Mustafa Çiftci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Çiftci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Temmuz 2020 Perşembe

Acısıyla tatlısıyla yengelik makamı

“Yenge olmak kolay fakat yenge kalmak zordur.”

Mustafa Çiftci ve Tanıl Bora'nın birlikte derlediği, İletişim Yayınlar'ından çıkan kitap “yenge” kavramını hem lisaniyat, morfoloji hem de bazı anılar üzerinden bizlere sunuyor. Mustafa Çiftci, sunuş yazısında kitaba, “İnsan, kendini insanda tanıyormuş” gibi hem çarpıcı hem de güzel bir cümleyle başlıyor.

Aslında hepimizin yengesi yahut yengeleri, yengelerimize dair birçok anılarımız var. Çiftci'nin anlattığı üzere, “Bir adam mahkemeye dilekçe vermek için arzuhalciye gitmiş. Ve başlamış anlatmaya. O anlatmış, arzuhalci yazmış. Dilekçe bitmiş, arzuhalci yazdığı dilekçeyi okumaya başlamış. Dilekçe okundukça adam başlamış ağlamaya. Arzuhalci sormuş neden ağlıyorsun? Adam demiş ki yahu meğer benim başıma neler gelmiş de haberim yokmuş. İşte aynen öyle diyorum; meğer “yenge” deyince ne çok söylenecek söz varmış da haberimiz yokmuş.

Biraz durup düşündüğümüzde aslında herhangi bir kavram üzerinde konuşacağımız o kadar çok şey çıkıyor ki günlük hayatın telaşesinde insanın gözünden kaçıyor ve insan bunları yakalayamıyor. Yine Çiftci'nin de dediği üzere, kitap buradan yola çıkarak çeşitli yazarların kaleminden yenge'yi anlatıyor.

Yengelerin dikkatleri vardır. Hangi akraba çay bardağında dudak payı bırakılmasını ister? Hangi komşu çok konuşur? Kayınvalidesinin yumurtası kayısı kıvamında olmazsa sofrada nasıl bir kıyamet kopar? Beşiktaş'ın (orijinalinde Fener) maçı olduğu gün, sevdiği er kişi nasıl hisseder? Daha birçok ince işin ilmini belirler yengeler.” (Mustafa Çiftci, sf.14 )

Kitapta, Mahir Ünsal Eriş, Hüsrev Hatemi, Fatma Barbarosoğlu, Cihan Aktaş, Metin Solmaz, Deniz Erkul Düzgün, Ercan Kesal, Ethem Baran, Adem Erkoçak, Rita Ender, Ender Özkahraman, Funda Şenol Cantek, Leyla Burcu Dündar, Sema Aslan, Kiraz Akın ve Sema Karabıyık'ın yazıları var.

Fatma Barbarosoğlu sitem ediyor: Nasıl oluyor da aynı kadın; sıfatı “teyze” iken anne yarısı, “yenge” iken akrebin izinden giden oluyor!

Mahir Ünsal Eriş, “onlara 'yenge' diyerek araya konan mesafe, aslında kadını erkeklerin arasındaki dünyanın dışına çıkarmaya hatta hiçbir zaman oraya ait olmadığını ima etmeye yarar.” gibi iddialı bir cümle sarfediyor. Ve ekliyor, “Bir kadından, 'yengeniz olur' bahseden erkek, o kadınla mevcut ya da muhtemel ilişkisini ifade etmek ister.

Devri hazırda bir satıcı, yanınızdaki eşinize, efendi adamsa sadece 'yenge', biraz salakça ise 'yengem benim' diye hitap edebilir.” (Hüsrev Hatemi, sf. 32)

Bir Korkunç Yenge Prototipi Olarak Semra Özal” başlıklı yazı kitabın en ilginç yazılarından biri olma özelliğine sahip diyebiliriz. Turgut Özal'ın eşi 'Semra Yenge'yi bizlere Funda Şenol Cantek özetlemiş.

Yenge olmadan yengeliği ne kadar bilebiliriz? Sema Aslan yazısında şöyle özetliyor: “Bu kelimeyle gerçek anlamda baş başa kalmayana kadar onun kastettiği mana ve oluşu, kendi çeperi boyunca yaydığı imayı, maruz kaldığı muameleyi, diğer kelimelerle gizli/açık ilişkilerini de göremiyor insan.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra ben de yengelerime olan anılarımı düşündüm. Tabii ki iyi yahut kötü birçok anım var. İyi olanları yazıp diğer yengelerimi küstürmemek için ve kötü olanları yazıp da olur ya yazımı okuyup kendisini bilmesin, sonra kötü hissetmesin istediğim için anılarımı burada anlatmaktan caydım.

Velhasılı bu derleme kitap bize çok güzel tecrübeler kazandırıyor. Vaktimizi kıymetlendiriyor. Tavsiye edilir.

Yusuf Karakurt
twitter.com/sonsuzsakin

3 Mart 2017 Cuma

Tebessümü kahkahadan ayıran hikâyeler

"Çamlığın başında tüter bir tütün
Acı çekmiyenin yüreği bütün."
- Yozgat Türküsü (Bkz: Bayram Bilge Tokel)

Eskiden Yozgat denince aklıma pek bir şey gelmezdi. Belki de Yozgat bu yüzden ilginçti, hafızamda kapladığı yer itibarıyla. "Yozgat bizim neyimiz olur?" dense ben futbolcu isimleri sayardım en fazla. Yaw Preko derdim, Kwame AyewMustafa Kocabey falan. Artık bu kadar değil, iki isim daha geliyor aklıma, ikisi de yazar: Mustafa Çiftci ve Ethem Baran. İkisinin de ortak özellikleri var ve bunlardan belki de en güzeli kitaplarına koydukları isimler. Mustafa Çiftci'den Bozkırda Altmışaltı ve Ethem Baran'dan Evlerimiz Poyraza Bakar hemen zikredilebilir. Taşranın gölgesinde saklı kalmış, iyi ki de saklanmış insanlığın tüm çizgileri var bu kitaplarda. Hikâye deyip geçmeyenler için satır aralarına sızmış nice öğretiler var. Tereyağ gibi eriyip sindikçe tat veren bir iklim var.

1977 doğumlu Mustafa Çiftci, ilk ve ortaöğrenimini Yozgat'ta tamamlamış. Bir çocuğun hafızasında derinliği fazla olan yıllar. Özellikle neşesinde ve izlenimlerinde kalıcılık esası yoğun. Bozkırda Altmışaltı'da bunu yazarın kaleminden güzel biçimde görmüştük, okumuştuk. Küçük bir şehrin içinde koca koca yürekler. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından "2014 Yılının En İyi Hikâye Kitabı" seçilmişti bu kitap ve okuyucuda iyimser, şefkatli bir tat bırakmıştı. Ardından "Adem'in Kekliği ve Chopin" geldi ki aslında Çiftci'nin ilk hikâye kitabı buydu. Bozkırda Altmışaltı'ya nazaran biraz daha kısa, daha temkinli hikâyeler okumuştuk. Belki ilk heyecanın tesiriyle daha esnek bir dil ve mizahla harmanlanmış üslubun yoğunluğu barizdi metinlerde. Derken okuyucu bekledi, bekledi ve bekledi; Şubat 2017'de Ah Mercimeğim geldi. 107 sayfadan ve 6 hikâyeden oluşuyor, diğerleri gibi İletişim Yayınları neşretti. Yazar, kitabını "kardeşim, yoldaşım, arkadaşım" diyerek Hüseyin Çiftci'ye ithaf etti.

Kitaba adını veren ilk hikâye Ah Mercimeğim. Yazarın "cevizin dibinde konuşarak, gülüşerek sanki bir merhem karıştırırlardı, yaralarına sürerlerdi" dediği zamanlar. On beş yaşındayken kendinden yaşça büyük Aslı'ya âşık olan ve aşkına tutunmak için birçok şeyi göze alan, bekleyen, bekledikçe âşık olan saf bir yüreğin hikâyesi. Aslı'yla evlenmenin hayalini kurarken gelin arabasının Mersedes olmasını, nikâha Özal'ın gelmesini dileyen bir yürek. Anasının ve ablalarının inadına "Yahu velev ki bu kız hastaydı, velev ki benden büyüktür, velev ki siz bana kıyamazsınız, bir bakışım yere düşsün istemezsiniz... Peki benim sevdim demem size boş laf mı gelir? Sevmek bu kadar ucuz mu? Bu laflarınızı da yutun. Beni deli etmeyin..." cümleleriyle göğüs gererken, aşkının saflığını da hikâyenin bir başka yerinde şöyle anlatır: "...o sırada Aslı geldi. Bana baktı. Ama öyle ezerek değil, ipek kumaş seçer gibi, tül perdeye dokunur gibi baktı."

İkinci hikâye: Baba Neredesin? Dokuz yaşına gelmesine rağmen babasının yanında çalıştığı için okula yazdırılmayan, yalan dünyayı o yaşta büyük bir olgunlukla çözümleyen bir çocuğun hikâyesi. İnşaatta, meyve-sebze işinde, kalıpçılıkta ve hatta kardeşiyle çekirdekçi tezgâhında çalışıyor. Tek bir hedefi var, o da okula yazılmak. Fakat bunun için annesiyle babasının nikâhlanması gerekiyor. Devlet imam nikâhını yetersiz buluyor, baba bunu yanlış anlayıp deliriyor. Film gibi. Oldukça trajikomik. "Anamla babamın nikâhını ben kıydırdım" cümlesiyle başlayan bu hikâye, memleketin tüm yaşanmış hikâyelerini sayfalarında topluyor sanki. Keşke daha uzun sürse imiş dedirtiyor.

Bacanaklar, üçüncü hikâye. İki deli dolu çocuk var karşımızda. Birbirlerine bacanak diyorlar. En büyük hayallerinden biri, terzi edinip kendilerine takım elbise diktirmek. Hikâyenin kahramanının eline, dedesinin Hicaz'dan getirdiği bir kumaş geçiyor ve hikâye başlıyor. Çok eğlenceli gibi gözükse de içinde nice yokluklar, eziyetler, fedakârlıklar, çileler barındıran bir hikâye. Okuyalım: "Zakir sair zamanda iştahlı bir kardaşımdı. Çok yerdi. Ama bizim evde çok çekinirdi. "Doydum," der kenara çekilmek isterdi. Ben o zaman mahsustan küserdim. "Bizim soframıza gelince mi karnın doyar hemen bacanak?" derdim. Zakir o zaman kılıcı çeker yumulurdu tekrar sofraya. O yedik.e ben sevinirdim. Anam sevinirdi. Bir keresinde o böyle iştahla yerken anamın gözlerini sildiğini gördüm. Anama sordum, "Niye ağladın?" dedim. Anam kızdı, "Her lafın içindesin, bazı şeyi de bilme oğlum!" dedi. Ben de üstelemedim. Ama herhalde, "Benim oğlum da böyle iştahlı yese diye diye düşündüğü için ağlar anam," dedim kendi kendime."

Bahar Eyyamında Bülbül Sesinde -ki merhum Neşet baba ne güzel söyler- isminden de anlaşıldığı gibi içinde müziği barındıran bir hikâye. Sazına aşık Cabir Usta, türlü yaramazlıklarıyla kendinden soğuttuğu hanımı ve oğlunun geleceği ile dertlenir. Dertlendikçe vurur sazının tellerine. Her bir nağmesinde aşk da vardır hüzün de. Nice sıkıntıları aşarken nağmelerin feryadından yardım alır. Bazen yalnızlık vurur sırtına, o yine de yıkılmadan ayakta kalmaya çalışır.

Buraya kadar. Çünkü güzide kitaplar hakkında fazla detay vermek usulden değildir. Tat kaçırmanın da manası yok. Bir okur olarak dileğim, bundan sonra bir romandır Mustafa Çiftci'den. Şöyle uzun uzun, yine Yozgat'tan. Peki hiç eleştiri, tenkit yok mu yazara? Beyaz yakalıların, plazaların, asfaltın, motor seslerinin ve egzoz dumanlarının bunaltmadığı, çocuk seslerinin mumla aranmadığı yerden olunca hikâyeler, tenkit de olmuyor. Sadece kısalığından belki yakınabilirim. Bu da ancak tadına doyamama durumundan hiç şüphesiz. Edebiyatımız ancak Çiftci gibi isimlerin bolluğuyla bir seviye tutturabilir. Biçim ve üslup, dilimizin esnekliğiyle ancak böyle değerlenebilir. Kelimeler direnç, kalpler huzur bulabilir. Samimi, sade, uyutmayan fakat dinlendiren bir ninni gibi olan hikâyelerle.

