Mustafa Kutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Kutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2023 Perşembe

Taşralı entelektüel bir yaban olarak Chef

Kurgusal bir metin olarak hikâye, her ne kadar gerçek hayatla bire bir eşleşemese de kesinlikle gerçek hayata yaslanır. Hikâyenin, haber metni gerçekliğiyle masalın gerçek dışılığı arasında yaşanmış olma hissi verecek kadar gerçekçi bir kurguya sahip olması okuyucu açısından ayakları yere sağlam basan çıkarımlar yapma olanağı verir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde iyi bir hikâye asla sadece bir hikâye değildir. Hikâyeyi oluşturan kahramanların temsiliyet kabiliyeti, yazarın bir karakter eleştirisi ya da bir toplum analizi yapmasını sağlayabilir. Oğuz Atay’ın Turgut Özben’i, ortalama yaşam zevkine sahip bir topluma tutunamayan aydın tipini; Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam'ı, hayatını anlamlandıracak ilkelerden yoksun toplumdan soyutlanmış kent insanı tipini; Dostoyevsky’nin Raskolnikov’u, vicdan muhasebesiyle ruhunu aydınlatan saf insanı; Victor Hugo’nun Jan Valjean’ı, güçlü ve zayıf yönleriyle bizzat “insan”ı ve özellikle “sıradan insanı” temsil eder. Bu isimler, birer roman karakteri olmanın ötesinde insan ruhunun derinliklerine ayna tutmamızı sağlayan, toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkileri çözmemize yardımcı olan mihenk taşlarıdır.

Mustafa Kutlu’nun Chef adlı hikayesinin kahramanı Hüseyin Hüsnü Şen de taşradan şehre gelip şehirde bir entelektüel kimlik arayışı içine giren, bu arayışta kendini kaybeden, şehre ve topluma tutunamayan bir taşralı yarı aydın tipini temsil ediyor. Mustafa Kutlu, içinde yaşadığı toplumu tanımış bir yazar. Kimi kime anlattığını bildiği için hiç zorlanmadan yazıyor ve samimi üslubu inandırıcılığını artırıyor. Mustafa Kutlu hikâye anlatmaktan ziyade bir toplumun zihniyetinin fotoğrafını çiziyor. Chef hikâyesinde de üç kişilik bir aile ekseninde doksanlar Türkiye’sini; serbest piyasa ekonomisi, bavul ticareti, hayali ihracat, köyden şehre göç, bankacılık ve ekonomi politikası gibi alt temalar ekseninde ele alıyor. Sırayla baba Hüseyin Hüsnü Şen, anne Arzu ve oğul Özgür karakterlerinin ağzından anlatılan hikâye aile bireyleri arasındaki ilişkinin değişen toplum değerleri karşısında nasıl koptuğunu da gözler önüne seriyor.

Hüseyin Hüsnü Şen, İstanbul’a Anadolu’dan gelmiş, eğitimli, kültürlü bir bankacı. Dışarıdan bakıldığında bir bankada şef pozisyonunda çalışan, kültürlü bir kent insanı görünümünde olan Hüseyin Hüsnü Şen, iç dünyasında büyük bir çatışma yaşamaktadır. En büyük hayali banka müdürü olmaktır. Esasen bu banka müdürlüğü onun bastırdığı aşağılık kompleksinin bir çeşit dışavurumu. Tek sermeyesi belli bir eğitim ve çok çalışmak olan bu adam bankacılık sektöründe yükselmenin çok daha fazla meziyetler istediğini çok sonraları fark etse de bunu bir türlü kabullenemez ve bu durumla savaşmak yerine kendini içkiye verir. Entelektüel olmak sonradan öğrenilecek bir bilgiler bütünü olmayıp bir çeşit yaşam kültürüdür ve Anadolu’dan İstanbul’a gelen bir ailenin iki üç kuşağı bu kültürü kolay kolay edinemez. Hüseyin Hüsnü Şen, önce makam ve mevki ile bu entelektüel kültüre sahip olabileceğini düşünmüş, bunu başaramayınca şöhrete yönelmiş ve en sonunda dönemin seküler dünya anlayışından ve haz odaklı yaşam felsefesinden etkilenerek kolay yoldan çok para kazanabilmek için yasadışı işlere bulaşmakla burun buruna gelmiştir. Sarhoş vaziyette lüks arabaların bulunduğu bir galerinin önüne gelerek arabaları seyretmesi, banka müdürüne karşı içinden söylediklerini yüzüne karşı söyleyememesi gibi durumlar onun pasif kişiliğini ortaya sererken mutsuzluğunun esas sebebini de ele veriyor. Eşi Arzu’yla olan ilişkileri de yarım yamalak. Adeta toplumsal bir akidenin yerine getirilmesinden ibaret bir evlilik hayatları var: Ruhsuz ve mutsuz. Eşini aldatmadan ona ihanet eden, başka kadınlarla yatmasa da eşinin duygularını anlamaya çalışmayıp başka kadınlarla sohbet eden bir yarı aydın, sevgisizliğin kucağına terk edilmiş bir kadın ve hayatın acımasızlığı karşısında savunmasız bırakılan bir çocuk… Arzu karakteri, Anadolu kadınının değişmeyen kaderini gözler önüne seriyor. Çalışma hayatına girmiş olsa da kendini ev içinde konumlandırıyor ve kendini eviyle birlikte tanımlıyor. Bütün mutluluk hayali eşi ve oğlunun kendisine değer vermesi üzerine planlanmış. Anadolu kadınının yaşanmadan unutulmuş hayallerinin bir numunesi gibi çıkıyor okuyucunun karşısına. Hem Hüseyin Hüsnü Şen hem de Arzu hikayelerinin sonunda kendilerini bir seçimin eşiğinde bulurlar. Hüseyin Hüsnü, İris adlı bir kadınla çalıştığı bankayı soyup yurt dışına kaçma fikriyle baş başa kalırken Arzu, Refik adlı zengin bir adamdan evlilik teklifi alır. Her ikisinin de bu durumda nasıl hareket ettiklerini söylemiyor Mustafa Kutlu. Aslında bu da bir çeşit metafor. Ortalama Türk insanı ya da Anadolu aydını diyebileceğimiz pek çok insanın evliliğinde bu tür geçimsizlikler ve mutsuzluklar maalesef ki var. Bu sosyolojik bir gerçek. Bu evliliklerin neredeyse hepsi bu iki karakterin baş başa kaldıkları ikilemlerle dolu. Anadolu, kaçmak istediği hayata sıkı sıkı sarılan entelektüel yabanlarla dolu.

Özgür; ismiyle uyumsuz bir şekilde şen olamamış bir babayla yine ismiyle çelişir biçimde arzusuna kavuşamamış bir annenin özgürlük delisi çocukları. Kendini zamanın rüzgârına kaptırmış ve en sonunda o da büyük bir seçimle baş başa kalıyor. Ya bu topraklarda kalıp düşe kalka yoluna devam edecek ya da yurt dışına çıkıp voleyi vuracak…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

11 Mart 2022 Cuma

Suriçinde bir cevelân

Mustafa Kutlu, son kitabı Topkapı’dan Topkapı’ya’nın ilk cildiyle selâmladı okurları. Bu kitap Kutlu’nun son dönem kitaplarından ayrılıyor. Birincisi, oldukça eski bir tarihten geliyor bu yazılar: 1986 yılından. İkincisi ise, yazarın son dönemlerde yayımladığı fikir metinlerinden ziyade gezi yazısı diyebileceğimiz metinlerden oluşuyor bu kitap. Üst başlıkta zaten İstanbul gezi yazıları yazıyor diyenler için şunu söyleyebilirim: Sadece gezi yazılarından oluşmuyor bu kitap. Topkapı semtiyle Topkapı Sarayı arasındaki, suriçi diyebileceğimiz kısımda önemli gördüğü birçok şey hakkında kalem oynatmış yazar. Yani klasik gezi yazısı türünü aşıyor bazen, zaman zaman denemeye yöneliyor zaman zaman anılar giriyor işin içine. Zaman zaman Kutlu’nun fikirlerini, İstanbul’un nereden nereye geldiğini ya da getirildiğini okuyoruz. Kısacası şu: Kutlu bizi Topkapı semtinden alıyor, gördüğü birçok şeyle ilgili bir anı anlatıyor bir fikir belirtiyor ve bizi sarayın önünde bırakıyor.

Fark ettiğim bir nokta da şu oldu. Mustafa Kutlu’yu yüz yüze olmasa bile kitaplarından tanıyanlar bilir, yazar en radikal fikirlerini bile hamasete düşmeden anlatmasını bilir. Sanki kalp kırmak istemez. Fakat bundan otuz beş yıl önceki Kutlu biraz daha köşeli anlatmış fikirlerini. Yani dönemin belediye başkanlarını veya yöneticilerini şehir konusunda eleştirmekten geri durmazken daha keskin ifadeler kullanmış. Elbette sadece eleştiri değil şehirle ilgili iyi yönleri vurgularken de keskinliğinden geri durmamış. Yani daha heyecanlı bir yazar var karşımızda. İstanbul’u seven, içindekilere değer veren, kişiler hakkında yazarken coşkusunu eksik etmeyen bir heyecanı görüyoruz onda. Fakat işin ilginç tarafı birçok kişi şu an diyor ya “İstanbul bitti” diye. Kutlu da o zamanlar aynı şeyleri söylüyor. Ya da o zamandan şimdiyi görüyor diyebiliriz: “İstanbul hormonal bozukluğu yüzünden aşırı büyüme hastalığına tutulan, tedavisi imkânsız görülerek günübirlik çareler ile avutulmaya çalışılan bir çocuk gibi: Yaşı 12. Boyu 1.70. Kilosu 80.

Bir sunuş yazısı ve yirmi beş denemeden oluşuyor kitap. Sunuş yazısında Kutlu kısaca, kendisinin ve ailesinin İstanbul’a geliş serüveninden, bu yazıların yazılış hikâyesinden ve kitabın fikrinin nasıl doğduğundan bahsediyor. Daha sonra denemeleri görüyoruz. Denemelerde sadece bir turist gibi suriçini dolaştırmıyor bize yazar. Mekân yazıları da gözümüze çarpıyor kişi portreleri de görüyoruz. Bunlar kitaba bir dinamizm ve zenginlik katmış. Tabii kişiler deyince anıları görmezden gelmek olmaz. Anılar, okura yetecek miktarda yer alıyor eserde. Üstte dediğim gibi Kutlu, kitabında mekân ve portre yazıları da yazdığı için, eserde Sultanahmet, sahaflar çarşısı, Türk Ocağı, Muzaffer Ozak gibi kişi ve mekânlar yer ediniyor kendine.

Bize İstanbul üzerinden genel olarak sosyolojik bir gözlem çıkarmış yazar. Önem verdiği kişi ve mekânları ayrı tutuyorum, toplumun kalanının yaşayışlarını, eğlencelerini, eğlence altında yapılan ‘saçma’ şeyleri, bazen keşmekeşi bazen de durulmayı, en nihayetinde insan hikâyelerini de es geçmeden aktarmış okura. Kısaca bize İstanbul’u anlatmaya çalışmış her yönüyle. Tabiî bu üç cilt olacağı bildirilen metinlerin ilk kitabı. Kalan iki ciltte bakalım İstanbul’un hangi noktasına götürecek bizi Kutlu.

Şunu söyleyebilirim son olarak: Yazılardan birine bakıyoruz, İstanbul çok değişti diyoruz, bir diğerine bakıyoruz İstanbul o zaman da aynıymış, hâlâ bu aksaklıklar devam ediyor diyoruz. Okur karar versin sonunda: Hangi İstanbul daha değerli(ydi)?

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.

12 Ağustos 2021 Perşembe

Mustafa Kutlu hikâyelerinden bir toplum okuması

Edebiyata bağlı kalmaksızın sanat eserlerinin tümünde bulunan dört unsur vardır: sanatı ortaya koyan kişi, sanatın muhatabı, sanatın kendisi ve sanatın içinde yer aldığı toplum. Kuramcılardan bir kısmı ortaya çıkan eserin kaynağının izlerini sanatçının hayatında ararken, bir başka grup eleştirmen sanatın okur merkezli olabileceğini savunabiliyor. Antik Yunan'ın Yansıtma Kuramı'ndan itibaren edebiyatın da asıl kaynakları bir muamma halinde günümüze dek gelmeye devam etmiştir. Bu kuramlardan bazıları (yansıtma, Marksizm, sosyolojik) sanatçının mutlak surette içinde bulunduğu toplumdan faydalanıyor olduğunu ileri sürmektedir. Ben de edebiyatın bu dört unsurun hiçbirinden bağımsız olamayacağını düşünmekle birlikte eserin özellikle sanatçının deneyimleri ve kültürel ögeleri olmadan okunamayacağını düşünüyorum.

Bu kapsamda çağımızın en başarılı öykücülerinden biri olan Mustafa Kutlu'nun eserlerinde yaşamının ve içinde bulunduğu toplumun izini tüketim perspektifinden kolaylıkla sürebileceğimizi göreceğiz. Gündelik dilde, konuşmalarımızda sık sık işittiğimiz ya da söylediğimiz durumları Kutlu'nun öykülerinde gözlemleyeceğiz. Yazarın bir tüketim ülkesi olarak gördüğü Türkiye okumalarında; Huzursuz Bacak, Uzun Hikâye, Sıradışı Bir Ödül Töreni ve Rüzgârlı Pazar isimli anlatılarından faydalanacağız.

Yukarıda ismini andığımız bu dört kitabın hepsinde tüketim alışkanlıklarının hayatımızın her yerine imza attığını gösteriyor anlatıcı bize. Geleneklerimiz, vicdanımız, yaşadığımız şehir, globalleşme ekseninde kaybolan hassasiyetlerimiz ve çok daha fazlası. "İnsanlık kapitalizm karşısında teslim bayrağını çekti, tarihin sonu geldi." (Huzursuz Bacak, 162) diyerek noktayı koyuyor yazar bu vahim duruma.

"Mevsimler neler anlatır insanlara? Dünyanın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Başlangıcı ve sonu fısıldar. İyiliği ve güzelliği mırıldanır. Hayatı ve ölümü ifşa eder. İşlerinin, aşklarının, alacak-vereceklerinin, ihtiraslarının peşinden kendini kaybedip koşanlara seslenir. Eeey!... Ademoğlu!... Dur biraz. Biraz nefes al. Etrafına bak. No'luyor. Nedir derdin diye sorar." (Rüzgârlı Pazar, 50)

Günümüz insanı -ki kendisine modern deniliyor- sık sık eleştiriliyor anlatılarda. Her gün bir öncekinin aynını yaşayan, bir robottan farksız canlılardan söz ediliyor. Yaşama amacını, ama öyle hedefinden, hayalinden söz etmiyorum bunu söylerken, esas varacağı yer olan yaratılma gayesini sorgulamadan günleri kovalayanlar. "İnsanlar nereye gittiklerini biliyor mu acaba? Nereden gelip nereye gittiklerini. Duran çocuk; şunu bil ki, işte bu yollar, bu arabalar, bu sel olmuş akan sarı-kırmızı ışıklar arasında ademoğlu bu sorunun cevabını unuttu. Hatırlamak da istemiyor. Hatırlamak isteyenleri tersliyor, saf dışı bırakıyor." (Rüzgârlı Pazar, 33)

Bu koşturmacanın içinde yolsul-orta-zengin sınıfların birbirlerine bakış açıları yansıtılıyor kitaplarda. Bu insanların kendi dünyalarından birbirlerine nasıl baktıklarını, ne amaçla yaklaştıklarını, ilişkilerin nasıl tüketildiğini anlatıyor. Ve muhatap tarafından görünce, bu yazılarınları yalanlayamıyoruz ne yazık ki. "Artık üniversitelerin bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Hocalık da öyle. Kendini mektebe hapsedip harcama. Senin gibi donanımlı bir elemanı piyasalar arasa bulamaz. Açıkçası havada kaparlar seni. Burada kazandığının on mislini kazanır, bir büyük şirkete kapağı atarak kısa sürede CEO olursun. Dinliyorsun beni değil mi? CEO dedim, CEO!.." (Huzursuz Bacak, 73) diye düşünen ve kimliğini, kazancını, ilişkilerini tamamen kapital üzerinden belirleyen bir akademisyenin sözleri bunlar. Ne varsa parada var. Bu para ile akrabalık ilişkilerinin bile maddiyat üzerinden nasıl konumlandığına şahit oluyoruz başka satırlarda. "Yukarıda ablam var. Ama görüşmeyiz hiç, anca bayramdan bayrama. Yani sokakta görse beni görmezlikten gelir, hani para filan isteriz diye." (Rüzgârlı Pazar, 42) İşte bu zümreler arasındaki farklılık sosyal hayata da hepimizin aşina olduğu bir örnekle yansıtıyor: "Bazen ailece işte mutfakta ne varsa; peynir-ekmek-domates alıp çevre yolu kıyısına gideriz. Bir akasya gölgesi bulursak ne âlâ. Arabalar geçip gidiyor; bakar, oyalanır, güya piknik yaparız. O böyle anlatırken ben de tam bu sırada çevre yolundan arabaları ile geçen işi tıkırında adamların, bunlara baka baka ağızlarında geveledikleri yaveleri hatırlıyorum. 'Yahu yolu gözlemek nasıl bir şey. Yani ne anlıyorlar bundan. Yok arkadaş bu millet pikniğe çıkmayı da bilmiyor. Sığır bunlar sığır.' " (Rüzgârlı Pazar, 81)

"Hâkim sermaye ile hâkim kültürün dümen suyuna girip bir de dışarının acentası oldu mu, hapı yutuyoruz. Davul bizim boynumuzda, tokmak başkasının elinde." (Huzursuz Bacak, 102) Huzursuz Bacak kitabında yer alan bu satırlarda aslında çok net bir kapitalist kültür eleştirisi yer alıyor. Birileri çalışıyor, emek veriyor, alın teri döküyor ancak bu birini çalıştıranın elinde bir tokmak, davul misali çalışana vuruyor da vuruyor. Uzun Hikâye'de cevap veriyor yazar bu duruma, böyle düşünenler nasıl mı karşılık görüyor, buyrun: "Bütün bu işleri yapıp çatan, alın teri döken babam ile hademelere de arada bir 'Buyurun siz de alın' demek gerekmez mi?", "Madem biz bu bahçeyi alın teri dökerek yetiştirdik, ürünü de eşit olarak bölüşmeli değil miyiz", "Eşit bölüşüm de ne demek? Yoksa sen sosyalist misin?" (Uzun Hikaye, 20) Bilindiği gibi toplumuzda adalet ve eşitlik gibi kavramlar çoğu zaman sosyalizm ideali üzerinden eleştirilmiştir ve sosyalist olma etiketinin en azından insanlarımızın çoğunca iyi karşılanmadığını tarih de bize öğretti, günümüz de göstermeye devam ediyor.

Vicdanımız da tükeniyor bu çılgın harcama ve harcatma kültüründe. Çok uzağa gitmeden kendimizden örnekler verelim. Dünyanın dört bir yanındaki savaşları ele alalım. Filistin'in on yıllardır gördüğü zulmü, Saraybosna'yı, Myanmar'ı, Suriye'yi, Mısır'ı... Gündemimizde en çok bunlara yer verildiği için anıyorum bu isimleri. Yoksa dünyanın nasıl bir kazan gibi fokur fokur kaynadığını hepimiz biliyoruz. Hangimiz zulme ilk günlerdeki vicdani tepkiyi gösterebiliyor hâlâ? Televizyonlar için bu haberler artık eskimedi mi sizce de? Güneydoğu bölgemizde Suriyelilerin ve yerel halkın çatıştığını, mülteci kadınların bir tas çorbaya "satıldığını" haberlerde okumadık ya da bire bir şahit olmadık mı? Ya da bir Türkiye gerçeğini, dilencileri ele alalım. Her gün önünden geçtiğiniz bir dilenciyi düşünün, belki bir belki beş gün kendisine yardım edeceksiniz. Bir ay sonra aynı kişiyi gördüğünüzde kalbinizin aynı yeri ağrıyacak mı? Sanmıyorum. Çünkü normalleşecek artık. Biz normalleştireceğiz. Medya ile, "bir şey gelmiyor ki elimden" bahanesi ile, çok konuşarak, çok tüketerek vicdanlarımızı, normalleştireceğiz. Bakın, Rüzgârlı Pazar'da nasıl yer veriyor bu konuya Kutlu.

"Ekranlarda göre göre, gazetelerde okuya okuya alıştık sanki. Yüreğimiz nasır tuttu. Biri yoksulluktan bahsedecek olsa suratımız buruşuyor, dinlemek istemiyoruz." (40)

"Yoksulun evi uzaktadır, kimseler görmez. Yoksulun sesi kısılmıştır kimseler duymaz. Yoksulun yüzü soğuktur kimseler bakmaz; bakan olsa da başını çevirip gider." (40)

"İnsanlar bizi anlamıyor, bizden tiksiniyor. Bazıları dilenci sanıyor. Küfreden var, tekmeleyen var. Hele mendilcilere çok kötü davranıyorlar." (166)

"Yoksullar artık bir tehdit unsuru gibi algılanıyor." (167)

Ve bir başka tüketim mecrası bulmak hiç zor değil. Hayatlarımızda da kitaplarda da. Caddelere bir göz gezdirmek bunun için kâfi olacaktır. Yerel esnaf, yerli tüketim, çarşı-pazar alışverişi... Bütün bu kavramlar yavaş yavaş da değil üstelik, hızla el çekiyor hayatlarımızdan. Belki de en başında dediğimiz gibi "teslim bayrağını çekmiş"izdir, kim bilir? Sınıfsal ayrımlar mühim değil, ya gerçeği ya bire bir imitasyonu ya da sahtesi çarpmıyor mu gözümüze dünyaca ünlü markaların? Tükettikçe, bu markaların ufacık da olsa amblemlerini üstümüzde taşıdıkça "adam" olduğumuzu zanneder olduk. Bunu yapan sadece yetişkinler zannediyoruz ama hiç öyle değil. Kendi sınıfımda ufacık çocukların okul alışverişlerini mahalle kırtasiyelerinden değil de hepimizin bildiği kitap-kırtasiye zincirlerinden yapmaları, bunu da bir övünme aracı olarak görmeleri içimi sızlatıyor. Bir öğrencim, sınıf arkadaşına "Dikkat ediyorum da üç haftadır aynı ayakkabıyı giyiyorsun, neden?" diye sorabiliyor. Kutlu'nun da kitaplarında değindiği bir diğer konu bu:

"Gençler lüks mağazaların lüks vitrinlerinde sergilenen lüks mallara bakar bakar iç çeker. Sonra gidip işportadan onların taklitlerini alırlar. Kalabalık, şu tüketime doğru savrulan kalabalık tüketimin hasını tüketemez." (Rüzgârlı Pazar, 19)

"Sahanlığın bir yanında gözlükçü var. Ucuz gözlük satıyor, güneş gözlüğü. Hele yaz başında o yılın moda gözlüklerinin taklitlerini sıralıyor ki can dayanmaz." (Rüzgârlı Pazar, 23)

"Gözlükçünün karşısında çantacı. Senenin modası ne ise onun taklidi, ucuzun ucuzu kadın ve çocuk çantaları satıyor, işi iyi." (Rüzgârlı Pazar, 24)

Durum tespitleri Rüzgârlı Pazar'dan gelirken bu durumun karşısındaki bir anlatıcının sesi Huzursuz Bacak'tan yükseliyor:

"Marka giymenin hususi değil umumi bir şey olduğunu; marka ve imzanın iki ayrı zihniyeti temsil ettiğini söylesem. Zevki olanların terzisi olduğunu desem. Terziler birer sanatkârdır ve imzaları vardır değil mi? Oysa marka kolektif bir çabanın ürünüdür. Aslına bakarsan o da bir nevi konfeksiyon. Marka sahibi şirket, markalı pantalonu giyen erkeği veya marka parfüm sürünen kadını bütün dünyadan devşirdiği sürüsüne katıyor. Kovboyların sığırları damgalaması gibi. Marka hegemonik bir şey. İnsanlar makineye nasıl güle-oynaya teslim olmuş ise markaya da öyle tapıyor. Bu tam bir mistifikasyon. Marka giyerek sürüden ayrıldığını sanıyorsun. Farkı farkedin, diyorsun. Heyhat! Bu aldanışın daniskası. Gerçekte sen de bu markanın bir neferi oluyorsun." (98)

Sıradışı Bir Ödül Töreni'nde ise bizim tükenmekte olan saf, hakiki ve bize özgü bir kumaşın dünyaca ünlü bir Türk modacısının defilesinde kullanılması üzerine dünyanın gündemine geldiğini görüyoruz. "Bu hanım bu defileyi buradan aldığı bez kumaşlar ile yaptı. Çok itibar gördü. Avrupa'da göklere çıkardılar." (Sıradışı Bir Ödül Töreni, 104) Kendi ürünlerimizin kıymetinin farkına varabilmemiz için Batı'nın tesciline ihtiyaç duymak... Ne acı! Sonra da kendini medenileşmiş (!) toplumlar üzerinden tanımlayan bir kimliğe dönüyor köklü ve zengin kültürümüz: "Çıkara çıkara Türk Einstein'ini, Sivaslı Sindi'yi çıkarıyoruz. Gelişen bir şehrimizi 'Doğu'nun Paris'i ilan ediyoruz. Kendi varlığını, inancını, kültürünü, tarihini inkâr eden, redd-i miras edenin sonu budur. Kendini hor görenin hali budur." (Huzursuz Bacak, 81)

İstanbul da sık sık konu ediliyor anlatılarda. Tüketim ekonomisini destekleyen en önemli etken belki de şehrin yüzünün bu denli değişmesi. 80'lerin sonunda doğmuş bir Y kuşağı olarak içinde büyüdüğüm çevreden İstanbul'un eski siluetini dinlediğimi hatırlıyorum. Komşu teyzeler, biz sokakta oynarken kendi çocukları olmasak da su sallarlardı sepetlerinde bize. İstanbul'un müzelerini gezmek bizim için büyük bir entelektüel hareketti o yaşlarda. Binalar yine yüksekti ama insanlar üç-dört sokak ötesindeki komşusunu bile tanır, derdini dert edinirdi. Sadece yirmi yıl öncesinden söz ediyorum, çok uzak değil. Elli yıllık bir binasında büyüdüm Fatih'in, annemden dinliyorum 60'lı yıllarda oturduğumuz binanın avlusu olan müstakil bir ev olduğunu. Osmanlı mimarisinin ne kadar hızlı dönüştüğünü görmem için yetiyor bu bilgi. Kutlu da söylüyor kitabında: "İstanbul yirminci yüzyılda büyük bir travma yaşadı. Ve bunun izleri derin mi derin." (Huzursuz Bacak, 35)

"Türk İstanbul nedir? Bodur minaresi ile bir mescit, yanında bir ihtiyar çınar, onun gölgesinde bir çeşme, iki dükkân, bir sıbyan mektebi ve mektebin altında bir kuş evi." (Huzursuz Bacak, 115)

Şimdi kaldı mı bu Türk İstanbul'undan bir iz? "Gökdelenlerin Pera-Maslak hattında oluşturdukları siluet, suriçi İstanbul'un kubbe ve minarelerden oluşan siluetine meydan okuyarak 'güç bende' diyor.", "Yağlı müşterilerimizi gezdirecek, mistik-egzotik-otantik bir müze." (Huzursuz Bacak, 118) Şehir de tüketimden nasibini aldı, bir köşe yazısında dile getiriyor Kutlu İstanbul'un lüks tüketimde Paris'in önüne geçtiğini. Buna övünmeli miyiz diye soruyor. Övünmeli miyiz sizce? Uzaktan baktığımız, önünden geçerken belki de ulaşılmaz ve gizemli olduğu için bakıp da rüyalara daldığımız bir yer için de ekliyor anlatılarında: "Bu 'taşı toprağı altın' şehir, her şey satılık fehvasınca ihaleye çıkarılmıştır. Kızkulesi dahi ihaleden nasibini almış, yeniden dizayn edilmiş, masumiyetini kaybederek işletmeye açılmıştır." (Huzursuz Bacak, 117)

Mustafa Kutlu'nun eserlerinin her birinde tüketim eleştirisi yer alıyor. Bazen başrolünde oluyor kitabın bazen figüran ama her daim mevcut. Huzursuz Bacak'taki bir paragrafında sosyal hayata indirgiyor tüketimi ancak biz bunu genele vararak da okuyabileceğimizi biliyoruz.

"Bazı şeyler hayatımızdan sessizce çıkıp gidiyor. Nasıl da kolayca razı oluyoruz. Hayır, belki direniyoruz bir zaman biz değilse hala gelincik şurubu şişeleyen ninelerimiz direniyor. Ama işte ellerimiz yana düşüyor. Nineler masallara bürünüp şuruplar böğürtlen reçelleri ayva tatlıları ile birlikte gidiyorlar. Biz buzdolabının buz gibi yüzüne bakakalıyoruz, silkinip bir kola açıyoruz." (Rüzgârlı Pazar, 128)

Kutlu eleştirilerini olduğu gibi de bırakmıyor anlatılarında. Hem kitaplarında hem köşe yazılarında yer alıyor önerisi: "Onların vardığı netice 'tüketim ekonomisi' ise; benim teklifim 'kanaat ekonomisi'dir." (Huzursuz Bacak, 112) diyor.

Belki de herkesin kendince bu kaosa dur diyebilmek için kendi çözümünü üretmesi gerekiyor. Hayatımızdan daha fazla şey sessizce çıkıp gitmesin diye...

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

29 Haziran 2021 Salı

Sevincini bulmak ama nasıl?

Mustafa Kutlu’nun son hikâyelerinden olan Sevincini Bulmak, esasında iki arkadaşı eksen alır. Onlar üzerinden geriye dönüş tekniği ile diğer karakterler tanıtılır. Hikâyemiz lisede kitaplar aracılığıyla tanışmış Suna ve Elif’in dostluklarını, hayal kırıklarını, acılarını, mutluluklarını ve iç yolculuklarını işler. Kitap iç içe geçmiş öyküleri bünyesinde barındırır. Kendi başlarına ele alındığında her karakter bir hikâyedir. Yazar ise, Suna dışında diğer karakterleri üstünkörü sunar okuyucuya. Farklı anlatım tarzlarını bünyesinde barındıran Sevincini Bulmak kesinlikle okuyucusundan entelektüel birikim ister. Edebiyattan ve yakın tarihi bilgiden yoksun olanların anlamakta zorlanacağı bir eserdir. Suna ve Elif üzerinden ilerleyen eserde geçmişe giderek aileleri tanıtılır.

Suna’nın dedesi Sefer ekonomik sıkıntılar sebebiyle köyden İstanbul’a göç eder. Askerlik arkadaşının yardımıyla maddi anlamda güçlenince eşini ve çocuklarını da getirtir. Fıstıkağacı’na yerleşirler. Yazar, Fıstıkağacı semti üzerinden Anadolu’dan gelen göçler ile büyük şehirlerin değişen çehresini sorgular ve değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul ederken “hangi değişim” diyerek okuyucuyu düşündürür. Müteahhitlerin buldukları tüm ahşap evleri yıkıp yerine betonlar diktikleri değişim mi? Yoksa ilerleme ve ferahın olduğu değişim mi?

Kutlu, mahalle kültürünü “mahalle medeniyet ile kültürün, milletin asırlar içinde süzüp aldığı İlkelere, tecrübeye, acı ve sevince, ahlaka, mimari ve estetiğe, adalet ve merhamete, hizmet ve hürmete, devlet ile münasebete dayanan bağımsız bir birim idi.” diyerek açıklar. Bireyselliğin esas alındığı beton dünyasında mahalle kültürünün yerini AVM ve siteler, horozdan korkan çocuklar almıştır. Tüketim toplumunun sonucu doyumsuzluk ve onun da getirisi depresyondur der.

Harun, Sefer’in oğludur. Babasından kendisine kalan ahşap evde eşi Lamia ile yaşar. Harun’un vefatından sonra müteahhitlerin ısrarına dayanamayan Lamia, Harun apartmanın kurulmasına izin verir. Suna, tarih öğretmeni babası, edebiyat öğretmeni annesi, ninesi Kevser Hanım ve ablası Sevim ile bu apartmanda yaşar. Erken yaşta babası vefat eder. Dedesi Harun Efendi’nin adını alan Harun apartmanında dört kadın hayatlarına devam ederler.

Elif ise, küçük yaşta annesini kaybeder. Lisede Suna ile tanışırlar. Üniversitede Sanat Tarihi okur. 28 Şubat döneminde başörtülü kızların yanında yer alan Elif, Serdar ile evlenir. Serdar’ın iş hayatına atıldıktan sonraki değişimi sonucu boşanırlar. Elif kızı Nilüfer ile hayatına devam eder. Elif’in durumuna yazar fazla eğilmeden oldubitti şeklinde anlatır. Elif’in boşanma süreci, eşinin değişimi, kızı ile kuşak farkı başlı başına bir hikâyeyi bünyesinde barındırır esasen.

Suna, Yeni Türk edebiyatı alanında doçent olup Ahmet Hamdi Tanpınar hayranıdır. Tanpınar sempozyumunda tanıştığı Ali Balkan’la evlenir bu evlilik her ikisi içinde kendilerini arama sürecinin bir devamıdır. Ruhsal olarak boşlukta olan karakterlerimiz evlilikle beraber yoldaş olurlar. Bu yoldaşlık kendi doğal ortamından çıkmakta zorlanan Ali Balkan’ın Suna’dan ayrılması ile biter. Bu durum karşısında boşluğa düşen Suna üniversitenin yozlaşmış ortamında daha fazla barınamaz. Köye taşınır.

Hikâyedeki kadınlar erkekler tarafından yalnız bırakılmış ama güçlü kalmaya devam etmişlerdir. Suna, ablası Sevim, Elif ve Nilgün aldatılan ve yarı yolda bırakılmış kadınlardır. Yazar, Suna’nın ağzından ev kadını ve iş kadını olmayı sorgulatır. Ev kadınlığının küçümseniyor olması ve kamusal alanda var olmak için iş kadını vasfının alınmak zorunda olmasına üstü kapalı değinip geçer. Ev kadını olmak mı? İş kadını olmak mı? Kadının var olması için külfet altına mı girmesi gerek? Bu ve benzeri sorular hiç bitmeyecek. Belki de kadın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini fıtratını göz önünde bulundurarak, kendini ispatlama zorunluluğundan sıyrılıp bulmalıdır. İşte o zaman yükleneceği misyon kendini tamamlayacaktır.

Elif’in kızı Nilüfer’in durumu günümüz gençliğinin küçük bir yansımasıdır. Nilüfer her gün bir istekle annesine gelir. Bir gün hafız olacaktır diğer gün başka bir şey. “Kemençe ister ama caz dinler.” Ne istediğini bilmeyen, izlediği Kore filmlerinin etkisinde kalan, düşünmeyi külfet gören, üniversitede dahi bilgi seviyesi yerlerde olan neslin bir parçasıdır Nilüfer.

Kitabın bir diğer önemli yanı Tanpınar’ı tanımayanlara bir nebze olsun tanıtabilecek potansiyelde olması. Tanpınar’ın günlüklerinden (Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa) okuyucuya pasajlar sunarak kitaba ayrı bir hava katar. Tabi Tanpınar’ı anlatırken eleştirisini de esirgemez. Tanpınar iki arada bir derede kalmıştır. Mesela camiyi mükemmel tasvir eder ama camide iki rekât namaz kılmaya yanaşmaz. Araftadır Tanpınar, bu durum Tanzimat’tan beri inancını kaybeden aydınımızın genel dramıdır.

Kitapta dört zaman dilimi karşımıza çıkar. Bunlar: Köyden kentte göç, 28 Şubat ile ardından gelen 2000’ler ve günümüz.

Bir diğer karakterimiz Cemil Efendi’dir. Aslında ilk okunduğunda önemsiz görülecek bir karakterdir Cemil Efendi. Şehirli insana bir alternatif olarak karşımızdadır. Cemil Efendi köylüdür. Şehir ve köy arasında gidip gelir. Üniversitede çalışır. Suna’nın her şeyden vazgeçtiği sırada köyüne davet eder. Suna’nın hayat seyri tam olarak bu noktada değişir. Yazar kitap boyunca modern hayatı eleştirir. Köy, modern dünyanın zayıf ama karşıt gücüdür. Şehir hayatına karşı köy hayatını öne sürmüş olur. Yazar hikâyesinde kendini gizlemez. Açıkça “sevgili okuyucu buradayım” der. Bu durum roman ve hikâye için kusurlu bir durum olsa da sanırım Kutlu, tam olarak bunu yapmak istiyor. Kitabın öğretici yanını öne çıkarıp sanatsallığını arka planda bırakıyor.

Mustafa Kutlu’nun birçok öyküsünde karşımıza çıkan kentteki insanın yorgunluğu bu eserde daha geniş açılımlarla yeniden karşımızdadır. Buradaki anlatım tarzı, Müslüman saatini sorgulaması, günümüz sorunlarının tarihsel evrimini okuyucuya sunması kitabı ayrı bir noktaya getirir. Kitap okuyucuda tamamlanmış hissiyatı uyandırmaz. Huzur ve huzursuzluk arasında bir yerde bırakır. Eserin sonunda Suna’nın deyimiyle “sanat bizi hakikatin eşiğine taşır. Ondan sonrası dua yani din.” Velhasıl yazar sevinci buldurmaz, sevince gidecek yola ışık tutar.

Kitap, şehir hayatına, gençliğe, aydınımıza, akademik camiaya, kadınlara birçok eleştiri getirir. Hikâye boyunca okuduklarınız ufkunuzu genişletebilir, karamsarlığa da düşürebilir ya da böyle geldi böyle gidecek diyebilirsiniz. Öte yandan çözüm sunmadan eleştiri yapmak kolay diyebilirsiniz. Yazarımız ise sorduğu sorulara karşılık “Ne Yapmalı?” sorusuyla okuyucuya “Bu memlekette yaşanmaz abi, bir an önce yurt dışına çıkmalı deyip, tabanları yağlayarak kaçanlardan olmayacaksın. Bilakis burada kalıp doğru bildiğin yolda yürüyecek, o karanlık tabloyu aydınlatacaksın.” diyerek yol gösterir.

Göçlerle başlayan hikâye Suna’nın kendini bulmak amacıyla köye dönmesiyle biter. Suna’nın sonu ne oldu? Kendini tamamen buldu mu? Köyde yaşayabildi mi? Sevincini buldu mu? Yazar bunların cevabını vermez. Bizim hayal dünyamıza bırakır. Neredeyse her taraftan teknolojiyle kuşatılmış olan biz şehirli insanını, yazar yeniden doğaya çağırır. Modern dünyada yaşıyoruz. Çağdan kaçamayız ama bu durum bizi tabiattan koparmamalı. Doğa evimize aldığımız birkaç çiçekte değil. Temiz hava evimizin minnacık balkonundan süzülüp gelmeyecek. Sevincini bulmak mı istiyorsun? Doğaya, özüne dönmelisin.

Son olarak kapanışı Cemil Efendi ile yapalım: “Anlamıyorum Hocam. Köylümüz şehre kaçmak için kırk takla atıyor. Şehirli şehirden bıkmış köye göçmek istiyor. Bu nasıl iş?

Edibe Hanım
edibehanim95@gmail.com

23 Mart 2021 Salı

Müzisyen bir ailenin kederli ömür yolculuğu

Mustafa Kutlu, bir konuşmasında şöyle diyor: “Kahvelerde geçti benim ömrüm. Yazdığım, okuduğum her şeyi kahvelerde yazdım. Fon müziği gibi gelirdi bana. Konsantrasyon çok fazlaydı. Hem yazarken hem okurken hiç etkilenmezdim. Bana çok iyi gelirdi yani. Bu geçen dönem içerisinde bu insanlarla, her türlü insanlarla ama her türlü insanla içli dışlı olmam bana çok büyük bir kütüphaneler dolusu bir tecrübe kazandırdı, bilgi kazandırdı. Ben Türk insanını tanıyorum. Biz de bir sürü yalnızlık romanları falan filan yazılıyor. Yalnızım, çok yalnızım, çok kötüyüm, durumlar ne olacak falan diye. Yok böyle bir şey yani. Yalnızlık Allah’a mahsus. Biz, bizim kültürümüz yalnızlığa izin vermez. Kitaplarımın sevilmesinin, tutulmasının, çok okunmasının bir tek sebebi vardır. O da samimi olmaktır...

Evet, samimi olmak belki de bir okuyucuyu yazara daha çok yakınlaştırıyor hele ki okuduğu bir hikayede kendi hikayesini buluyorsa kişi, o eseri daha çok benimsiyor, sahipleniyor...

Mustafa Kutlu’nun hikayelerinde tam bu benimseme ve sahiplenme var. Nitekim okuyucu, içinde kalan ve bir türlü dile getiremediği duygularını hikayelerde buldukça derin ve uzun bir yolculuğa çıkıyor.

Hani Mustafa Kutlu, bir röportajında “Hikayelerimde de sinematografik bir anlatım vardır. Hemen hepsi film yapılabilir kitaplardır...” diyor ya işte okuyucu bu sinematografik anlatımla hem gözünde hikayeyi canlandırıyor hem de kendi duygularını içten içe yaşıyor.

Misal ben, Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı hikayesinde bunu çok yaşamıştım ve Tirende Bir Keman hikayesinde de... Tirende Bir Keman demişken bu güzel kitaba da değinmek isterim.

Kemancı Kenan, Cibali’de tanınmış bir kemani ustasıdır. Babasından, kendine kalan musikişinaslıkla hayatını devam ettirir. Fakat bir gün meşhur bir sanatçı olma hayalindeki Semiramis’le çalıştığı gazinoda tanışır. Ve ona kendi evinde müzik eğitimi vermeye başlar ama gel zaman git zaman Kenan, Semiramis’e aşık olur. Semiramis de Kenan’a...

