Kobo Abe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kobo Abe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2019 Cuma

Hepimiz birer Kutu Adam’ız

“Hakikaten Kutu Adam denen insan kozasından, nasıl bir yaratığın çıkacağı hususunda benim bile en ufak fikrim yok.”
- Kobo Abe, Kutu Adam

Bu blogda Kobo Abe’nin (1924-1993) eserleriyle ilgili birkaç değerlendirmem bulunuyor. O değerlendirmelerimde Kobo Abe’nin Franz Kafka (1883-1924) ile ‘özdeşleştirilmesinin’ sadece Abe’ye değil Kafka’ya da haksızlık olarak gördüğümü belirtmiştim. Gizemli, sıradışı ve kasvetli üsluptan dolayı böyle bir indirgemeye gidilmesinin edebiyata dair anlam ve yorum dünyasını zenginleştirmek yerine daralttığını düşünüyorum. Kategorize etmek, benzerliklere vurgu yaparak farklılıkları gözardı etmenin yöntemidir. Oysa zenginliğin ölçütü farklılıklardır. Sınıflandırmak ya da etiketlemek bilimsel olguları açıklamada işe yarayabilir lakin edebiyat gibi soyut uzamı uçsuz olan bir alanda kısıtlayıcıdır. Zaman, mekân, dil, din, kültür, yaşam şartları ve en önemlisi düşünce evreni olarak Kafka ve Abe’nin benzerlikten çok farklılık barındırdığı kanaatindeyim. ‘Kafkaesk’ deyip çıkmak kolaycılık oluyor.

Kobo Abe okuyucuyu zorlayan bir üsluba sahip. Yazdığı metinler anlaşılması zor ve hem gerçeküstü hem de gerçekdışı tuhaflıklar içeriyor. Onun eserlerinin ilgimi çekmesinde kurgudaki giriftliğin ve felsefi sorgulamalarının önemi büyük. Bunun neticesi olarak Türkçe’ye kazandırılan eserlerini kaçırmamaya özen gösteriyorum. Geçen yıllarda arka arkaya üç kitabını neşreden Monokl Yayınları’ndan beklediğim hareketi Sel Yayıncılık yaparak Kobo Abe’nin Kutu Adam’ını (yeniden) yayınladı. Devrim Çetin Güven’in çevirisini yaptığı kitap iki yüz dört sayfadan oluşuyor. Abe’nin diğer eserleri gibi sıradışı bir hikâyesi olan Kutu Adam aşırı kapalı anlatıma sahip. Bu özelliği metni olabildiğince gizemli hâle getiriyor. Bunun yanında metindeki diyalogların çevirisinde konuşma diline yer verilmiş. Okurken biraz sırıtsa da orijinalindeki özelliğinden dolayı böyle bir tercih yapılmış diye düşündürüyor. Kurguya ara ara ‘o’ anlatıcı yöntemi serpiştirilmiş fakat genel olarak ‘ben’ anlatıcı tekniği uygulanmış. Yalın bir dil kullanıldığını söyleyemeyiz. Kapalı anlatıma ek olarak oldukça detaylı ve imgelem dünyasına uzanan betimlemeler okuru zorlayacak nitelikte. Kutu Adam, yazarın Türkçe’ye çevrilmiş diğer eserlerindekinden çok daha dağınık bir yapıya sahip. Kopuk kopuk oluşturulan kurgudaki bağlamları yakalamak oldukça zor. Bu özellik Abe’nin üslubuna aşina olmayanların yadırgayacağı bir durum. Diğer yandan eser, Kobo Abe okurlarının alışık olduğu karamsarlığı fazlasıyla içeriyor.

