Lüks ve Şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lüks ve Şiddet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Haziran 2016 Salı

Yine mi ve iyi ki İbn Haldun!

Hamit Bozarslan’ın Med 21 Programı İbn Haldun Ödülü’ne layık görülen çalışması Lüks ve Şiddet: İbn Haldun’da Tahakküm ve Direniş’i kısa zaman önce İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Bu eserin Türkiye’de beşeri bilimler ve İbn Haldun üzerine çalışanlara katkısı olacağı şüphesiz; zira Bozarslan, İbn Haldun’un spesifik konumunu belli bir siyaset felsefesi bütünlüğü içinde ele almayı başarıyor ve okuru yeni sorularla tanıştırıyor.

Hamit Bozarslan’ın İbn Haldun üzerinden getirdiği yeni açılımlara geçmeden önce İbn Haldun’un kendisi ve eserleri hakkında birkaç kelam etmek faydalı olacaktır. İbn Haldun, Kitabu’l İber adlı tarih eserinin usulü hakkında yazdığı Mukaddime’nin ilk satırlarında, tarihi zahiri (dış) ve bâtıni (iç) olarak ikiye ayırır. Ona göre zahiri itibariyle tarih, önceki çağlarda meydana gelen vakalardan haber vermekten daha fazla bir şey değildir. En yalın olarak bunu vakanüvislik olarak adlandırabiliriz. Bâtıni itibariyle tarih ise vakıaların iç yüzünü, sebeplerini ortaya koymaya çalışan ve felsefenin bir dalı olarak kabul edilmesi gereken bir disiplindir. Bâtıni itibariyle tarihi incelemek için, kendisinin deyimiyle “umran bilimi”yle iştigal edenler siyasetten ahlâka, dinden iktisadi hayata kadar değişik disiplinlere ihtiyaç duyacaklardır. İbn Haldun’a göre umran bilimi göçebelik, yerleşiklik, asabiyet (birlik ruhu), umran (medeniyet) gibi temel kavramsal araçlar vasıtasıyla tarihi olayları incelememiz için gereken bakış açısını sağlar. Onun yaptığı ikili ayrım ve kullandığı kavramlar sayesinde, Mukaddime’nin satırlarını okurken kendimizi 14. yüzyılda yazılmış bir metni değil de modern zamanlara ait bir metni okuyormuş gibi hissederiz.

Mukaddime’nin kendi çağını aşan durumu, bize bugünü anlama hususunda önemli bir imkân sunar. Öncellikle İbn Haldun’un yaşadığı dönem bir kriz dönemidir. 14. yüzyılda Kuzey Afrika ve Endülüs siyasi olarak parçalanmıştır. Kara veba, İbn Haldun’un ailesinin de içinde bulunduğu bir nesli yok etmiştir. Diğer yanda, kişisel dünyasında da krizler atlatır İbn Haldun. Eğitimini tamamladıktan sonra siyasete atılır; atalarının bir zamanlar sahip olduğu haciplik makamına gelmek için uğraşır, fakat defalarca siyaseten gözden düşer, yükselir, hapse düşer ve en sonunda siyasetten çekilir; siyaseten ikbal aradığı Kuzey Afrika’yı bırakır ve Kahire’ye yerleşerek kendisini bilime verir.

Hamit Bozarslan’ın İbn Haldun üzerine olan çalışması Lüks ve Şiddet, işte tam bu kesişme noktalarında yer alır. Bozarslan, günümüzde özellikle İslâm coğrafyasında yaşanan siyasi ve zihni krizin analizini İbn Haldun’dan faydalanarak anlamaya çalışıyor. Bu bağlamda Mukaddime de genellikle beşeri bilimlerin bir nesnesi olarak inceleniyor. Mukaddime’deki kavramların analitik çözümlemeleri bizim onun üzerine olan bilgimizi zenginleştirir, fakat özne olarak benimsenmesi nesne olarak kullanılmasına göre nadirdir. Onun “bilimin öznesi” olarak kullanılmasından kasıt, İbn Haldun’un Mukaddime’de kurduğu kavramsal çerçevenin, araçların ve bakış açısının güncel toplum incelemelerinde kullanılmasıdır. Bozarslan, burada ikili bir yöntem izler. İlkin Mukaddime’deki kavramları tartışarak analiz eder; sonrasında ise genişlettiği analiz alanlarını günümüz sorunlarını anlamada kullanır.

İbn Haldun ile aynı çağda yaşamışız hissi veren satırlarına rağmen yaşadığı dönemin siyasi, iktisadi, toplumsal yapısı ile şu anda var olan yapı arasında büyük farklar olduğu bir gerçek. Bu aradaki uçurum nasıl aşılabilir, Bozarslan’ın kullandığı usul tutarlı mıdır? Bunun cevabını bence Mukaddime’nin satırlarında aramak gerek. İbn Haldun, çağların değişmesi ve günlerin geçmesi ile millet ve kavimlerin hallerinin de değişeceğini ve bu durumu tarihçilerin gözden kaçırdığını belirtir, ancak ilerleyen satırlarda suyun suya benzemesi gibi, geçmişi geleceğe benzetir. Her ne kadar bu iki ifade birbiriyle çelişkili gibi dursa da, aslında burada işaret edilen nokta farklıdır. Bir yanda değişimden bahsederken bir yanda sabitlerden yahut süreklilik arz eden bir yapıdan bahseder İbn Haldun. Buna göre tarih, bazı sabitler üzerine yükselir. Bu sabitler cemiyet, iş bölümü, iktidar/mülk gibi kurumlardır. Bunların tarihi süreç içindeki çeşitli görünümleri ise değişiklik arz eder. Toplumların yerleşikliği/göçerliği, iktidarın yapısı gibi özellikler bu sabitlerin tarihi süreç içindeki görünümleridir ve değişiklik gösterebilir. Bir topluluğun yapısı, çeşitli sebeplerle dönüşebilir, fakat bu yeni toplumsal hal içinde de (öncekinden farklı bile olsa) birlikte olma hali yahut iş bölümü, iktidar, adalet gibi olgular varlığını sürdürür.

Bozarslan Mukaddime’deki sabit ve değişken kavramlar teorisini analiz ederken siyaset felsefesinin önemli düşünürlerinin fikirlerinden de faydalanıyor; onlarla diyalektik bir ilişki sürdürerek analizi için gerekli alt yapıyı sağlıyor; örneğin Pareto’nun seçkinler kuramından faydalanıyor. İbn Haldun’un asabiyet sahibi gruplar kavramıyla Pareto’nun seçkinler kavramı birbirine paralellik arz eder. Tarihin itici gücünü de bu grupların mücadelesi yaratır. İbn Haldun’un merkez–çevre modellemesiyle beraber asabiyet sahibi grupların ilişkilerinin verdiği referanslarla Bozarslan, Kuzey Afrika’dan Irak’a kadar değişik vakıaların ufuk açıcı bir analizini yapıyor. Her ne kadar yazar bu analiz araçlarını bir adım ileri götürerek günümüz Türkiyesi’nin siyasi ve toplumsal analizini yapmasa da, okuyuculara bu imkânı sağlayan bir bakış açısı veriyor.

Hamit Bozarslan’ın kitabının ilk cümlesi olan ve kendisinin olumlu biçimde cevapladığı şu soruyla bu satırları bitirelim: “Yine mi İbn Haldun?

Ozan Sağsöz
twitter.com/terraincognitae
* Bu yazı 10 Haziran 2016'da Edebiyat Haber'de yayımlanmıştır.