Bir gün musiki dersinden sonra kısa bir gezi yapmak için sandala binerler ve Kenan, Semiramis’e evlenme teklifi eder. Semiramis de sevinçle teklifi kabul eder ve ikili kısa bir sürece içinde evlenir. Sadullah adında bir evlatları olur. Fakat Semiramis bu ismi çok alaturka bulduğu için oğluna “Sado” der ve Sadullah da hikaye boyunca hep bu isimle anılır.

Geçen bu zaman içinde ise Semiramis, gazinoda şöhretini daha da artırır ve Ali Rıza Bey bu durumdan çok memnun olur, Semiramis’e yakın olmaya başlar. Semiramis ise bu yakınlıktan ve aldığı hediyelerden hoşnut olarak eşinden ve oğlundan git gide uzaklaşır. Yaşadıkları tartışmalar üzerine de eşini ve oğlunu terk eder. Bu üzüntüye dayanamayan Kenan ise oğlunu da alıp İzmir’e gider. Eski arkadaşı Mehtap’ın evinde yaşamaya başlar. Bir gazinoda iş bularak geçimini sağlar fakat bir gün iki adamla kavga etmesiyle işten atılır. Ve tekrar oğluyla birlikte yollara düşer...

Şehir şehir gezip Adana’ya varırlar ve Kenan, Cellat Ali adında bir adamın meyhanesinde çalışmaya başlar. Sadullah ile de Sabire Nine ve Halim Baba’nın evlerinin yanındaki küçük kulübeye yerleşirler. Burada her şey güzel geçer, azla yetinerek hayatlarına devam ederler.

Fakat hayat bu ya birden her şey iyiyken kötüye döner. Kenan, içinde öyle olur ve çalıştığı meyhanenin yandığını öğrenerek yaşadığı yeri terk edip trende kemancılık yapmaya karar verir.

Yaptığı bu işten iyi para kazanır ama giderek yaşlandığından ve sesi bozulduğundan oğlunu yanına alır. Haydarpaşa - Kars arasında gidip gelirler.

Tabii bu sırada Mustafa Kutlu, trendeki diğer yolcuların hikayelerine de kısa kısa yer verir. Kenan ise davet edildiği çilingir sofrasına katılır ve oğluyla birlikte müziğini yapmaya başlar fakat bir süre sonra adamlarla tartışmaya girer ve bu tartışmanın sonucunda kafasını çarparak can verir.

Adamlar Kenan’ı, Sadullah’ı trenden soğuk karların üzerine atarak yollarına devam ederler. Sadullah ise geçirdiği şokla gelen bir trene binerek kasabaya tekrar döner. Sabire Ninesiyle üzüntüsünü yaşarken babasının cenazesini kaldırır ve hayatına Halim Baba’dan kalan dükkanı işleterek devam eder. Nihayet askere gidip geldikten sonra düğünlerde keman çalmaya başlar ve gittiği düğünlerin birisinde Şefika’yı görüp aşık olur. Kısa bir zaman içinde de sevdiği kıza evlenme teklifi edip mutlu bir yuva kurar. Fakat yine başlarına gelen kötü bir olay sebebiyle mutluluklarına gölge düşer. Nitekim Şefika’yı eşkıyalar kaçırır. Sadullah ise eşini bulmak için trene binip şehir şehir dolaşır. Öyle ki bindiği bir trende eşini bulur ve kavgaya tutuştuğu adamlarla mücadele ederken Şefika vurularak ölür. Kader bu ya, yaşan o kederli an tekrar hüzünle meydana gelir ve Sadullah, eşiyle birlikte trenden aşağı atılır... Keman kutusu ise yavaş yavaş kar ile kaplanır...

Bu yazdıklarım hikâyenin küçük bir özetiydi ama siz kitabı okumaya başladıktan sonra kalbiniz hemen özümseyecek ve eski bir Türk filmi izlemiş gibi tat alacaksınız...

Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

"Evet o yıllarda hâlâ gurbet vardı. Telefon yoktu ama mektup vardı. Selamın bir değeri vardı."

"Günler hep böyle geçecek, güneş hiç batmayacak, neşe de keder de hep aynı kalacak sanırız. İnsanoğlu aldanıştadır. Güneş batar, yağmur kesilir, kuşlar yuvalarına çekilir. Hiç ummadığın anda bir dalga gelip kayığı devirir."

"Kaderde ne varsa etme merak."
Uyma kendi nefsine Hakk’ın emrine bak.
"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

21 Şubat 2021 Pazar

Değerlerin dejenerasyonu ve ölümü

Camiler, evliya türbeleri, medreseler, gökteki sayısız minare ve minarelerden yükselip şehre inen ezan sesi yaşanılan beldenin manevi ve kültürel havasını arttıran nişanelerdir. Bu nişanelerin arasında yaşamak, günde beş vakit işitilen çağrıya gerçekten kulak vermek, kişiliğin ve kalemin inşasında etkili olduğu gibi yazılanı, bu hassas iklimlerden yükselen bir sese dönüştürecektir.

Hayatının büyük çoğunluğunda, dine ve kültürel birtakım değerlere dışardan bakan Yahya Kemal’in içerden baktığı bir sabah yaşadığı duygunun sesidir bu, “Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum / Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum / Bir zamanlar hendeseden bir abide zannettimdi / Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi / Senelerden beri rüya görüp özlediğim / Cedlerin, mağrifet iklimine girmiş gibiyim.” Ya da Müslüman saatini, minarelerin yüksekliğiyle yan yana getirerek anlatan Haşim’in kederli seslenişi, “Bütün mabedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat! Eski saatle beraber akşam da fecir de bitti.

Elbette bu sesler, bizim edebiyatımıza özgü değildir. Batı anlatılarında da kelimelerin ardından çan sesleri yükselir. Ana rahminin verdiği o sonsuz güveni çağrıştıran cami avluları; Batılı metinlerde kilise bahçesine dönüşür. Notre Dame’in Kamburu’nda Quasimodo’nun kilise avlusundaki tahta kerevete bırakılması, mabetlerin mekân olarak kullanımına ve onlara duyulan güvene dikkat çekmesi bakımından gösterilebilecek örneklerden yalnızca biridir. Mustafa Kutlu’nun Kambur Hafız ve Minare isimli öyküsü, mabedleri mekân olarak kullanan iyi ve sıra dışı bir başka örnek. Öykünün girişinden itibaren postmodern anlatının ayak seslerini işitiriz. Modern sonrası dönemde sıklıkla kullanılan ve postmodernizmin uygulama alanlarından biri olarak kabul edilen üstkurmaca tekniği, hemen hikâyenin başlangıcında verilir. Yapısalcı kuramın yazarı öldürüp metni kutsayan yaklaşımına karşı, “Ben buradayım sevgili okur, okuduğun şey yalnızca metinsel bir gerçeklik ve sen şu an kurmaca bir evrenin içindesin,” diyen yazarın sesi öykü boyunca işitilir. Yazara yeni imkânlar tanıyan üstkurmaca, okuru klasik anlatıdan uzaklaştıran da bir ilk hamledir. Ancak postmodernizmin öyküdeki ayak sesleri yalnızca bununla sınırlı değildir. Kahramanın modern dünyadan kopuşunu simgeler şekilde kendini minareden aşağı bırakması, anlam ve değerlerin yitimi, öykünün geneline hâkim olan gizem ve fragmenter yapı ile bütüne dağılmış ironik tutum, öyküdeki postmodern anlatının izlerindendir.

Öykünün girişinde verilen çerçeve hikâyede, minareyi bir intihar aracı olarak kullanan Kambur Hafız ve onunla özdeşleşen Hafız Ali, hikâyedeki ilk kırılmadır. İntiharın haram olduğunu, derdin dillendirilmeyip kalpte kalması gerektiğini söyleyen Hafız Ali’nin sesi, hikâyedeki çatışmayı çoğaltan sestir. Bu sesler arasındaki geçiş ve fragmenter yapı, okura hissettirilmeyen bir ustalık ve yalınlıkla kurgulanmıştır. Öyküde fazlalık olarak nitelenecek bir kullanım yoktur, diyolaglar sade, ritim hızlıdır. Üstelik mekânlar arasındaki geçişler de yumuşak ve genel muhtevayı destekler niteliktedir. Kahve ahalisinin, Hafız Ali oradayken gerilmesi, olağan akışını sürdürememesi, din adamının hâlâ bir ağırlık merci olduğunu ifade eder. Dini toplumun dışında bırakan, din adamını yer yer alaya alan, onları ham sofu olarak niteleyen Cumhuriyet dönemi kurmacalarının aksine Kutlu’nun dindar kahramanı; toplumdaki saygınlığını koruyan, değerlerine sıkı sıkı tutunan biridir. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal ve Vurun Kahpeye, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanlarında din adamları belli kalıplar üzerinden ele alınmış; gerici, yobaz, ham sofu, güvenilmez tipler olarak nitelendirilmiştir. Değerlerin dejenerasyonunu ve ölümünü örnekleyen pek çok örneğin karşısında olumlu bir örnek olarak durur Kambur Hafız ve Minare.

Çerçeve hikâyeyi okuduktan sonra baktığı her yerde sürmeli bir çift göz gören Hafız Ali, “Yeryüzünde bir tek sen misin Kambur Hafız olan. Kim bilir kaç bin tane vardır. Hem sonu sonu bir hikâye bu, uyduruk bir şey,” ikazlarına rağmen kendi sonunun, okuduğu hikâyedekine benzeyeceği korkusunu üzerinden atamaz. Rahatı kaçar. Her vakit ezanı şehre dalga dalga yayan sesi, minarede asılı kalan hastalıklı, cılız bir sese dönüşür. Kambur Hafız ne gördüyse, minarenin tepesinde onu görmeye başlar Hafız Ali; çiçek açmış kiraz ağacı, patlıcan tava, bembeyaz çiçek bulutu, gelip geçenler, İpragaz arabası, kuş tüyü ve bir çift sürmeli göz! Okuduğu öykü, aslında kendi hikâyesindeki yarılmayı beslemiş, belki nicedir üzerini kapattığı yarayı kanatmıştır. Bu yarılmayı ve senelerdir sakladığı gençlik ateşini, kendini hikâye kahramana benzetmesinden ve ahalinin konuştuğu birkaç kırık cümleden anlarız. Belki de bu, benzetmeden de öte bir aynılık hâlidir. Hafız Ali, ilk gençliğinden bu yana herkesten sakladığı sırrını, okuduğu bir metnin açık etmiş olduğu düşüncesine gerçekten inanmış, sonunun okuduğuna benzemesinden ürkmüştür. Bu ürkme hâli, onu yaşayamaz duruma getirip baktığı her yerde sürmeli bir çift göz görünce de içinde kıpırdanıp duran itkinin peşinden gider. Buradan sonra öykü, normale dönme ve kurmacanın boyut değiştirmesine dönüşür.

Hafız Ali’nin Mustafa Kutlu’yla buluşması, hikâyedeki üstkurmacanın derinleştiği yerdir. Okunan şeyin bir kurgu olduğunu bu kez bizzat yazarın kendisinden işitiriz, “Yahu sen bunu ne üzerine alıyorsun arkadaş, bu bir kurgu, yani olabilir de olmayabilir de…” Ancak Hafız Ali buna da itiraz edecek ve yazılanın değiştirilmesini sert bir ikazla Kutlu’ya söyleyecektir. Kutlu’nun, “Peki peki, yeni baskıda değiştiririz, üzme kendini,” sözüyle birlikte bir anda hafifler müezzin. Dışarı çıktığında artık ne çiçek açmış kiraz ağacı görür, ne İpragaz arabası, ne de patlıcan tava. Geçip gitmiştir işte. Üstelik yazara da iyi bir ders vermiş, neyi nasıl yazması gerektiğini anlatmıştır. Yazar mı? O, kurmacanın kurmacasını yazmak için hikâye sayfasına yeni bir bahis açmıştır bile.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu

5 Ocak 2021 Salı

Dünden bugüne yarım kalan bir destan

Romanların, öykülerin daima kesin bir sonuca bağlanmasını bekleriz, öyle değil mi? İçimizdeki bir refleksle iyilerin ödüllerini aldığı ve kötülerin cezalandırıldığı bir mahkeme isteriz okur olarak. Böyle olmadığında ağzımızda kekremsi bir tat kalır, taşlar yerine oturmamıştır, içimizden bir oh çekememişizdir. Oysa okur istediğini, istediği kadar okumakta nasıl özgürse, yazar da yine istediğin, ve istediği kadar yazmakta, anlatıcı istediği kadarını anlatmakta özgürdür belki ne dersiniz? 

Mustafa Kutlu’nun 2017 yılında Dergâh Yayınları'ndan çıkan Tarla Kuşunun Sesi kitabı da yarım kalan bir destan. Destan diyorum, çünkü anlatıda yer alan dinleyiciler ana karakter başından geçenleri anlatırken hep bu tabiri kullanmaya özen gösteriyorlar. Bir halk destanı gibi olayları heyecanla takip ediyorlar. Aslına bakarsanız, ana karakter Molla Murat da bu isimlendirmenin hakkını veriyor yaşadıklarında. Orta yolu bulup modern destan demek belki de en doğrusu. İki bölümden meydana geliyor anlatı ve ben ilk bölümü bitirdiğimde tam anlamıyla kalakaldım. Nasıl yani, devamı yok mu? Peki, bu kadar sayfayı neden okudum? Açıkça yazara biraz da kızdım. Yine de merak duyguma engel olamayıp ikinci bölüme devam ettim. İkinci yarım kalan bölümü de tamamladığımda, yazara kızmak bir yana kullandığı bu teknik oldukça hoşuma gitti. Bir okur olarak bu taktik beni mutlu etti, hatta bu yarım kalmışlıkları böyle güzel sonlandırdığı için anlatıcıyı taktir ettim.

Hikaye, Osmanlı Devleti’nin son ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde başlıyor. Önce Abdülhamit Han, sonra padişah Vahdettin, ardından Mustafa Kemal ve ara ara Enver Paşa, Çöl Aslanı Fahrettin Paşa, Kazım Karabekir ile devam ediyor. Bir yandan ana karakterimiz Molla Murat’ın destanını birinci tekil şahıs ağzından ve diyaloglardan dinlerken, diğer yandan Molla Murat’ın bakış açısından tarihi olaylara da şahitlik ediyoruz. Bu iki örgü öyle başarılı kurulmuş ki dip detayda anlatıya baktığımızda Molla Murat ve devlet arasında bir karşılaştırma yapılarak kurgunun oluşturulduğunu görebiliriz. Adeta bir Molla Murat-Osmanlı Devleti ve Molla Murat-Yeni Türkiye Cumhuriyeti karşılaştırması okuyoruz. Sanki birini daha iyi anlayabilmemiz için diğerini bir örneklem ya da yardımcı bir öge gibi kullanıyor anlatıcı. Ara ara Molla Murat’ın anlattıklarını yalanlayan bir Mustafendi karakterimiz de var. Tarih hakkında da konuşurken her zaman yalanlayanlar ve inananlar olarak ayrılmaz mı insanlar zaten?

Anlatıya siyasal tarih açısından baktığımızda, elbette oldukça yanlı bir okuma deneyimi yaşıyoruz. Anlatıcı objektif bir şekilde anlatmıyor olayları, sözleri son derece eleştirel yorumlar içeriyor. Örneğin son padişah Vahdettin’in kaçak tutumunu eleştirirken, bir yandan Abdülhamit Han’a koruyucu bir tavır sergiliyor. Mustafa Kemal’in bazı adımlarını desteklerken, şapka devrimi, harf inkılabı gibi sert değişimleri doğru bulmadığını ya da zamansız bulduğunu anlatıyor. Ancak bu yorumlara taraf ya da bertaraf olmanız değil önemli olan. Zaten kurgusal bir metinde yüzde yüz doğruluk payı aramak da doğru değil. Ancak anlatılanlara Molla Murat gözünden baktığınızda ve hatta anlatılanları da bu hikâyenin bir aracı gibi gördüğünüzde bence hikâyeyi çok da güçlendiriyor bu taraflılık. Bu tarihsel örgüye baktığımızda sadece siyasal hareketlenmeleri değil, bu siyasal hareketlerin Anadolu’yu, köyleri, şehirleri, memurları, çiftçiyi, sanayi adamlarını, askerleri, aileleri, kadınları nasıl etkilediğini de görüyoruz. Kaldı ki Molla Murat’ın destanını, Molla Murat Destanı yapan da tam da bu kurgu. Yaşadığı kaygan zeminde, dağ başında okuma-yazma bilmeyen bir yörükten nasıl kasabanın beyi hâline geldiğinin, yanında çalışanları, komşularını nasıl koruduğunun, kriz anlarında nasıl doğru adımlar atarak, ileri görüşlülük sergileyerek bugün olduğu yere geldiğinin anlatıldığı bir destan bu. Ancak Molla Murat’ın destanı bir yere bağlanmıyor hikâyede.

Peki bu destanı okuyan, dinleyen demeyecek mi? Arkadaş Molla’ya ne oldu? Mustafendi hastaneden çıktı mı? Saliha hâlâ hemşirelik yapıyor mu? Ya Titiz Hoca!
Ne bileyim ben! Her biri için bir destan mı söyleyeyim. İşte su üzerine bir yazı yazdık, geldik gidiyoruz. Şu gölgede bir miktar dinlendik.
Hepsi bu.
İdare edin.
Hoşça kalın.


İşte bu sözlerle kitabın ilk bölümü kapanıyor ve alıntıdan da anlaşıldığı üzere olaylar bir yere bağlanarak sonuçlanmıyor. Ardından Kayıp Tarih bölümü başlıyor kitapta ve biz Molla Murat’nın torunu Hamit’in yaşlandığı, çocuklarının her birinin büyüdüğü bir dünyaya geçiş yapıyor, şimdi de onların hikâyesini okumaya başlıyoruz.

Bu hikâyenin de anlatıda bir görevi var elbette. Molla Murat destanında siyasal, toplumsal, tarihsel bir değerlendirme yapan anlatıcı, Kayıp Tarih bölümü aracılığıyla hayatın ne kadar hızlı ve ne kadar kökten değiştiğini gösteriyor bize. Evet, biz Hamit’i, Hamit’in dört çocuğunun başından geçenleri, onların nasıl insanlar olduklarını okuyoruz ama başta da dediğim gibi anlatıcının bunları bize okutmasının sebebi yaşanan değişimi göstermek ve bunu “Vay be, aynı dededen bu kadar değişik torunlar da yaşıyor demek ki.” dedirtmek. Bunu sadece Molla Murat ve ailesi üzerinden değil, bir toplum okuması olarak yaptırabilmek.

Molla Murat dürüst bir adam, öte yandan torunun çocuğu Ziya tam bir dolandırıcı, hırsız. Dedeleri insanları ev, toprak sahibi yapmak için uğraşırken, torunu Ziya yalan dolanla insanların topraklarını ucuza kapatan bir fırsatçı. Ancak bu noktada dedesinden tamamen kopuk olduğunu da söyleyemeyiz. Mesela her ikisi de bey olmak, önemli olmak istiyor ancak Molla Murat bu yolu zekâsıyla, doğruluğuyla alırken, Ziya kurnazlık ve hilebazlık peşinde. Belki de bu yüzden Molla, bey oluyor ancak Ziya, bu yolda baba katili bile olmayı göze alırken kayıplara karışıyor, hırsının kurbanı oluyor.

Molla Murat dini bütün bir adam, ancak torunları genel anlamda böyle bir hassasiyet barındırmıyorlar. Mesela Kur’an-ı Kerim’in yasaklandığı dönemde Molla, kasabanın gençlerine dinlerini öğretebilmek için hocalarla iş birliği yapıyor. Namazından vazgeçmiyor, ilk iş kurduğu kasabaya bir cami yaptırıyor, öte köylerden Titiz Hoca’yı kasabaya davet ediyor. Kardeşlerden Yusuf dışında ise dini vecibelerini tatbik eden birini göremiyoruz. Aksine Yusuf kardeşi Sefa’ya namaz kılmasını öğütlerken, Sefa içten içe bunun doğru olduğunu biliyor ancak abisinden bu konuda üzerine gelmemesini istiyor.

Molla Murat, güçlü bir karakter, koruyucu, kollayıcı bir baba-abi-bey. Ancak kardeşlerin en büyüğü Yusuf mesela, babasının yanına sığınmış, birtakım atılımlar yapmış, yine de tüm bunları yaparken hep başkalarının desteği ve fikriyle hayata geçirmiş biri.

Bu özelliklerle ilgili örnekleri çoğaltabiliriz. Tabi bu karşılaştırmaları kurarken Molla karakterinin 1800’lerin sonu, 1900’lerin başını, torunlarının ise daha yakın dönemi temsil ettiklerini, dolayısıyla bu karakterleri daima bir toplumsal karşılaştırma figürleri olarak konumlandırmayı es geçmemeliyiz. Molla’nın toprağa olan tutkusu ve saygısı yeni dönemle beraber toprağın çok da önemsenmeyişi, hatta toprağın sadece otel zincirlerine, yazlıkçılara peşkeş çekilebilecek araziler olarak görülmesi bunlardan biri. Kadın-erkek ilişkilerindeki mesafe ve sahiplenmenin, yeni dönemle beraber daha rahatlamış bir boyuta taşınması, idealist ve hayata tutunmaya çabalayan gençlerin yerini, daha kaygısız bir hayat yaşamaya gayret eden gençlerin alması da ele alabileceğimiz başka örnekler.

Hikâye bir toplumsal değişim üzerine kurulmuş, bu da anlatıdaki karakterler kullanılarak yapılmış. Üslup ise, her zamanki Mustafa Kutlu. Son derece akıcı, merak ettiren, sizi sürükleyen bir anlatım. Anlatılar teknik olarak yarım bırakılmış, bence bu biraz da yaşayıp hep birlikte görelim demenin yolu. Son olarak Tarla Kuşunun Sesi için Batılılaşma öncesi Türk toplumunun ve Batılılaşma etkisinde Türk toplumu göstergelerinin bir kitapta kurguya yaslanmış hâli diyebiliriz.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

18 Kasım 2020 Çarşamba

Kalbini dinle, toprağa dön, insan kal

Mustafa Kutlu sadece öykücülüğüyle değil düşünce yazılarıyla da bu topraklardaki yerli yazarlarımızın en tepesindeki isimlerinden biri olduğunu ilk kitabından itibaren okura göstermiştir. Onun denemelerini okurken yabancı bir hissiyatla veya maddeyle karşılaşmayız. Tıpkı öykülerinde olduğu gibi. Bu iki türde birbirine koşut konularda uzun yıllardır düşüncelerini okurla paylaşan yazar en son Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi adlı bir kitap yayımlamıştı. Bu kitapta uzun yıllardır deneme ve öykülerinde işlediği konuları daha tertipli düzenli ve bir bütün halinde okurla paylaşmıştı. Kutlu en son 2020 yılının başında bu kitabın devamı olarak Kalbin Sesi İle Toprağa Dönüş adlı çalışmasını yayımladı. Bu yeni kitabı, bir önceki kitabının içeriğine ek olarak Toprağa Dönüş adlı bir bölüm ihtiva ediyor ve on tane yeni denemeden oluşuyor. Bu kısma geçmeden önce bir önceki kitabında ve yeni kitabında da aynı şekilde bulunan bölüme değinmek gerekir.

Mustafa Kutlu kitabının ilk kısmını, yani 2019’da yayımladığı Bir Hicret Risalesi adı taşıyan kısmını ‘400 yıldır yolunda gitmeyen bir sistemden, kanaat ve tarım sistemine, ekonomisine geçişin, bu yolda yapılacak hicretin nasıl olabileceği ile ilgili bir düşünce kitabı’ şeklinde tanıtmıştı. Ve bu cümleden yola çıkarak Müslümanlara hitap eden bir kitap ortaya çıkardı. Zaten kanat ekonomisi terimi yazara yabancı değil. Yıllardır öykülerinde bu konuyu işlemişti yazar, bunun nasıl olacağını kurgu karakterler ve olaylar üzerinden okura aktarmıştı. Bir Hicret Risalesi kısmında da artık hicret etmenin vakti geldiğini okura ilan eder gibi yazmıştı yazılarını. Yazar ilk kitabında bazı yazarları almıştı yanına. Bunlar Nurettin Topçu, Sadettin Ökten, İsmet Özel, İsmail Kara ve Şaban Teoman Duralı gibi değerli şahsiyetlerdi. Özellikle Nurettin Topçu’yu temel alarak bir ‘ahlâk nizamı’ önerisi sunmuştu okura. Bu öneriden yola çıkarak Hududullah’a ulaşılacağını ve bu çarpık ve sapkın sistemden nasıl çıkacağımıza dair bir rota çizmişti: “Hedef Hududullah çerçevesinde vücut bulacak bir sistem arayışıdır.

İlk kitap bir bütün içinde birçok kollara ayrılıyordu. Ahlâk nizamı ve Hududullah’tan ayrılmadan; eğitim, ekonomi, şehirleşme gibi konularda yapılacak şeyleri incelemişti yazar. Elbette bunları hayatı boyunca anlatmıştı Kutlu ama bir bütün içinde ve bazı kavramların dışına sapmadan Kalbin Sesi: Bir Hicret Risalesi’nde toparlamıştı fikirlerini.

‘Hicret’ demişti Mustafa Kutlu biz Müslümanlara. Bunun yolunu çizmişti. Yeni kitabında ve ilk kitabının devamında ise bize toprağa dönmeyi öneriyor ve yıllardır ‘toprağa dönüş’ ile ilgili fikirlerini de ek olarak yazdığı bu on denemede topluyor. Ben Kutlu’yu bu kadar dertli gördüğüm denemeler hatırlamıyorum. Yazar, sistemin masasına bir tekme atıp kurtuluşa ermemizi sağlayacak çok şey söyledi şimdiye kadar ama bu kadar dert ettiğini bu on deneme net şekilde gösteriyor. Bir kâlp ağrısı çekiyor yazar bu sistem içinde geçirdiğimiz her andan. Gerçek bir Müslüman’ın tavrını taşıyor ve bu kitapta da hitap ettiği kesim yine aynı. Bir değişim olacaksa buradan olacak diyor Kutlu: “Âmentüye inananlar için ‘toprağa dönüş’ sırat-ı müstakime ulaşmak anlamındadır. Kapitalizm sadece bir iktisadi sistem değil neredeyse itikadi bir meseledir. Gücünü ve hâkimiyetini öncelikle anasır-ı erbaa’ya saldırarak devşirir. Havayı-toprağı-suyu ve nihayet insanı sömürmektedir.

Bu sistemin, bu dünyanın bu şekilde gitmeyeceği malum. Ancak bu konularda şimdiye kadar bir şeyler anlatmaya çalışan çok yazar olsa da bunu kimse Mustafa Kutlu kadar dert etmedi. Çünkü hâlâ somut zararlar görünmüyor tabiatla ilgili olarak. Görünenler de bir şekilde geçiyor ve hayat normal rutinine dönüyor. İnsan, bir felaketi başına gelmeden anlayamaz. Mustafa Kutlu kapitalizmin bizi getirdiği yerin ve son’a geldiğimizin farkında. Çırpınıyor resmen Müslümanım diyenlere bir şeyler anlatmak için. Fakat gördüğümüz kadarıyla kimsenin umurunda değil. Çünkü kimse refah ve konforunu bozma cesaretinde değil. Kimse küçük şehirde dahi yaşasa üzerine toprak değmesini isteyecek bir cesarette değil. Bir ütopyadan bir hayalden mi bahsediyor bize yazar? Şu an için evet ancak bir değişim olacaksa akşamdan sabaha olmayacağının da farkında. O açık açık anlatıyor neyin nasıl olması gerektiğini. Teknik ve teknoloji kavramlarını ayırt etmemizi, büyümenin büyüsünden aklımızı ve kalbimizi kurtarmamızı öneriyor, bizi bir seferberliğe çağırıyor ve ilk kitabındaki gibi rotasına yeni yollar çiziyor. ‘Teşhis var tedavi de var, uygulaması artık sizden’ der gibi.

Bunlardan başka toprak, su ve hava konularına da tek tek değiniyor yazar. Hava kirliliğiyle ilgili yazısında ölüm oranlarını vermesi iyi olmuş çünkü somut verileri görmeden inanmıyoruz biz insanlar: “Yaz-kış her mevsim İstanbul’da Çamlıca tepesine çıkıp oradan şehre bakın. İstanbul’un üzerinde bir gri bulut göreceksiniz. İşte bu. İçiniz sıkılacak. Artık dünyanın tüm şehirleri böyle. Kirli hava soluyoruz. Sebep: Sanayi-endüstri-teknoloji vb. Sağlık olsun, ama nasıl olsun? Dünyada saatte 800 kişi hava kirliliğinden ölüyor. Dakikada 13 kişi demek. … Hava kirliliği her yıl 7 milyon kişinin ölümüne yol açıyor; bu sayının 600 bini çocuk.

Kutlu’nun dedikleri ilk bakışta ‘hangi çağda yaşıyoruz’ ya da ‘yıl bilmem kaç olmuş yazar bize toprağa dön, kanaat et diyor’ gibi tepkilerle karşılanabilir ki yazar da buna hazır. Ancak o dediklerini ilk defa demediği için ve yıllardır bunun alt yapısını hazırladığı için Kutlu’yu hayalcilik veya tutarsızlıkla suçlayamayız. Onun dediklerini Sadettin Ökten Hoca’nın şu dediklerinin paralelinde anlaşılması gerektiğini düşünüyorum: “Nitekim teknolojiye hiçbir şekilde karşı değilim; zira o da Cenab-ı Allah’ın ‘Ol’ emriyle olmuştur. Her teknolojik âlet, Müslümanlar için bir imtihan sorusudur; onun size hâkim değil, tâbi olmasını sağlayarak bu imtihandan geçebilirsiniz.” Evet, Mustafa Kutlu teknolojiye tamamen karşı görünebilir ancak Ökten Hoca’nın ‘imtihandan geçmek’ diye söylediği şeyin Kutlu’nun ‘teknik ve teknoloji ayrımını yapmak lazım’ dediği şeyle aynı minvalde olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Kutlu’nun kitabına ileriki zamanlarda bir ek daha gelir mi? Bilmiyorum, yazar sanki başka yazmayacakmış gibi anlatmış konuşmak istediklerini. Fakat bir ek gelmesine de gerek yok zaten, kitap bu haliyle de gayet derli toplu ve bir çıkış yolu öneren denemeler içeriyor. İyice sindirmek lazım bu fikirleri. Ne demişti Sadettin Ökten: Nadan bir dünya bu. Kalbimiz inciniyor, fark etmiyoruz. İncinmiş kalpleri tamir etmenin yolu Mustafa Kutlu’nun denemelerinde olabilir. Şikâyet etmeden eyleme geçmek lazım.

Mehmet Akif Öztürk

4 Eylül 2019 Çarşamba

Hayatın anlamına hicret etme risalesi

Hayatın anlamı nedir?

Mustafa Kutlu’nun deneme yazılarının bir kısmını topladığı Kalbin Sesi bu soru ile başlıyor. Kutlu, elbette yepyeni bir anlam yüklemiyor hayata. Tam tersine kadim bir anlamın izini sürmeyi deniyor. Hz. Adem’den beri insana tekrar tekrar hatırlatılan bir anlamı okumaya çalışıyor yazdıklarıyla. Kutlu, böylece enformasyon bombardımanında duyulmaz hale gelmiş kabin sesini tekrar duyulur hale getirmeyi amaçlıyor.

Kitabı okudukça anlıyorum. Mustafa Kutlu, Kalbin Sesi’nin alt başlığı olarak “Bir Hicret Risalesi”ni boşuna seçmemiş. Kitap gerçekten de bir hicret teklifi üzerine kurulmuş. Peki, Mustafa Kutlu okurunu nereye hicret etmesini teklif ediyor? Öncelikle hududullaha… Yani Allah’ın kanununa. Tüketimde sınır tanımayan günümüz insanı için “hududullah” tabiri elbette çok yabancı gelecektir. Arabası olan ama ruhu olmayan insanın çiğneyip geçtiği hududullah, aynı zamanda insanın insanlıktan, dünyanın dünyalıktan çıkması esnasında geçtiği huduttur. Kutlu, günümüz çevrecilerinin söylediklerini, kadim hikmetten bakarak söylerken onlardan farklı olarak hudullaha dönüşü teklif eden bir kitaba imza atmış oluyor Kalbin Sesi’nde…

Yeni olanın sırf yeni olması sebebiyle rağbet gördüğü ve hızla tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Hızlı tüketim çarkları daha hızlı çevriyor ve çarklar daha hızla döndükçe yeni olan da hızla eskiyip yerini daha yeniye bırakıyor. Kutlu ise yeni olanın sorgusuz, sualsiz tüketilmesinin bedelini ağır bir şekilde ödediğimizi ve daha da ağır bedelleri de ödemenin arifesinde olduğumuzu hatırlatarak bize “kanaat ekonomisini” öneriyor. “Başarı”nın, bahası ve bedeli ne olursa olsun amaç haline getirildiği bir zamanda “kanaat”ten bahsetmek konuların en zorunu seçmek anlamına geliyor. Kutlu bu anlamda “uzun yolu” ve “dar kapıyı” tercih ve tavsiye ediyor. Bulmakla değil aramakla, zaferle değil seferle sorumlu olduğumuz bir kültürün çocuklarıyız. Geriye dönüp bakarsak şunu net bir şekilde görebiliyoruz. Zaferlerimizi, sefere niyet edenler kazanmış. Zira odak noktasında sefer değil de zafer yerleşirse bir “ahlak nizamı” üzerinden hareket etmek gereksiz bir lükse dönüşür. Zafer için her yolun mübah olduğu bir dünya zaten içinde yaşadığımız ve olumsuz sonuçlarını her geçen gün daha yoğun bir şekilde hissedebiliyoruz/görebiliyoruz. Aynı odağa, düşünme biçimine talip olduğumuz sürece çözümün değil sorunun bir parçasıyız demektir. Sorunun bir parçası olmak ise meselenin çıkmazlarından kâr elde edenlerin kurduğu sistemi tahkim etmekten öteye geçemez.

Kalbin Sesi için coğrafya atlaslarında bulmayacağımız bir beldeye hicret etmemizi öneren bir risale diyebiliriz. Bir anlamda hayatın anlamına hicret etme risalesi. Kutlu’nun Huzursuz Bacak'tan beri değinegeldiği bir kavramsallaştırma bu kitap ile biraz daha billurlaşıyor. Kapitalizmin Soğuk Savaş sonrası kendini mutlaklaştırdığı bir zamanda farklı bir ses oluyor kanaat ekonomisi.

Kanaat ekonomisi bütün insanlık için gerekli bir kavram esasen. Neden mi böyle diyorum. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir haberden bahsetmem gerekiyor bu noktada. Haberde Global Footprint Network adlı bir kurumun, 29 Temmuz’u Dünya Limit Aşım Günü olarak ilan ettiğinden bahsediyordu. Peki ne olacak bundan sonra? Yıl sonuna kadar tüketeceğimiz bütün doğal kaynaklar, 2020’nin “kotasından” düşecek. Hep “gelecekten” tüketen ve her sene o yılın hakkını daha erken tüketen “israf ekonomisi”nin yoluna karşı kanaat ekonomisi üzerinden yoldan çıkmayı öneriyor Kutlu, Kalbin Sesi”nde... O sözünü yoldan çıkmaya, daha doğrusu mevcut yanlış yolun dışında bir yol arayanlara söylüyor: “Yoldan çık kışkırtıcı bir söz. Tam sırası. Tüm dünyanın yürüdüğü yoldan çıkıp “Sırat-ı müstakim”e varalım. Az konuşup, az uyuyup, az yiyerek kanaat toplumunu kuralım. Yaşama zevkini bırakıp, yaşatma aşkına gönül verelim. Sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan sulh cephesinin maden işçileri, gerçek akıncılardan olalım.”.

Yazıyı bitirmeden önce kanaat ekonomisi çerçevesinde düşmem gereken bir not daha var. Kanaat ekonomisi sadece Mustafa Kutlu’nun kalem mesaisiyle kurulabilecek bir yapı değil elbette. Bu konuyu ayağı yere basan, sistemli bir çözüm olarak inşa etmek için herkesin kendi bildiğince ve yapabildiğince elini taşın altına koyması lazım.

Kalbin Sesi bir davet kitabı. İnşallah sadece okuyanı değil icabet edeni de çok olur. Mustafa Kutlu ise söz bu konuya gelince biraz iç burkucu bir noktadan bakıyor: “Bana soracak olursan duvardan ses gelecek ama kimse konuşmayacak. Ne gam! Ben türküler söylemeye devam edeceğim.

Not: Mustafa Kutlu’dan bir türkü tavsiyesi var kitapta. Onu buraya aktarmakta fayda var. Turan Engin’in yorumuyla “Gafil gezme şaşkın.”. Türkü Kalbin Sesi'nin özeti gibi… "Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün / dünya kadar malın olsa ne fayda / söyleyen dillerin söylemez olur / bülbül gibi dilin olsa ne fayda.

Suavi Kemal Yazgıç

23 Mart 2018 Cuma

Sevabın ağırlığını hissettiren bir dua kitabı

"Bir kimse din bakımından selamette, beden ve kalp yönünden rahatta olmak isterse halktan ayrılıp uzlete çekilsin. Çünkü şu zaman halktan sıkılacak zamandır."
- Cüneyd-i Bağdâdî [k.s]

Okuma yolculuğunun beyni ve ruhu ayrı ayrı yorduğu zamanlar olur. Bu zamanlarda ya okumadan uzaklaşmak ya da farklı okumalar yapmak tercih edilir. Kitapla ciddi bir ünsiyet kurmuş okurlar için kitaplardan uzaklaşmak güçtür, mutsuzluktur ve bu durum hayatı çekilmez kılar. Yapılabilecek belki de en doğru şey, insanın içine seslenen metinlerle hemhâl olmak. Bu metinler hem insan ruhuna farklı bir iklim kazandıracak hem de kaybolan hassasiyetleri onarmak için kişiyi harekete geçirecek. Belki her ikisi de olmayacak ama neticede okuyan ruh, bir farkındalığı öyle veya böyle yaşayacak.
Mustafa Kutlu'nun metinleri; ister hikâye ister deneme olsun, insanı çok farklı iklimlere götüren ve o iklimi enine boyuna yaşatan bir kurguya sahip. Kutlu belki de bu kurguyu hiç 'kurmadan' yapıyor, bir solukta yazıyor, hissedip tekrar yazıyor, ancak okuyucuda bu durum farklı vücut buluyor. Biz arafta kalmaya meyilli ve arafın içine zincirlenmiş insanlar, bu metinlerle kendimize farklı bir yol haritası çizebiliyoruz zaman zaman. Nefes alıyoruz, dinleniyoruz ve her şeye rağmen o yüce umutla yeniden yola koyuluyoruz.

İlmihal Yahut Arzuhal; insanın içinde artık gömülü kalmış olan ve yüzeye çıkması gereken hasletlerine eğilen bir kitap, 174 sayfa, elbette Dergâh Yayınları'ndan. Ne demek haslet? İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy diyor TDK. Huy değişmez. Bunun için huylu huyundan vazgeçmez denir. Ancak davranış değişir, değiştirilebilir. Eşref-i mahlukat olan insan, yaradılışından gelen, yani fıtratında olan huylarıyla yeniden yüzleşebilirse şüphesiz davranışlarını da değiştirebilecektir. Kelime olarak küçük olsa da millet olma mücadelemiz için büyük olan birkaç misal: vicdanlı olmak, yardım eli uzatmak, yalandan uzak durmak, dünyalık telaşıyla ömrü geçirmemek, şükürsüz olmamak, daima kanaat etmek, muhabbet etmek, hüzün sahibi olmak, sabretmek, ekmeği bölüşmek, hayâlı olmak, bereketten paylaşmak, rahmet ve merhamet duacısı olmak, tevekkül etmek, huşûya yakın olmak, uzleti göze almak, benlik dâvâsı gütmemek ve hepsini tamamlayacak olana başvurmak: dua.

Kutlu'nun metinlerini birer öğüt gibi okuyup anlamak, hayatı ne kadar illüzyon içinde yaşadığımızı gösterir. O illüzyondan sıyrıldığımız her an, öğüt gibi okuyup anladığımız metinlerin her birinin aslında ne kadar içimizde yer aldığını görebiliriz. Bu görüş, yeniden diriliş kazandırabilir bize. Hayat tekdüze değildir, işaretlerle iç içedir. Bu işaretler bir fıkrada da yer alabilir, bir rüyada da. Bazen de bir olayla. Olayın kahramanı, kitaba da 'bir iki söz' yazmış olan İsmail Kara. Okuyalım:

"Bir eski Plymouth veya Dodge, her neyse o koca taksilerden biri, tam da Çemberlitaş'ın dibinde arıza yapmış. Yolu tıkadığı için vasıtalar habire korna çalıyor. "Çek şunu şurdan be adam" diyen el-kol işaretleri, şoför çaresiz, eli böğründe gelip geçenlerden yardım istiyor. Kimse oralı değil. İsmail elindeki [her zaman kitap dolu] çantasını yere indirerek şoföre: "Dayan hemşerim, itelim" diye sesleniyor. Şoför memnun, bir eli direksiyonda omuzuyla abanıyor arabaya. Bir, iki... I... Ih... Mübarek sanki gavur ölüsü, kıpırdamıyor. Derken o hengâmede İsmail'in kaportaya uzanan kollarının yanına pırasa sapı kadar ince; zayıflıktan, yaşlılıktan damarları fırlamış iki kol uzanıyor. Ey bu kolun sahibi, yahu sen bu kollarla arabayı itsen ne olacak, itmesen ne olacak. İsmail "Kim acaba?" diye şöyle bir dönüp bakıyor. Kim dersiniz? Kırçıl sakalı, gülen gözleri, pembeleşmiş yanaklarıyla büyük İslâm âlimi Muhammed Hamidullah. O yıllarda İstanbul'da bulunuyor ve İsmail'in tanıdığı bir sima. Siz belki inanmakta zorlanacaksınız ama, "hoca arabaya el atınca, o koca alâmet yürüdü" diyor İsmail... Kim zor durumda olan bir müslümana kolaylık gösterirse, Allah da ona en hem dünyada hem âhırette kolaylık ihsan eder." [sf.66-67]

Camilerde, sokaklarda, arkadaş sohbetlerinde tanık olduğu meseleleri bize anlatırken Mustafa Kutlu, hep yaptığı gibi atasözlerinden, deyimlerden, türkülerden faydalanıyor. Ama bu kitapta hadislerden de çok faydalanıyor. Bir de 'eski insan'larımızın hatıralarından: "Babaannem 'Yalan söyleyenin dumanı tepesinden çıkar' derdi. Çocukken birlikte bir kabahat işlediğimiz zaman, bunu kem-küm ederek inkâra yeltendiğimizde kızkardeşimin sarışın başına bakardım, duman ne zaman çıkacak diye." [sf.113]

Günümüzde neredeyse hor gördüğümüz, alay ettiğimiz bazı davranışlar ve hatta tepkiler var. Yüz kızarması gibi. Yüzü kızaran, kızarabilen insanla neredeyse alay ediliyor. "Ooo hemen de kızarır" deniyor. Mesela bunu diyen insanların yüzü hiç kızarmaz mı? Vicdandan, dürüstlükten, adil olmaktan bu kadar uzaklaştılar mı? Merak ediyorum. Merakım, yüzlerinin sahiden de hiç kızarmadığını gördükçe bir telaşa, sinire dönüşüyor. "Bana göre hatası olan, ayıp bir iş yapan, kusur işleyen kişinin eğer yüzü kızarıyorsa bu onun en azından kalben hayâ sahibi olduğuna en büyük delildir. O kişinin yüz kızarıklığı ayıbının örtülmesini, affını gerektirir. Bildiğiniz gibi af adaletten daha yukarıdadır" diyor Kutlu. Manevî hayatımızın temelinde hayâ olduğunu yeniden ve yeniden hatırlatarak.

Ansızın önümüze serilmiş bir dua kitabı sanki İlmihal Yahut Arzuhal. Soluk kesen bir tavrı da var, durup dinlendiren de. Ama duaya çağrıyor, tevekküle, sabra, şükre. Rahmetin ve merhametin o ulu gölgesine: "Ey kalbi kırık olanlar, işleri yolunda gitmeyenler, elleri koynunda kalanlar, kan yutup kızılcık şerbeti içtim diyenler, tünelin ucunu göremeyenler; kimsesiz, çaresiz, boynu bükük kalanlar, unutmayın: Allah bes, baki heves." [sf.122]

Bir arada yaşıyoruz birbirimizden habersiz. Kimlerle beraberiz? Kişi sevdiğiyle beraberdir. Şunu da hiç unutmamalı: Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Bu kitap bana uzletin ve tek başına olmanın, yalnız kalabilmenin sırlı, şifalı yanlarını da hatırlattı: "Bir mucizenin orta yerindeyim. Yalnızım." [sf.133]

Bazı ölümlerin ardından o kişinin akıbeti için 'sevabı günahından ağır gelsin' diye dua edilir. Mustafa Kutlu'nun İlmihal Yahut Arzuhal'i sevabın ağırlığını hissettiren bir kitap, dua kitabı.

Yağız Gönüler

19 Ekim 2017 Perşembe

Bir ailenin iki dönemi ve dünya hâlleri

"Kuşlar gibi cıvıldar
Tattırdığın acılar."

- Cemal Süreya

Bazı yazarlar vardır, yeni bir kitap yazdığında bizlere çocukça bir mutluluk verir. Mustafa Kutlu benim için o yazarlardan biri. Elimin altında bir Kutlu kitabı olunca, kendimi sığınabilecek bir limana sahipmişim gibi hissediyorum. Yazarla bazı fikirlerimizin uyuşmaması buna engel olmuyor. Kütüphanemde okunmayı bekleyen bir Mustafa Kutlu kitabı, hem kitap okuma şevkimi tazeliyor hem de kitap okuma cesareti veriyor. Fakat tüm kitaplarını okuduğum için, artık bu durumu sadece yazarın yeni bir kitabı çıktığında yaşıyorum. “Tarla Kuşunun Sesi”nde de böyle hissettim; fakat çıktığı gibi almama rağmen daha fazla rafta durmasına gönlüm razı olmadı. Hemen okudum.

Kutlu’nun her kitabı gibi, Dergâh Yayınları’ndan neşredilen “Tarla Kuşunun Sesi”, yazarın en hacimli kitaplarından biri. 224 sayfadan oluşuyor. Kutlu’nun daha önceki kitaplarında karşımıza çok az çıkan, -Ya Tahammül Ya Sefer, Huzursuz Bacak gibi- yazarın dünya görüşünü ve siyasi fikirlerini açıkça yansıtmasına bu kitapta bolca şahit oluyoruz. Aslında yazar her kitabında ne düşündüğünü okura anlatıyor fakat yukarıda adını andığım eserlerde ve “Tarla Kuşunun Sesi”nde bu durumu çok daha fazla görebiliyoruz.

Eser iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yaşlı, huysuz, sürekli didişen ama birbirini de seven iki ihtiyarın, Molla Murat ve Mustafendi’nin kahvede etrafını çevreleyen kişilere bir destan anlatır gibi, halk hikâyesi anlatır gibi, Molla Murat’ın geçmişini, o anda artık yaşlı bir adam olan Molla’nın çocukluk, gençlik, yetişkinlik zamanlarını anlatışlarına, kısacası Molla’nın hikâyesine tanıklık ediyoruz. Güçlü, kuvvetli, biraz kaba saba, tam bir yörük delikanlısı olan Murat’ın askerlikten sonra nasıl ‘Molla’ olduğunu dinliyoruz. Dinliyoruz diyorum; çünkü yazarın en büyük özelliklerinden biri olan, okuru hikâyenin geçtiği zamana götürme özelliği bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Sanki, bu iki ihtiyar konuşurken o kahvede bir köşede, elimizde kahveci Şerafettin’in yaptığı bol köpüklü kahveyle olaya dâhil oluyoruz.

Molla Murat’ın çocukluğu ve gençliği –yani kitabın ilk bölümü- Sultan Abdülhamit devrinde geçiyor. Siyasi ve sosyal olarak Osmanlı’nın, belki de dünyanın en karışık zamanlarından biri olan İkinci Abdülhamit devrinde birçok olaya tanıklık ediyoruz. Kutlu buralarda Molla’nın hikâyesini anlatırken veya kahramanlarına anlattırırken, kurgusunun içine İkinci Meşrutiyet, Jön Türkler, İttihat ve Terakki gibi kişiler, oluşumlar ve olaylar hakkında da fikirlerini açıklıyor. Bunları zaman zaman günümüzdeki durumla da kıyaslamayı ihmal etmiyor. Özellikle kitabın ilk bölümünde, şimdiki zamanla çok tanıdık sahnelere şahit oluyoruz:

Vali gönül rahatlığı ile sedire dönüp bir az şekerli kahve söylemiş. ‘Arkadaş bizim valiliğin sonu geldi galiba. Amaan, inceldiği yerden kopsun’ deyivermiş. Bakın o günlerde bir fukara vali dahi devletin temellerine kibrit suyu döküldüğünü seziyor ama harekete geçemiyor. Bu bizde yaygın bir şeydir. Bugün bile böyledir.

Mustafa Kutlu’nun görüşlerini onu takip edenler bilecektir. Yazar, daima toprağın önemine dikkat çeker ve radikal bir şekilde tarım toplumuna dönersek kurtuluşumuzun başlayacağını söyler. Bu kitapta toprağa daha da önem veriyor. Savaş zamanı zorluklarını anlatırken Molla Murat’ın ne olursa olsun topraklarını satmamasını, çözümü başka yerlerde aramasını yüceltiyor ve toprağın hayat demek olduğunu, asla satılmaması gerektiğini ve topraktan geldiğimizi sık sık vurguluyor. Bunları gerek kurgunun içinde Molla’nın ağzından, gerek kitaplarında sık sık başvurduğu şekilde araya girip direkt kendi fikrini söyleyerek gerçekleştiriyor.

Arka planda bir Murat ile Saliha aşkı görüyoruz. Mustafa Kutlu aşkı öyle ince; bağlılığı, yarım kalmışlığı kadere teslimiyetle harmanlayarak öyle güzel anlatıyor ki, insan bugünlerin birçok ilişkisine baktığında ne diyeceğini bilemiyor:

Saliha:
-Mutlu musun?
Murat ona kederle baktı:
-Mutluluk ne demek?
-Anlarsın.
--Bilmiyorum, ama çok şükür.
Kız üzerine gitti.
-Mutlu musun Murat?
Murat onun gözlerinin içine baktı. Artık beni anla diyen bir sesle:
-Huzurluyum, dedi.
-Yani.
-Yani yara kanıyor. Varsın kanasın. Ne demiş ulu bir zat: ‘Derdim bana derman imiş’. Yaramızı yalayarak yaşayacağız Saliha. Şikâyete lüzum yok.

Bu bölümde, Molla Murat ve Mustafendi konuşurken konu ara ara Cumhuriyet devrine, Medine fatihi, çöl kaplanı lakaplı Fahrettin Paşa’ya, Sultan Vahdettin’e, Yunan işgaline, inkılaplara geliyor. Kutlu fikirlerini aralara sırıtmayacak bir şekilde yerleştiriyor ve eleştirilerini de incelikle kitabına aktarıyor. Özellikle harf değişikliği konusundaki kısmın dikkate değer olduğunu düşünüyorum:

Şöyle: Madem Latin alfabesi isteniyor, tamam. O da gelsin. Ama Arap alfabesi devam etsin. Her iki alfabe ile yazılmış tüm eserler milletin emrine verilsin. Nasıl büyük bir zenginliktir bu.

Kitabın ikinci bölümü ‘Kayıp Tarih’ adını taşıyor ve bu kısımda Molla’nın torununun çocuklarının hayatı, tek tek, kimisi derinlemesine kimisi daha yüzeysel anlatılıyor. Kutlu burada daha başında bu devrin adını ‘kayıp’ olarak koyuyor ve Molla’nın torunu Hamit’in her oğlunun yaptıklarını, yaşadıklarını dönemin eleştirisiyle birlikte okura sunuyor. Burada bir kuşak karşılaştırmasına, dönem karşılaştırmasına ve değişen dünyayla ilgili fikirlere rastlıyoruz.

Nispeten daha kısa olan bu bölümde Mustafa Kutlu, para hırsının ve iktidar arzusunun kişiyi nasıl insanlıktan çıkardığını, aile ilişkilerinin nasıl kopmayla sonuçlandığını iyice inceliyor ve satır aralarında okurlara ders vermeyi ihmal etmiyor. Bir hikâye kitabı olan “Tarla Kuşunun Sesi” aslında birçok kitaptan daha öğretici bir okumayı okura sunuyor.

Eser, Kutlu’nun en iyi eseri diyemem; fakat yazarın daha az kullandığı bir tarzda olduğu için kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir dönemi hikâye şeklinde okumak da –çok derinlemesine olmasa da- okuru bilgilendirebiliyor. Belki de bu kitapta yarım kalan hayatlar, yazarın ileriki kitaplarında karşımıza çıkacaktır.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

7 Ekim 2017 Cumartesi

Posttan koltuğa: dava adamlarının değişimi

Okuyucuları, Mustafa Kutlu’nun “Sır” adını verdiği hikâye kitabına ayrı bir ilgi gösterdi. Kitap 1980’lerin koşullarında kaleme alınmış bir dizi salkım hikâyeden oluşuyor. 80’li yıllara özellikle vurgu yapıyorum, çünkü o yıllar Müslümanların mütevazılıkla övündüğü, “dava delileri”nin hiçbir menfaat beklemeden memleketin her bir yerine gözü kapalı gittiği, eşyaya karşı mesafenin telkin edildiği, sedirlerde oturulup sohbetlerin yapıldığı, sıkıntıların göğüs genişliği ve duayla hafifletildiği, şöhretin afet sayıldığı, koltuğun bedeni yükseltip ruhu küçülteceğine inanıldığı, siyasetin mefkûreden ayrı düşünülmediği yıllardı. Taşradan şehirlere gelip yerleşmeye başlamış, bazıları üniversiteye giden, bazıları esnaflık yapan, bazıları da serbest meslek sahibi orta sınıftan insanların “Müslümanca yaşamak” konusundaki dikkatleri ve hassasiyetleri henüz eşya tarafından sınanmış da değildi. Bir başka söyleyişle, şimdilik sahip olmadıkları bir mülkü ellerinin tersiyle itme mahareti gösteriyorlardı. Acaba tavırları inançlarından mı yoksa mağduriyetlerinden mi kaynaklanıyordu? Bunun sağlamasını yapabilecek deneyimden yoksundular…

Edebiyatın ve edebiyat adamının sezgici bir tarafı hep vardır. Sanatçı, “olmakta olanın” içinde kıpırdayıp duran “olacak olanın” işaretlerini önceden görür. Sır kitabındaki hikâyeler, seksenli yılların o coşkulu dava adamlarının zamanla nasıl bir değişim geçireceklerini öylesine isabetle anlatmıştır ki şu birkaç on yıllık kısa tarih bu kurgu metinleri fazlasıyla doğrulamıştır. Kutlu’nun Sır kitabının her yerinde değil ama başında ve bitiminde bir Efendi Hazretleri vardır; eseri o açar, sonra ortadan kaybolur ve sonunda esere yine noktayı o koyar. Bir anlamda bu çok odalı hikâyelerin giriş ve çıkış kapısıdır. Efendi, Efendi olmadan önce Anadolu köylerinden birinde şeyhine bağlı, emeğiyle kıt kanaat geçinen, alnı terli, dizi yamalı, elleri nasırlı biri mürittir. Efendisi, ölümü kendisine ayan olunca uzaklardan müridi ziyarete gelir; baş başa kalırlar ve emaneti ona teslim eder. Bu hiç beklenmedik yük müride ağır gelir, onca civanmert içinde kala kala ona mı kalmıştır Efendi’lik! Ama öyle takdir edilmiştir. Köyünden şeyhliğini yürütmeye, tarlasına gitmeye, nasırlı elleriyle ekmeğini müridanına dilimlemeye devam eder. Fakat “yeni düzen”i sezmekte olan müritleri, onu tarikatın geleceği için büyük şehre yerleşmeye ikna ederler. Gelir, posta oturur, işleri ahvalince sürdürmeye gayret gösterir. Bir süre sonra müritleri mütevazı mekânı bürokrat, bakan vb. konuklar için değiştirmeye başlar; post gitmiş yerine koltuk takımları gelmiştir. Şeyh efendi günlerden bir gün aynanın karşısına geçer ve bir zaman nasırlı olan şimdi tombullaşmış, yumuşacık ellerine bakar. Düzen değişmiştir. O gece tekkeyi terk edip sırra kadem basar. Efendi sırroldu derler…

Efendi sırra kadem bastıktan sonra sahneye başka kahramanlar çıkar, hepsi de bir biçimde tekkeyle münasebeti olan insanlardır. Hikâyeci, tombul ellerine bakıp gelecekteki düzenden dehşetle kaçan Efendi’nin ardından, o düzenin içinde kaybolmaya başlayan kahramanları anlatır. Elbette çoğunun çabası ve kazançları Müslümanlığın, Müslümanların istikbali içindir. Ama bu süreçte eşya da onları sınamaya başlamıştır; bir mağduriyetten dolayı mı yoksa bir inanmışın tenezzülsüzlüğünden dolayı mı bir vakitler kendisine sırt çevrildiğini adeta test eder. Dönem aynı zamanda “politik vizyon” dönemidir. Ve elbette tekkede “post”un yerini “koltuk”un almasının bu yeni politik ve ekonomik vizyonla yakından alakası vardır. Koltukla beraber tekke, siyasetçinin belini bükmeden içeriye girebileceği, dizini kırmadan oturacağı ara bir zemin hazırlar. Bu koltuklu yeni zeminde siyasetin tekkeye, tekkenin de siyasete teklifleri olacaktır. Elbette tekke ilk kez siyasete karışıyor değildir. Yeni olan, tekkenin ve siyasetin “dünya işleri” için zamana uygun bir seki bulmakta fazla zorluk çekmemeleridir. Sır kitabında müridan, efendiyi posttan koltuğa razı etmekle, tekkeyi de “koltuk”lu düzenle ilişkiye elverişli hale getirir. Ama “post” ve “koltuk” sıradan nesneler değillerdir; bu karar, pek çok cepheden insanın dünyayla, eşyayla, siyasetle, gündelik hayatla ilişkisini etkileyebilecek bir karardır…

Bir bedenin nerede, nasıl, ne şekilde görüldüğü önemlidir. “Post” ve “koltuk” sadece tekke-siyaset ya da tekke-iktisat ilişkisinin değil, beden-dünya ilişkisinin de göstergeleridir. Bu tür “gösterge”leri “gösteren” ve “gösterilen”inden bağımsız okuyamayız. Postun hangi hayvana, koltuğun hangi firmaya ait olduğuna dair bilgilerin de “gösterge”nin mahiyetiyle ilişkisi yok denecek kadar azdır. İnsan bir posta oturduğunda biz, “kültürel” müktesabatımızla onun dünyadan, her türden büyüklenmeden uzak durma mesajı verdiğini anlarız. Oysa koltukta bu mesaj yerini başka mesajlara bırakır. Tekke bağlamında “post” ve “koltuk” tarihin değişimiyle birlikte ifadelendirilecek nesneler değillerdir. Bu iki eşya, tekkenin dünyevi tarihin karşısında mı yoksa yanında mı durduğunun “gösterge”leridir…

Ali Ayçil
twitter.com/AycilAli

12 Aralık 2016 Pazartesi

Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur

"Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
Kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa
Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa
O şehirden öcalmanın vakti gelmiş demektir."
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi

Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur. Şehirler evlerden oluşur, kentler konutlardan. Şehirlerde insanlar sabahları rızıklarını temin etmek için işlerine giderler, kentlerde para kazanmak için plazalara. Şehirlerde insanlar istediklerinde hayatlarını yavaşlatabilirler, kentlerde yavaşlamaya yer yoktur. Durursan ezilirsin. Şehirler Mustafa Kutlu’dur, kentler Elif Şafak’tır, Noam Chomsky’dir. Ahmet Hamdi Tanpınarşehir inşa eder, kent ise imha” der.

Ben şehir ve kent ayrımını böyle yapıyorum. Sözlükler bize bu kelimelerin aynı anlama geldiğini söylese de farklı bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum bu ikisi arasında. Biri kanlı canlı, ruhu olan bir şey. Öbürü makineli, tuşlu, mekanik bir alet sanki.

Biz uzun süredir kentlerde yaşıyoruz çünkü şehirlerimizi elimizden alıyorlar. Şehri sadece nüfusu belli bir sayıdan fazla yer olarak düşünmeyin. Ben de zaten bu anlamda kullanmıyorum. Bir köy de şehirleşebilir ya da kentleşebilir. Bizim köylerimiz bile kentleşiyor artık. Mustafa Kutlu bu konuda “Evet dostlar, gayet yavaş seyretse de köylülük ülkemizde folklor gibi tükenme süreci yaşıyor” diyor. (Son düzenlemelerden sonra elimizde köy de kalmadı ya, hepsi ‘mahalle’ oldu.) Elimizde kalan küçük alanlara dahi saldırıyoruz, orayı refaha (!) erdirip kalkındırmak (!) için. Uzun mesele bunlar. Uzun uzun ve gönülle düşünülmesi gereken şeyler. Zaten gönülsüz, düşünmeden yapınca da durum böyle vahimleşiyor. Biri insanlarımızın, yöneticilerimizin gönlünü kapatmış sanki. Neyse...

Mustafa Kutlu bir gönül adamı. Hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum yazarı bana birkaç kelimeyle tanıt deseler önce ‘gönül’ sonra ‘kanaat’ derim. Zaten bu ikisi de bağlantılı şeyler değil mi? Gönülsüz kanaat, kanaatsiz gönül olmaz.

Mustafa Kutlu birçok şeye bu iki kavramla bakan biri. Yollara, ağaçlara, hayata… Bu kitabında da özelde İstanbul’u genelde Türkiye’yi anlatıyor yazar. Seçtiği konularla ilgili bize birer mektup gönderiyor. Kendisi bu kitabın ‘insan-şehir-mekan’ ilişkilerini okuyucularla paylaşan denemelerden oluştuğunu söylüyor. Bu kadar olumsuz tablo içinden bize bazen karamsar yönlerini gösteriyor, bazen içimize sevinç salan şeylerden bahsediyor kentleşmeye başlayan bu şehirle ve Türkiye’yle ilgili. Bazen yazılarını olumsuz sonla bitiriyor bazen çözüm reçeteleri söylüyor, kanaat ekonomisi diyor, tarım diyor, gönül diyor, maneviyat diyor. Bize de tüm bunlardan sonra okuyup bol bol düşünmek kalıyor.

Kitap yazarın her kitabı gibi Dergâh Yayınları’ndan çıkmış. Bendeki baskısı 2004 tarihli. İlk baskısını 1994’te yapmış. Bir gazetede yayımlanmış köşe yazısı dizisinin derlenip toparlanıp kitaplaştırılmış hali. İsmet Özel "Üç Zor Mesele" kitabında fıkra yazarının özelliklerinden bahsederken “Yazar kendini okuyucunun kabul edeceği şeyleri söylemekle sınırlandırmış, kendini alkış sağlayacak bir alana hapsetmişse sahte bir yazardır” diyor. Kutlu tam da gerçek bir yazarda olduğu gibi ne gördüyse neye inandıysa onu yazıyor. Lafı gevelemeden, kendisi hakkında insanların ne düşündüğünü umursamadan yazıyor yazılarını. Bazen acı gerçekleri bazen kıyıda köşede kalmış güzellikleri. Yüz küsur yıl önce Ahmet Rasim’in "Şehir Mektupları" başlığını ondan ödünç aldığını söylüyor ve bu mektupları sadece İstanbul’da yaşayanlara değil, tüm Türkiye’ye gönderdiğini belirtiyor. İstanbul hakkındaki acı gerçeği ise daha kitabın başındaki şu bölümde gözler önüne seriyor: “Dikkat ediyorum da neredeyse yüz yıl sonra gözlemlediğim İstanbul’un sanki tasvire değer bir yanı kalmamış gibi yazılarımda tasvirden ziyade duygu ve düşünceler yer aldı. Bu, belki artık İstanbul’un birörnek yapılar, birörnek bahçeler, birörnek davranışlar ile modern olduğu kadar silik ve şahsiyetsiz mekanlar-unsurlar ile dolmuş olmasından kaynaklanmaktadır.

Yine İsmet Özel bu bir örnekleşmeyi "Üç Zor Mesele" kitabında ‘Bölünmek, Tektipleşmek’ başlığı altında “… dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor. İnsanlar aynı şeyleri elde edebilmek için birbirlerine düşman kesiliyorlar. Şartlanmaları müşterek, fakat müşterekliği birbirlerini anlayışla kabul etme yolunda değil, ferdiyetlerini kıskançlıkla korumak yolunda kullanıyorlar” şeklinde inceliyor.

Yazarın kitaplarında dikkatimi çeken başka bir durum bu kitapta da karşıma çıkıyor: turizm. Turizm deyince herkesin aklına dolar, ekonomiye katkı gibi ülke için olumlu görünen şeyler geliyor. Fakat Kutlu bu konuya, turizm deyince çizgi filmlerdeki gibi gözlerinde dolar işareti olanlar yönünden değil bir memleket insanı sevdalısı gibi bakıyor: “İnsanlarımızın ‘turizm’ uğruna kendi vatanlarında garip kalmaları veya ‘dolar’ karşısında bu kadar boyun bükmeleri üzerinde düşünülecek bir olgudur.

Bu konuda da İsmet Özel’in “Turizm dediğiniz şey, XX. asrın kolonyalist yaklaşımının en bariz tezahürüdür.” şeklinde bir düşüncesi var. Bunların düşünmeye değer şeyler olduğunu insanların görmesi gerekiyor. Ülkece en büyük hatalarımızdan biri bazı konuların Allah'ın emriymiş gibi tartışmaya kapalı olduğunu düşünmemiz. Misalen insanlar kalıplaşmış tarih bilgilerini nasıl sorgulamadan doğru kabul edip bunlarla ilgili bir ideologi bile benimsiyorlarsa turizm konusunda da belleklerinde bir ‘iyidir’ olgusunu geliştirmişler, gerisini sorgulamıyorlar. Ama Mustafa Kutlu ve İsmet Özel sorguluyor. Bu yüzden de Mustafa Kutlu ve İsmet Özel oluyorlar zaten.

İnsanlar özellikle son yüzyılda inanılmaz bir boşluktalar. Bu boşluk düşüncesinin nedeni niçini herkese göre farklılık gösteriyor. Çok parası olan da, yoksul olan da boşluğa düşüp psikolojik rahatsızlıklarla cebelleşiyor. -Kapitalizm her yanımızı sardı. Mezarlarımızı bile şehir dışına çıkartıp bizden ölüm duygusunu çaldı. İnsanın kendisini ölümsüz bir varlıkmış gibi kabul edip öyle yaşamasına zemin hazırladı. “İnsanlar sanki ölümü kanıksadı” diyor yazar bir denemesinde. Düşününce ne kadar ağır bir kavram ölümü kanıksamak. Yahya Kemal bu konuda “Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü / lakayd olan mühimsemiyor gamlı bir günü” diyor. Kutlu’nun özellikle manevi-mücerret konulardaki düşünceleri okunmaya, hatta ezberlenmeye değer.- İnsanlardaki boşluk duygusunun sebebini kitapta “İnsanlara musallat olan ‘boşluk duygusu’ pek çok sebep ile birlikte, bir nebze de ayağını basabileceği sağlam bir toprak bulamamaktan ileri geliyor. Bu toprak inanç, dünya görüşü, fikir ve sanat planında algılanacağı gibi, bütün bunların şekil verdiği reel hayat planında da algılanabilir” şeklinde belirtiyor.

Mustafa Kutlu, rahatsızlık duyduğu ve -az da olsa- beğendiği bazı konulardaki fikirlerini yazmış Şehir Mektupları’nda. Yazının başında belirttiğim gibi İstanbul değil tüm Türkiye var bu kitapta. Belediyenin çalışmalarından tutun insanın yalnızlığına, bir mevlevîhâneden Sultanahmet’e, gökdelenlerin oluşturduğu tahribattan lüks yaşama, köyden kente göçün sonuçlarından, insanımızın ‘tatil’ anlayışına kadar. Ayrıca yakın zamanda açılan 3. Boğaz Köprüsü ile ilgili de fikirleri var yazarın daha 90’lı yılların başında yazdığı bu yazılarda. Bunun okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. Aslına bakılırsa yazarın tek derdi -kanaatimce- kapitalizmle birlikte kentleşen vatanımızın ve insanımızın çürümeye başlaması. Okurun bu çürümeye dahil olmamak için gerekli olan reçeteyi fikri anlamda da olsa kitapta bulabileceğini düşünüyorum. Ancak üzülerek görüyorum ki 22 yıl önce ilk baskısını yapan bu kitaptaki durumdan çok daha kötü durumdayız. Yine de yazara kulak verelim: Umut dağın ardında değil elbet, umut bizimle.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10