Yozgat'ın nesi meşhur hiç bilmiyorum, tıpkı Yozgat'a dair neredeyse hiçbir şey bilmediğim gibi. Ama şöyle bir sıralama hoş olmaz mı? Bursa'nın iskenderi, Çorum'un leblebisi, Çanakkale'nin domatesi, Yozgat'ın Mustafa Çiftci'si...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Şubat 2017 Perşembe

Kaderine razı olmuş Yozgatlıların hikâyeleri

Sanırım hikâyenin bir 'okunma zamanı' var. Tam o zaman geldiğinde, insan kitaplığının önünde ne okusam diye bakınırken tütüveriyor dumanı hikâye kitaplarının üzerinden. Elbet biri çıkageliyor okuyucunun ellerine. Hikâye ve öykü tıpkı şiir gibi, farklı bir dünyanın, farklı bir âlemin rüzgârı. Tadı ve kokusu başka, anlamı ve derdi başka. Okunuşu ve lezzeti bambaşka. Bu sebeple her ikisi de okunduğu zamanda, yani 'okunma zamanı'nda yalnızca kendisiyle ilgilenilmesini, üzerine titrenmesini istiyor gibi. Yani bir şiir ya da öykü kitabını okurken başka şeyler de okumak, sanki derine doğru bir dalış yapacakken tüpün bitme tehlikesini sezmek gibi bir tedirginlik oluşturuyor. Dolayısıyla vazgeçilebiliyor. Elbette bunlar kişisel düşünceler, herkesin zevk dünyası farklı. Algılama ve yönelme biçimleri değişik. İnsan dediğinin en güzel tarafı da bu biricik olma hâli zaten.

Mustafa Çiftçi, hikâyelerini hayatın içinden, ama daha çok görünmeyen tarafının en insanî bahçesinden yazan bir kalem. Biyografisinde yazdığına bakılırsa ilk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamlamış. İşte Bozkırda Altmışaltı da hepsi birer Yozgat hikâyesi olan, nadide bir hikâye kitabı. Mayıs 2014'te ilk baskısını yapmıştı, Şubat 2017'de 4. baskısına ulaştı. Bir hikâye kitabı için ne güzel bir ilgi, ne sade ve doğal. İletişim Yayınları'ndan çıkan kitabın kapağında Türk insanını en güzel anlatan -belki de yakalayan- fotoğrafların ustası Ara Güler'in bir çalışması yer alıyor. Akıp giden 160 sayfa, yazarın "içimden geldiği gibi sevgimi gösteremediğim Annem'e" ithafıyla başlıyor. Yedi adet hikâye var: "Handan Yeşili", "Kara Kedi", "Ensesi Sararmış Adamlar", "Ankara'daki Evlatlar", "Bir İğne Bin Kuyu", "Elif, Tina, Tolga" ve Piç Sevi" hikâyelerin isimleri. Hepsi samimi ve içten, ama en güzeli de için içindekini keşfe sürükler nitelikte. İnsanın sadakatine, samimiyetine, saflığına, sevgisine, saygısına, sözüne.

Hikâye kitapları hakkında yazarken, karakterleri birer birer anlatmak, neler olduğundan bahsetmek pek sevdiğim bir şey değil. Neredeyse okuyucuya bir şey kalmayacak kitap yazıları yazmaktan imtina ederim. Çünkü okuyucu o karakterin adıyla bile ilk defa kitapta tanışmalı. Çok sonra, tıpkı Oğuz Atay'ın, Tanpınar'ın, Sabahattin Ali'nin karakterlerindeki gibi bir bilinirlik, okuyucunun ilgisiyle orantılı olarak artacaktır şüphesiz. Tıpkı hikâyelerin temel konuları, dikkat çekmek istedikleri problemler ve biçimi, tekniği gibi.

Bir yuva teması var Çiftci'nin hikâyelerinde. Yuva kurmanın güzelliği, hayalleri, zorlukları, mahremiyeti, çileleri ve nicesi. Yozgat'ın kendine has kelimeleri, deyimleri ve tepkileriyle kurulu, hep okuyanı çocukluğuna, o yıldız gibi parlayan mahalle günlerine döndürecek temposuyla; hem bir gün içinde okunabilecek hem de günlere yayarak tadına daha fazla varılabilecek bir zarifliği var Bozkırda Altmışaltı'nın.

"Ben sabah kalkınca gözlerim çapaklı, karnım yarı aç yarı tok dükkâna düşmeye ne zaman başladım hatırlamam. Okul, dükkândan fırsat kalırsa gidilen yerdi benim için. Okul sıralarında dalar giderdim bazen. Babamın lafları vardı hep aklımda. "Okuyacaksak oku ben yok demem. Gözünün önüne bak. Bana güvenme." Benim lise bitip de üniversiteye niyet edince dedi ki bu üniversitenin açığı varmış, orayı oku. Benim kimim var. Burayı bırakma. Aha sana kurulu bir düzen. Anladım ki Sansar Sami bize usul usul liseyi okutmuş. Okuturken de planı yapmış. "Şu düzen bırakılır da gidilir mi? Okuyanları görüyon işte boyunlarında kravat, varıyo geliyo bir kuru maaş. Gine de sen bilin..." Sen bilin demek, sıkıyorsa bırak da git demektir. Git de gör gününü, Sansar Sami adamı kurutur vallaha... Ben okusaydım avukat olacaktım dedim bir gün. Ağzının dolusunca güldü babam. "Vay yavrum aklın bu kadar işte. Avukatlık iş mi la? Milletin yemediği bok kalmayacak, sen paraynan onu temizleyeceksin he mi? Bunun için okunur mu la?"

Bozkırda Altmışaltı'yı okurken Yozgat şivesini enine boyuna keşfetmek mümkün. Oradaki insanımızın hayata bakışındaki değerler, kırmızı çizgileri, ahlâk anlayışları, yaşam savaşı verirken besledikleri umutları, hayal kırıklıkları, korkuları, aşkları, tutkuları, yalnızlıkları, muhtaçlıkları çok latif bir biçimde Çiftci'nin kaleminden akıyor. Mesela Niyazi Usta'nın hayatına dair bir paragraf:

"Hakikaten de ilçeye kim gelse bazen birkaç tane takım elbise diktirmeden ayrılmazdı. Niyazi Usta iğne ucuyla araya araya ev de buldu. Eş de buldu. Düzen de kurdu. Bazen gece yarısına kadar çalışırdı. O zamanlar elindeki iğneye bakar, "Kim der ki senin o bicimcik ucun her kapıyı açacak," derdi. Sonra aklına kendi ustası Alâeddin Usta gelirdi. Hemen ensesi acırdı. "Yahu ben usta oluncaya kadar enseme yediğim tokadı hâşâ huzurdan eşeğe vursalar hayvan o saat telef olur be. Ama işte o ensemize vura vura bizi ekmek sahibi etti." Sonra rahmet okurdu ustasına. İşte o rahmet okuduğu gecelerden birinde aklına ustasının kızı Memnune geldi. "Tül perde gibi kız." Sonra içinde bir ışık yanıp söndü. Elindeki işi bıraktı. Sahi, bizim deli oğlana Memnune'yi alsak kim ne der?"

Esnâf hikâyeleri nihayetinde iyimser bir şekilde bitse de ve hatta kitabın arka kapağında "iyimser hikâyeler" dense de öyle her şeyin güllük gülistanlık olduğu tablolar yok Mustafa Çiftci'nin metinlerinde. Yalnızca şunu söyleyebilirim; karamsar ve umutsuz hikâyelerdense yaşamın her anında, ne olacağını bilinmez tüm zamanlarında bizi bekleyen nice hadiselerin olduğu ve bunların iyi neticelenmesinin şifresinin de aslında insanda bulunduğu okunabiliyor. Arka Kapak'taki bir röportajda yazara nedir bu esnafları merkeze alış sebebi diye sorulmuş. Yazarın yanıtı şöyle: "Ödenemeyen BAĞ-KUR borçları, toptancıya verilmiş senetler, kötü çıraklar, hain kalfalar, borcunu vermeyen müşteriler, kurnaz köylüler, yalancı memurlardan oluşan dünyalarında çocuklarını düşünürler. Çocukları için iki seçenek vardır. Ya bu dükkân denen delik ya da aha Ankara oku kurtar kendini. Bazen çocuklar iki seçeneği de seçmez kendince bir yol tutturur. Biri Almanya’daki dayı kızıyla evlenir gider. Diğeri Antalya’da kuaför olur, askerde uzman çavuş olarak kalır, ne de olsa her yerde ama her yerde Yozgatlı vardır. Gittiğin yerde tutarsın bir ucundan…"

Röportajda, kitabın isminde geçen altmışaltının Yozgat plakası olması dışında iskambil oyununu çağrıştırması da var. Çünkü yazar, hikâyelerinde "ille de şu anlaşılsın" gibi bir kaygı gütmediği için kitabın adında da bunu uygulamak istemiş. Bir de kitapta ancak görebilene mahsus bir kadın vurgusu var. Derinde, arkada ve tüm kutsallığıyla. Tam da böyle, ana yüreğinin eşsiz iklimiyle bezenmiş bir paragrafla yazımı bitirmek isterim:

"Zeliha her gece ettiği duayı çocuklarının üzerine üfler de öyle yatarmış. Erkan gittikten sonra "Bursa ne tarafta Müslüm?" diye sormuş. "Şo tarafta," diyen Müslüm'ün tarif ettiği tarafa, Erkan'a doğru üfleyerek yatmış yerine."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf