatini aşk hikâyesinden ziyade maden ve madenciler çekmiştir. O yüzden böyle bir hikâye çıkmıştır ortaya.

Değişik bir anlatımı vardır kitabın. Yazar hikâyeyi sık sık kesip olaylara müdahale eder. Kitap ya da hayat hakkındaki fikirlerini sunar okura. Bu tür bir anlatım yolunu seçen yazarlar bizim edebiyatımızda d var olmuştur. Son zamanlarda ise Mustafa Kutlu’da gördüğümü hatırlıyorum. Bunun ne kadar sağlıklı olduğunu okur kitabı okuyunca karar verecektir fakat bu durumun abartıldığı zamanlarda kitaptan uzaklaşan okurlar olacaktır. Kitaba bir romandan ziyade didaktik bir eser görünümü verir çünkü bu anlatım tarzı. Örneğin şu pasajı gösterebiliriz bu anlatımı açıklayabilmek için:

…Böyle giderse bu kitaptan bir roman çıkmaz. Dünya sanki bir zaman yerli yerine oturacak gibi görünen ama asla oturmayan, tabiri caizse beş para etmez romanlardan alınmış olaylarla dolu.

Kitap hakkında düşündüğüm bazı şeyleri sonsözde Murakami’nin kaleminden okumak sevindiriciydi. Mesela Murakami kitabı, gerçeklerden esinlenerek yazılmış bir kurmaca olarak tanımlar ki katılmamak elde değil. Hatta kitabı tek cümlede özetliyor diyebiliriz. Bana göre de en doğru tanımdır bu: Bu kitap etten kemikten bir insanın iç dünyasının işleyişine dairdir.

Fakat Murakami’nin bazı görüşlerine katılmıyorum. Murakami, bu kitabın Soseki külliyatı içinde ayrıksı bir yerde durduğunu düşünür. Ne önceki ne de daha sonraki eserlerine benzemediğini, yazarın tamamen deneysel bir şeyler yapmaya çalıştığını, sonucundan kendisinin de çok mutlu olmadığını söyler. Kitabı en çok da kurgu ögesinin eksikliği yönüyle eleştirir. Evet, Soseki bu kitaptan çok memnun olmayabilir, kitabın içinde de bazı kanıtlar var yazarın kitabından çok da memnun olmadığına dair; fakat bu kitap, kanaatimce sadece Japon Edebiyatı için değil dünya edebiyatı için de önemli bir kanadı temsil eder. Kurgudan yana eksik olması kitabın öneminden ve değerinden bir şey götürmez çünkü Soseki’nin de amacı zaten kurgu değildir bana göre. Eğer salt bir kurgu eser yazmak isteseydi, tanıştığı gencin madende olanları anlattığı kısımları edebî hâle getirmez, gencin anlattığı aşk hikâyesine yönelirdi. Yine de Murakami yazısının devamında Madenci’nin hakkını vermeye çalışır. Anladığıma göre, Murakami’nin kafası epey karışık, bu eseri nereye konumlandıracağı konusunda.

Soseki’nin kitapta anlattığı mekân gerçektir. Bu mekân, Tokyo’ya 110 km mesafede bulunan Aşio Bakır Madeni’dir ve çalışma koşullarının ağırlığıyla bilinir. Murakami, yazısında bu madenin tarihçesini kısaca özetleyerek okura bir iyilik yapmıştır. Hikâyeye katkısı olan bir bilgilendirmedir bu.

Her ne kadar Soseki’nin de zaman zaman memnuniyetsizliğini bildirdiği bir eser olsa da Madenci; Dostoyevski ve onun tarzıyla yazılan eserlere eklemlenebilecek çok önemli bir kitaptır. Realist anlatım yönünden başarılı, diyalogları sahicidir. Çeviri de son derece başarılıdır. Ve Soseki, özellikle anlatıcı rolünü verdiği başkarakter başta olmak üzere tüm karakterlerini somut bir hâle büründürmüş, onların fiziksel ve ruhsal durumlarını, ruhsal katmanlarının açılımlarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu kitap bence tek başına bile bir yazarı ‘usta’ yapabilecek seviyededir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10