Kutu Adam’ın hikâyesi Tokyo’da geçiyor. Metindeki değinilerden dönem olarak yirminci yüzyılın ortaları olduğunu anlıyoruz. Sık sık Kobo Abe’nin -her zamanki gibi- modernizm anlayışına yaptığı eleştirel bakışına tanık oluyoruz. Kutu Adam bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkıyor. Toplumdan soyutlanmış bir bireyin hakikat ile hayali olanın düş(ünce) dünyasındaki yansımalarını görüyoruz. Buradaki soyutlamanın bireyden mi toplumdan mı kaynaklandığı tam olarak kestirilemiyor. Şizofrenik ve sosyopat davranışları Kutu Adam’ın kişilik bozukluğu yaşayan biri olduğunu düşündürüyor. Bu durum metnin anlaşılmasını daha da zor hâle getiriyor ve hikâye tam anlamıyla çözümlenemiyor. Sistem tarafından ehlilleştirilemeyen Kutu Adam marjinalize olduğu ve/veya edildiği görülüyor. Sahte kutu adamla mücadele ederek varolmaya çalışıyor ve bu varolma mücadelesi sırasında Kutu Adam’ın içsel gerilimlerine tanık oluyoruz. Kitapta hayata dair detayların insan psikolojisi üzerine etkisinin hikayeleştirildiğini söyleyebiliriz. Bir başınalık hissinin yol açtığı psikolojik bunalım bireyin yalnızlığının daha da içine gömülmesine yol açıyor. Bu durum modern insanın en büyük açmazlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Kutu Adam sosyal hayattan tecrit yaşamaktadır. Üzerine geçirdiği bir kutuyla hayatına devam etmektedir. Tek başınadır ve çaresi yalnızlığının, düş(ünce) dünyasının daha da içine gömülmektir. Onun yaşam alanı artık o kutunun içidir ve dışarıyla ilişkisi görmek için açtığı iki delikten ibarettir. Kutu Adam olarak yaşamak zamanla öğrenilmektedir. İçinde yaşacak kutunun nasıl hazırlanacağı, hangi durumda nasıl davranılacağı, kalınacak yer, yiyecek temini, kutunun içinin dizaynı, birlikte taşınması gerekli malzemelerin neler olduğu gibi meseleler yaşayarak çözülmektedir. Dışarısıyla irtibatını kesen Kutu Adam için zaman hissi felç olmuştur ve Kutu Adam olmadan önceki yaşanmışlıklar unutulmuştur.

Kutu Adam için tam anlamıyla bir eleştiri metni diyebiliriz. Modern insan gerekli olup olmadığını hesaba katmadığı şeylerin müptelası olmuştur. Birbirine benzeşerek farklı oldukları zehabına kapılmışlardır. Psikolojik boyutlarıyla birlikte değerlendirildiğinde modern insanın eğilimlerini sorgulayan yönü açıkça göze çarpıyor. Toplumsal yapıya da yansıyan bahsi geçen eğilimler yer yer psikolojik sorunların ortaya çıkışı şeklinde açıklanabilir. İnsan eğilimlerinin esiridir. Örneğin dikizlemek bu eğilimlerden biridir. Görülmeden görmek/izlemek üzerine kurulu olan dikizleme isteği insanı cezbetmektedir. Bu eğilimin tersinden yansıması ise teşhirciliktir. Dikizleme isteği dikizlenme isteği şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Kutu Adam dışarıyı görmek için kutuya açtığı delikleri dikizlemek için kullanmaktadır. Hayatı, insanları o görüntü üzerinden yeniden anlamlandırmaktadır. Kobo Abe anti-kahramanı aracılığıyla güzellik, çirkinlik, çıplaklık gibi konuları kendi içinde felsefi bir analize tabii tutuyor. Kutu Adam’ın değerlendirmeleri günümüz insanının ‘dikizleme’ ve ‘teşhircilik’ anlayışıyla karşılaştırıldığında anlamlı sonuçların ortaya çıkacağı muhakkak.

Kutu Adam’da gerçek ile gerçekdışı, hayal ile hakikat birbirine girmiş durumda. Hayatın hangisi olduğu veya hayatın bir sanrı olup olmadığı müphemliğini koruyor. Kutu Adam’a göre hayat zihindekinin dayatmasıdır. Bizler de bugün hakikatten bağımsız olarak kendi gerçekliklerimizin içine gömülerek ve bu gerçekliklere gerekçeler uydurarak yaşıyoruz. Kutu Adam, sergilemiş olduğumuz bu keyfiliği kendi keyfiyetince muhatabına gösteriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

3 Ağustos 2018 Cuma

Yüzün felsefesi

“Benim umutsuzluğum yüzümü kaybetmekten çok kaderimde diğer insanlarla hiçbir ortak nokta bulamamaktan kaynaklanıyordu.”
- Kobo Abe

Birçoğumuz Maske filmini izlemişizdir. Oldukça utangaç, sakar ve içe kapanık bir karakter olan Stanley Ipkiss (Jim Carrey) bulduğu maskeyi yüzüne taktığında fantastik bir süper kahramana dönüşür. Bu dönüşümle birlikte S. Ipkiss bambaşka biri olur. O silik karakter gitmiş yerine zapt edilemez biri gelmiştir. Maske, maskeyi takan kişinin bilinçaltını açığa çıkarma özelliğine sahiptir ve açığa çıkan düşünceler abartılı/absürt şekilde süper kahramanın fiillerine yansır. Haz çağının ürünü olan senaryoda sorunlar eğlendirerek çözülme yoluna gidilmiştir. Maske filmi, insanlık değerlerine katkı sağlayacak bir felsefesi olmamasının yanında Amerikan kültürünün propaganda aracı olarak tipik bir Hollywood projesi bilinciyle değerlendirilmelidir. Subliminal mesajların havada uçuştuğu bir dönemde komploculuk histerisine kapılmaya gerek yok lakin bu filmdeki maske ile bilinçaltı arasındaki ilişki oldukça ilgi çekici.

Maskenin ezoterik yönünün, gizemciliğe olan eğilimi nedeniyle insanın üzerindeki etkisini düşündüğümüzde sinema ve diziler için son derece cazip bir obje olması doğal bir durum. Zaten bunu her geçen gün artan örneklerinden anlıyoruz. Fakat biz, sinemanın kültürel hegemonya üzerine kurulu ideolojisinden Japon edebiyatına geçiş yapalım. Modern Japon edebiyatının en önemli kalemlerinden birisi olarak değerlendirilen Kobo Abe (1924-1993) hem romanlarının konusu ve kurgusu hem de felsefi arka planı açısından dikkate alınmayı hak ediyor. İnsan psikolojisini ele alış tarzı ve okuru tepkisiz/tahminsiz bırakan üslubu her defasında beni hayran bırakıyor. Hayatın içindeki basit detayları edebi bir ustalıkla hikâyeye yedirirken işlediği konuların fantastik ve/veya gerçeküstü olması hayatın gerçekliğini yansıtmasına engel olmuyor. Kobo Abe kurgusunun merkezine insan ve hayatı yerleştirerek eserlerinde modernizm algısına, toplumsal yapıya, siyasi anlayışa ve modern insana dair eleştirilerini sıralıyor. Bu işi öyle maharetle yapıyor ki kurgusal bir romanı okurken aynı zamanda eleştirel bir düşünce kitabı okuyorken buluyorsunuz kendinizi. Monokl Yayınları’ndan çıkan Başkasının Yüzü de aynı özelliklere sahip. İki yüz on altı sayfadan oluşan eserin çevirisi Barış Bayıksel tarafından yapılmış. Eseri salt roman olarak ele almak mümkün elbette fakat daha fazlasını içerdiğini ve aşkın bir okumaya tabi tutmanın okur adına daha yararlı olacağını düşünüyorum. Kitap, maskeye atıfla yüz ile karakter ilişkilendirmesini ve insanın eylemlerini felsefi ve eleştirel bir üslupla ele alıyor. Eleştirisinin temel noktasını görsellik üzerine oturtan yazar modern insanın değerlendirmelerinde belirleyici kıldığı maddeci yanına dikkat çekiyor.

Başkasının Yüzü, yönetici olarak çalıştığı enstitüdeki laboratuvarda bir kaza sonucu yüzünde tedavi edilemeyen yaralar oluşan ve bu yüzden sargılarla yaşamaya başlayan başkarakterin karısına yazdığı notlardan oluşuyor. Yüzündeki yaralar nedeniyle karısının ondan uzaklaştığını ve toplumun kendisini dışladığını düşünen adam çözümü bir maske yapmakta buluyor. Uzun araştırmalar ve hesaplamalar sonucunda gerçek olup olmadığı dokunulmadığı sürece anlaşılamayacak nitelikte bir maske yapıyor. Yazdığı notlarda maske yapma sürecinde yaşadıklarına ve düşündüklerine yer veriyor. Buradaki en önemli nokta, başkarakterin maskeyi taktıktan sonra karakterindeki değişimler diyebiliriz. Kişilik bölünmesi yaşayan başkarakter kendi karakteri ile maskenin karakteri arasında savrulmalar yaşıyor ve otokontrolünü kaybetmeye başlıyor. Bu şekilde toplumsal normları zorlayabileceğini hatta kanunları delebileceğini düşünüyor. Maske başkarakterin bilinçaltını harekete geçirerek gerçek kişiliğinin normal bulmadığı şeyleri yapma arzusunu açığa çıkarıyor.

Romandaki hikâye kendi seyrinde akarken Kobo Abe’nin farkı kendini gösteriyor. Eserlerinde eleştirel bir alt metin bulunan Kobo Abe bu kitapta ‘yüzün felsefesi’ni yapıyor desek abartmış olmayız. Adeta yüzün haritasını çıkaran yazar insanın eğilimleri ve yüz şekli-karakter ilişkisi üzerinde duruyor. Modern insanın yüz algısını zihnimize kazıyor. Farklı dönemlerde ve şartlarda farklı algılanabilen yüzün anlamından önemine kadar geniş bir alanda sorgulama yapıyor. İletişim ile yüz arasındaki ilişkinin boyutlarını irdeliyor. Maske takmak zorunda kalmayanların maskesinin kendi yüzleri olduğunu vurguluyor. Böyle hareket edenler yüzlü yüzsüzlerdir. İnsanların farklı olmak adına modanın da etkisiyle aynı şeylere meyletmesi gerçek kimliği maskelemektedir. Tüm insanların maske taktığı hayat insanların birbirini kandırdığı bir maskeli balodur. Başkarakter benzer mantığı makyaj ve dövme üzerinden de kuruyor fakat dövmenin dıştan bilindiğini, dolayısıyla kandırma potansiyelinin kısıtlı olduğunu belirtiyor. Makyaj ise tıpkı maske gibi bir şeyleri saklayan özelliğe sahiptir.

Edebi açıdan oldukça doyurucu olan metin boyunca kişileştirme, analoji ve aforizma okuyucuya eşlik ediyor. Kitapta kısa diyaloglar bulunsa da genel itibariyle başkarakterin içsel devinimlerinden oluşan monologlarla ilerliyor. Bu durum romana psikolojik özellik katıyor. ‘Ben’ anlatıcı diyebileceğimiz bir tarzı seçen yazar birkaç yerde ‘sen’ anlatıma başvuruyor. Elbette eser boyunca Kobo Abe’nin kendine has kasvetli/duygusal üslubu okuyucuyu yalnız bırakmıyor. Tüm bu özellikler kitabı psikanalitik açıdan da değerlendirmeye açık kılıyor. Zaman ve mekân açısından belirli bir dönem ya da yerle kısıtlanamayacak olan metin modern anlayışın hüküm sürdüğü, var olmanın görünür olmaya indirgendiği günümüze dair çok fazla şey söylüyor. Kişilerarası iletişim ve toplumsal ilişkilerde insanın yüzünün arkasına saklanarak takındığı tavrı sorgulatıyor. Başkasının Yüzü’nü okurken insan bir yandan da kendisiyle yüzleşiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Ocak 2018 Perşembe

Okuyucuyu çaresiz bırakan yazar: Kobo Abe

Daha çok varoluşçu olarak bilinen ve hayatın yaşanamayacak kadar ‘kötü’ olduğunu düşünen Albert Camus yaşamaya dair düşüncelerine absürdizm (saçmalık) ile açıklık getirir. Camus hayatın kötü olduğu düşüncesi üzerinden “yaşamaya değmeyecek bu dünyada insanların neden intihar etmediklerini” sorar ve sorusunu “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak yanıtlar. Hayatın tüm saçmalığına karşın intiharın bir kolaycılık ve kaçış olduğunu söyleyen Camus intihar etmektense hayatı anlamaya çalışmanın asıl yapılması gereken olduğunu belirtir. Söz konusu soru ‘insan neden intihar eder’ şeklinde de sorulabilir elbette. Yaşamanın -belki de ümidin- vereceği şevk kalmaması dışında muhtemel başka sebepler de bulunabilir. Nitekim Sartre, Camus’nün tam tersi bir düşünce ortaya atarak intiharı olumlamış, Durkheim intihardan bireyi değil toplumu sorumlu tutarak meseleyi bambaşka bir boyuta taşımıştır. Kanguru Defteri’ni okurken kendiliğinden oluşan absürtlük kavramı son cümleyi okuduğumda Albert Camus’nün arayışını aşan bir şekilde noktalandı diyebilirim. Zira kitap kendine has bir hikâyeye ve sonuca sahip.

Kobo Abe (1924-1993) her defasında şaşırtmayı başarıyor. Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz doksan sekiz sayfalık Kanguru Defteri adlı eseri Aydın Özbek Türkçeye çevirmiş. İlk sayfalarda merakla okunmaya başlanan hikâye, fantastik edebiyat sevmeyenleri veya Kobo Abe’yi tanımayanları bir yerden sonra yorabilir hatta daha da ileri giderek sıkabilir. Çünkü yazar bu eserinde fantastik bir anlatıma yer vermiş! Ya da son sayfasına kadar öyle zannediyorsunuz.

Hikâyenin nerede kopacağını bekleyerek okuyan okur yine bir Kobo Abe klasiğiyle karşılaşarak son sayfaya kadar o kopuşa tanık olamıyor. Dolayısıyla kitap bitinceye kadar okuyucuda net bir fikir oluşmuyor. Fakat bitiş cümlesiyle beraber deyim yerindeyse insan aydınlanıyor. Kitap boyunca kafa kurcalayan, akla yatmayan, saçma bulunan ne varsa birden ahenkli biçimde anlamlı hale geliyor. Camus’yü aklıma getiren de sanırım okuduğum o kadar absürtlüktü. Ya da fantazya…

Zorlayıcı bir hikâyeye sahip olan Kanguru Defteri, kurgu açısından oldukça etkileyici ve yazarın Türkçeye çevrilen diğer eserleri kadar da başarılı. Kobo Abe anlatımına tedirgin edici bir giriş yapıyor. Ne olduğunu anlamadan hikâyenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bir şirkette çalışan kahramanımız yaşadığı modern hayatın sıkıntılarını hissettiriyor. Zaten gerçeklikle kurulan ilişki bu kadar ve normal şartlarda hissederek anlayabildiğiniz durum da bundan ibaret oluyor. Sayfalar ilerledikçe baştan beri kısıtlı olan normallik ortadan kaybolarak hikâye bir bilinmezliğin içine akıyor. Bu akış hikâyeyle birlikte o bilinmezliğe savrulan okur için karar verme anı oluyor. Zira ‘fantastik’ olaylar içinde gelişen hikâye hem anlamsız hem de amaçsız gelebiliyor. Buna rağmen okumaya devam edenleri hüzünle karışık şaşırtıcı bir son bekliyor.

Hikâyenin hemen başında kitabın başkarakterinin dizlerinde beliren turp filizleri meraklı bir korkuya neden oluyor. Bunun mantarın yol açtığı bir deri ‘hastalığı’ olduğunu düşünen kahramanımız doktora görünmek istemesiyle fantastik olaylar başlıyor. Okuma ilerledikçe kahramanımızın ilerleyen hastalığı oranında fantastik anlatım da yoğunlaşıyor. Gittiği klinikte müdahale ediliyor ve özel tasarlanmış bir yatakla tedavi için bir kaplıcaya gönderiliyor. Kahramanımızın tek başına çıktığı bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylar kendi gerçekliğinde ve onun ağzıyla anlatılıyor. Sanırım bir ek olarak şunu da belirtmek gerekiyor. Eserde fantastik olarak ele alınabilecek anlatımın kendine has bir özelliği var. Gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen bu özelliği tümüyle fantezi olarak nitelendirmek de doğru olmayabilir. Bu durum en çok kitap bittiğinde anlaşılıyor.

Açıkçası kitaba dair bir kesit sunmak ya da temel bir çıkarım yapmak zor. İçerik ne kadar detaylı ve karmaşıksa sonuç o kadar net. İlk cümlesinden son cümlesine kadar bir bütünlük arz eden hikâye tamamen okunduğunda gerçek anlamını kazanıyor. İşin ilginci ortaya çıkabilecek bir tek anlam dışında herhangi bir anlam da oluşmuyor. Bir Kobo Abe klasiği olarak kurguda ileriyi ya da hikâyenin sonucunu göremiyor ve/veya tahminde bulunamıyorsunuz. Yazar, ne anlattığının anlaşılabilmesi için kitabın tamamını okumak zorunda bırakıyor okuru. Örneğin sıkılan ve bir yerde okumayı bırakan bir okuyucu için bütün hikâye dizlerinde turp filizi beliren bir adam ve onun absürt maceralarından ibaret olacaktır. Oysa kitabın tamamı okunup bitirildiğinde karşılaşılan durum bundan çok daha fazlasını içeriyor. Kobo Abe’nin sadece karamsar olarak nitelemenin eksik kalacağı kendine has, düşünceyi tahrik edici üslubu bu kitapta da fazlasıyla görülüyor. Bu arada, Kobo Abe hayranlarına Monokl Yayınları 2018 yılı için listesinde iki Kobo Abe kitabı bulunduğu haberini vermiş bulunuyor. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

17 Aralık 2017 Pazar

Çağdaş japon edebiyatının Kobo Abe’si

Geçtiğimiz yaz deniz kenarına tatile gidebilen kitap okurunun -özellikle kadın okurların- sosyal medya hesaplarında ilginç bir kitap fotoğrafı arzı endam etti. Arka planda çoğunlukla kum (sahil) olmak üzere deniz, şezlong ve tabii ki fotoğrafın odak noktası ‘Kumların Kadını’ adlı kitap.

Sanırım en önemli vurgu kadınsı imgelerin de bu fotoğraflarda kendine yer bulmasıydı. Özelikle kadın okuyucuların yaptığı bu paylaşımların nedenini, kitabın ismindeki cazibe ve o an bulundukları yerin zihinlerde tekabül ettiği anlamla mezcedildikten sonra ortaya çıkan imaj ile kendilerini özdeşleştirmelerinden olsa gerek. Bu değerlendirmede konu edindiğim ikinci meseleyi bu durum oluşturuyor. Daha açık söylemek gerekirse, demek istediğim, bir kumsalda Kumların Kadını kitabıyla fotoğraf paylaşanların verdiği mesaj ile kitabın konusunun veya daha ileri gidersek kitabın verdiği mesajın ne kadar örtüştüğü meselesi. Kitaba dair derinlemesine bir okuma gerçekleştirildiğinde, görülen şey ile okuyucunun burada ortaya koyduğu şey arasında uçurum olduğudur. Kitapta sistem eleştirisi olarak ele alabileceğimiz durumu, gerçekte kişinin farklı bir düzlemde ele alarak imaj devşirmeye vardırması olarak göze çarpıyor. Buradaki en önemli nokta, kitabın popülariteye dönüşmesi doğal olarak hikâyesini de tüketim malzemesine dönüştürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, yapılan negatif sistem eleştirisi sisteme pozitif bir katkı sunarak sirkülasyonun devam etmesine katkı sağlıyor ve mesaj etkisiz hâle geliyor. Elbette bu kadar ciddi bir okuma gerçekleştirilmesi şart değil. Hikâyeyi oku, eğlen ve geç tarzı bir anlayış da iş görür. Yalnız böyle bir okumada anlatının kendisi boşlukta kalırken finali kesinlikle anlamsızlaşıyor.

Yukarıda değinmeden geçtiğim ilk mesele dönersek, kitapta asıl anlatılanın ne olduğu meselesidir. Aslında bu mevzu kitabı okuma isteğim ile de ilgili diyebilirim. Kumların Kitabı adlı eserin yazarı çağdaş Japon edebiyatının önemli yazarlarından Kobo Abe (1924-1993). İnternet üzerinde kitabı araştırırken daha önce aynı adla Turkuvaz Yayınları’ndan çıkmış olduğunu fark ettim. Fakat benim Kobo Abe’yle tanışmam daha da öncesine dayanıyor. Sanırım iki binli yıllardı ve bir şekilde elime geçen Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Kutu Adam adlı eser kendisiyle ilk karşılaşmamdı. Muhtemelen konjonktür ve yaştan dolayı üzerinde çok fazla durmadan okuduğum içerik kadar -muhtemelen yine yaştan dolayı- yazarın ismi de epeyce ilgimi çekmişti diyebilirim. Aklımda bu kadar net kalmasının da bu sebepten olduğunu düşünüyorum. Bugün Kutu Adam’ın baskısı yok ve denk gelirse sahaf fiyatı da biraz fazla. Umarım Kobo Abe’nin bu harika eseri en kısa sürede yayınlar ve keyifle okuruz. Elbette bu kez içeriği didikleyen derinlemesine bir bakış açısıyla.

Yıllar sonra Kobo Abe’yi tekrar görünce Kumların Kadını da acaba -aklımda kaldığı kadarıyla- Kutu Adam gibi sıradışı bir eser mi diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki gerçekten de öyle, sıradışıydı. Yukarıda değindiğim birincil mesele işte bu sıradışılık ile ilgili diyebilirim.

Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz seksen dört sayfalık eserin çevirisi Barış Bayıksel’e ait. Özenli çeviri sayesinde akışta sorun ya da anlam karmaşası olmadan okunuyor. Roman sıradan bir girişle başlamasına rağmen giderek gizemli bir hâl alıp okuyucuyu meraklandırırken modern kent insanının sahip olduğu gerilimi hissettiren anlatım insanı içine çekiyor. Bunun dışında hem yazarın yaşamanı, yaşadığı dönemi ve içinde yaşadığı kültürü dikkate aldığımızda hem de eseri katmanlı bir bakışla okuduğumuzda söz konusu gerilimden kaçışın bugün artık pek değil hiç mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bağlamda, Kumların Kadını’ndaki hikâyeyi salt kurgu veya soyut bir mit olarak ele almanın biraz kolaycılık olacağı düşüncesindeyim. Derinlemesine okuma tercih ve tavsiyemin temel dayanağını da bu kanaat oluşturuyor. Bu kanıya varmamın esas nedeni, başkarakterin (Cumpei Niki) kitabın girişindeki profili ve yaşadığı ruhsal gerilim diyebilirim. İşlenen tarih itibariyle modern bir dönemi ele alan hikâye, günümüz insanın da uzak olmadığı bir hayat akışı ve anlayışı etrafında şekilleniyor. Modern hayattan kopamamakla birlikte modernizmin getirdiği yaşam biçiminden uzaklaşmak isteyenlerin sık sık başvurduğu rahatlama yollarından biri ara ara kendini doğaya ‘salmaktır’. Bu yöntem Cumpei Niki’nin de başvurduğu bir yöntem. Fakat Niki sadece doğaya açılmıyor ayrıca yakaladığı böceklerden koleksiyon yaparak hayatına doğadan bir şeyler taşıyor. Elbette modernizmin yapısına uygun olarak doğal olanın biçimini değiştirip yapay bir formda yapıyor bunu. Roman, yoğun, yorucu ve donuk iş hayatından bulduğu fırsatı bu amaçla değerlendirmek isteyen Cumpei Niki’nin yola çıkışıyla başlıyor. Yabancısı olduğu bir bölgede böcek peşinde iz sürerken farkında olmadan -bir anlamda kaybolduğu- kumlu bir alana gelen ve zamanın bir hayli ilerlediğini fark eden kahramanımız, karşılaştığı bölge insanlarının yanında geceyi geçirdikten sonra yoluna devam etmeyi düşünüyor. Yardımcı olmayı kabul eden insanlar tarafından bir kadının –ki kitaba ismini veren kadın- yaşadığı eve götürülüyor ve böylece Cumpei Niki’nin kumlarla mücadelesi daha doğrusu kumlardan kurtulamamasının hikâyesi başlıyor. Kurtulamaması kısmı ‘spoiler’ olarak ele alınabilir fakat kitabı tümüyle okumadan karar vermemek gerekir. Aksi durum yanıltıcı olabilir.

Cumpei Niki geceyi geçirmek üzere tek başına yaşayan bu kadının olduğu eve getirilmesiyle birlikte kumlarla kaplı bölge hayattan soyutlanıyor ve gerçeklikten kopmaya başlayan hikâye daha çok psikolojik bir savaşa dönüşüyor. Getirildiği evden, kadından ve kumlardan kurtulmak isteyen Cumpei Niki verdiği savaşında bir türlü başarılı olamıyor. Söz konusu savaş sadece hikâyenin kahramanın değil okuyucunun da savaşı oluyor. Öyle ki, Kumların Kadını’nı okurken insanın ağzında kum geziniyor, zihnine kum doluyor sanki. Kum tanesine dönüşen harfler kelime ve cümlelerle savruluyor. Paragraflar kum öbeği sayfalar kum tepesi olmaya başlıyor ve okunan her bir sayfa üzerinize biriken kum yığını oluyor. Uçsuz bucaksız kum yığını içindeki Cumpei Niki’nin çaresizliği okuyucunun merakını kamçılayarak okumaya mecbur bırakıyor adeta. Okuyucuda yardım etmek için müdahale etme isteği oluşuyor lakin sanki kumlar buna da engel oluyor. İlginç bir çaresizliğin içinde buluyor insan kendini.

Roman son derece akıcı ve kendi içinde gömülen bir yapısı var. Dış dünyadan soyutlamasının yanı sıra kendi içinde giderek derinleşen ve büyüyen bir üslup ve anlatım mevcut. Dolayısıyla kesinlikle bir kumdan kale değil. Gelişen olayları, hikâye ve/veya anlatımdan soyutlayarak tahmini ya da alternatif bir ileriyi okuyuculuk olarak ele almak mümkün olmuyor. Yazarın anlatımına sadık kalmak zorunda bırakılan okuyucu bu anlatış doğrultusunda yol almak zorunda kalıyor. Dolayısıyla okuyucu açısından metne dair sürpriz çıkışlar olamıyor. Teknik olarak okuyucuyu etkisiz bırakan metinde hissedilen tahmin edilemez bir meraktan ibaret. Bu açıdan biraz zorlayıcı bir okuma gerektiriyorsa da psikolojik roman okumayı sevenlerin keyif alacağı kesin. Finalin, okuyucunun alışık olduğu ya da umduğu şekilde bitmemesi insanı burkuyor ama bir yandan da hikâyenin anlamlılığını korumak adına bu bitiş de güzel dedirtiyor.

Olumsuz anlamda en bariz eleştirim, kitabın isimlendirilmesine neden olan karakterin hikâyede çok fazla etkin olmadığı diyebilirim. Daha net ifade etmek gerekirse, Cumpei Niki’nin o an için iç gerilimlerinde önemli bir yeri olmasına karşın çektiği ıstırabın temel nedeninin söz konusu kadın olmadığı görülebiliyor. Zaten gerek hikâye gerekse sonucu açısından kadının net bir belirleyiciliği yok. Cumpei Niki’nin ruhsal yapısının zaten acı çekmeye müsait olduğu en baştan beri ortada olan bir şey. İsim itibariyle, ilk intiba olarak kadın ve/veya aşk eksenli bir anlatım beklentisi oluşabilir lakin ortada ‘başka’ bir hikâye var. Bu bağlamda isim belirlenmesinde kullanılan yan karakter pozisyonundaki kadın karakter fazla öne çekilerek rolü büyütülmüş izlenimi veriyor. Dolayısıyla hikâyenin temelde anlattığı ile kitabın ismi aynı anlam dünyasında buluşamıyor. Bir diğer eleştirim, modern dönemde geçtiği aşikâr olan hikâyedeki bölgenin neden bu denli soyutlandığı. Mekânda yaşayanların dünyayla bir şekilde iletişim kurduğu, ilişki içine girdiği anlatılıyor/anlaşılıyor lakin tecrit edilmemesine rağmen dünyanın Cumpei Niki’nin bulunduğu mekânla etkileşime giremiyor oluşu zorlama bir anlatıma dönüşüyor. Olayın geçtiği 1960’ların Japonya’sında mevcut şartlarda ulaşımın yanı sıra yaşama koşullarının iyileştirilmesini sağlayacak imkânların neden göz ardı edildiği merak konusu oluyor. Bu haliyle söz konusu yadsıma mantıksal bir gedik olarak tüm okuma boyunca okuyucuya eşlik ediyor. Daha da net söylemek gerekirse tasvir ve duygu yoğunluğu açısından oldukça başarılı olduğunu düşündüğüm eser kurgu açısından bazı sorunları aşamıyor.

Son olarak, kitaptan bağımsız olmakla birlikte kitabın yazarı Kobo Abe’nin Japon edebiyatının Kafka’sı olarak nitelendirilmesi konusunu değinmek istiyorum. Böyle bir nitelemenin sadece gereksiz değil ayrıca anlamsız olduğu kanaatindeyim. Popüler edebiyat dünyamızdaki iğreti Kafka fetişizmini bir kenara bırakırsak, Kafka’yı Kafka yapan dinamikler ve eserlerindeki anlatım gücü bambaşka özelliklere sahip. Etnik ve dinsel kimliğiyle ‘yaşamak zorunda olduğu’ zaman ve mekânın yanı sıra ailevi, siyasi ve toplumsal meselelere rağmen ‘insani’ kalma çabası bu dinamiklerin en önemlileridir diyebiliriz. Okunmak için değil sadece yazmak için yazmış olan Kafka’nın birçok eserini, yakın dostunun “yazılarımı yok et” vasiyetine uymaması sonucu tanıyoruz. Esasında Kafka’nın eserleri gerçek gücünü de salt okunmak için yazılmamış olmasından alıyor desek yanılmış olmayız. Kafka ne demek istiyorsa onu direkt söyleyen bir yazar ve en önemlisi anlatısında okuyucusuna alan bırakıyor. Kafka okurken çoğunlukla hayıflanıyor ve yeri geldiğinde sevinemeseniz bile haklı bulabiliyorsunuz. Kobo Abe’nin anlatımı ise daha fazla metafor ve belirsizlik içermekle kalmayıp okuyucuya da alan bırakmıyor. Anlatımın tüm açılımlarıyla yazarda olduğu metin okuyucuya yorumlama ihtimali bile taşımıyor. Kafka okuyucuları onun eserlerindeki kahramanlarla yan yana durabiliyor hatta bir yerden sonra okuyucu karakterle özdeşleşebiliyor lakin Kobo Abe’nin kahramanları kendilerinden başka kimse olmayacak özelliğe sahip. Okuyucu Kobo Abe’nin eserlerindeki görüntüyü sadece izlemekle yetiniyor. Tüm bunların yanında muhtemelen üslubundaki (-ki Kutu Adam, Kumların Kadını ve Kanguru Defteri’nde bol miktarda görülen) karamsar anlatım ve hikâyelerindeki metoforik yaklaşım nedeniyle Kobo Abe’ye bu yakıştırma yapılıyor lakin en çok benzerliğin olduğu Dönüşüm’deki metaforik anlatım üzerinden bile böyle bir benzetme ve niteleme çok doğru görünmüyor. Oldukça güçlü bir kalem olan Kobo Abe’yi Kafkalaştırmak sadece Kafka’ya değil Kobo Abe’ye de haksızlık olur diye düşünüyorum.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp