Kendi Işığında Yanan Adam: Tanıdığım Metin Erksan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kendi Işığında Yanan Adam: Tanıdığım Metin Erksan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2018 Cuma

Ercan Kesal'ın anılarındaki Metin Erksan

"Anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek,
insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler."
- Andrey Tarkovski, Ayna (Zerkalo), 1975 

Bugün bir yandan dizi-sinema diğer yandan edebiyat üzerine eserler veren isimlerden bahsederken, en önce Ercan Kesal'dan bahsetmemiz gerekiyor. Peri Gazozu, Nasipse Adayız, Cin Aynası, Bozkırda Bir Gece Yarısı, "Aslında...", Evvel Zaman gibi roman, anı, günce, söyleşi kitapları yayınlanan Kesal şimdi de "Tanıdığım Metin Erksan" alt başlığıyla Kendi Işığında Yanan Adam'ını anlatıyor. Erksan için "abim, dostum, yad ellerde babam, arkadaşım, şahidim, hastam, hocam ve ustamdı" diyen Kesal, anlatım ustalığını bir kez daha konuştururken özellikle genç kuşak sinema tutkunları için peşinden gidilecek, izi sürülecek bir karakteri en insanî yönleriyle ortaya seriyor.

Thorsten Botz-Bornstein, Filmler ve Rüyalar'da "Kameranın bir kalem olarak kullanılması, gerçekleştirmenin ve soyutlamanın etkileşimiyle, başka bir deyişle üsluplaştırmanın etkileşimiyle ilintilidir. Yani yazan kamera bir üslup üretir." der. Şiirde, düzyazıda olduğu gibi sinemada da üslup sahibi olmak kişiyi kendine has bir alana koyar, kısacası unutulmaz olur. Sevmek Zamanı (1965) bu yüzden unutulmazdır. Çok farklı, bambaşka bir üslubu vardır. Erksan, filmlerinde ne yaptığını çok sonraları gayet yalın, bir çırpıda ifade etse de gerçekliği ve gerçekdışılığı toplayan bir bakışın sahibi olması sebebiyle anlaşılması güç fakat anlaşılması gereken bir isim olmuştur. Sevmek Zamanı'yla beraber Susuz Yaz (1964) ve Kuyu (1968) izlendiğinde, Tarkovski'nin "Bazen gerçekliği ifade etmenin en iyi yolu, gerçekdışıdır" sözü yeniden anlam bulur. Oysa Erksan, kendi filmlerini Kesal'a şu kadar 'kolay' ifade etmiştir: "Hikâye hep aynı aslında doktor. Fakir oğlan, kızı sever. Kavuşamaz. Çaresiz terk eder, ayrılır oradan. Kız başkasıyla evlenir. Oğlan döndüğünde zengin ve güçlüdür. İntikamı korkunç olur. Dünyada tüm filmler hâlâ aynı konuyla çekiliyor. Benim ‘Acı Hayat’ da böyle değil midir Allah aşkına?"

Kurtuluş Kayalı'nın şimdilerde çok zor bulunan "Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek" adlı kitabında gelenekle teması olan bir Erksan görürüz. Bu gelenekle temasında sürekli sansüre uğramış, dolayısıyla sinemacılığında gerilim hiç eksik olmamıştır Erksan'ın. Ercan Kesal bu sansür meselelerini ilk ağızdan anlatırken, gerek konuşmaları gerekse gördüğü 'manzaralar' sebebiyle bize Erksan'ın pek bilinmeyen bir tarafını gösteriyor. Arabasında yabancı müzik dinleyen bir doktora Türk hekimlerinin Türk müziği dinlemesi gerektiğini öğütleyen, oturma odasına kocaman bir Türk bayrağı asan, katıldığı söyleşilerde 'sol' görüşlü bazı yazar-şair-oyunculara çıkışan taraflarıyla, halis muhlis milliyetçi bir Erksan görmemiz mümkün kitapta. Yine Kayalı, bir röportajında Erksan'ın önemli bir yönünü ortaya koyuyordu: "Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi yönetmenler çok daha fazla film çekmişlerdir, çünkü onlar piyasaya uygun filmleri yönetmişlerdir. 1960’lı yıllarda 60 ihtilalinin de rüzgarı ile sol ağırlıklı filmler çekilmiştir. Metin Erksan sinemada hep kendine özgü bir sinemasal anlayışın peşinde olmuştur. 1960 yılında çektiği, "Gecelerin Ötesi" tarihsel sorunları sosyolojik olarak ele alan ilk toplumsal gerçekçi filmimizdir. Metin Erksan, döneminin diğer yönetmenleri Halit Refiğ, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz gibi dönemin siyasi yapısına uygun filmler çekmemiştir. Erksan, 60’lı yıllardan önce gerçekçi filmler çekti, politik değildir Metin Erksan’ın sineması."

Erksan ani kararlar vermeyen, ince eleyip sık dokuyan biriymiş belli ki. Bu sebeple ömrünün son otuz senesinde film çekmemiş. Ortama, oyuna katılmak istememiş besbelli. Onun düşünce ve bakış dünyası her zaman diğerlerinden farklı olmuş. Elbette bunun zorluklarını da çekmiş. Ancak yaşamı, kendi acıları ve neşeleriyle kabul etmiş, gerçek bir tutkuyla filmlerini çekmiş, dolayısıyla hayatı tam manasıyla, adım adım yaşamış bir isim beliriyor karşımızda. Ercan Kesal, Metin Erksan'ın nasıl iyi bir gözlemci olduğunu, Türk edebiyatını ne kadar iyi bildiğini çok güzel bir anısıyla aktarıyor: "Ara sıra oturduğu koltuğun yan tarafındaki sehpada dıran dürbünü alarak, bir fener bekçisi ciddiyetiyle Boğaz'dan geçen gemilere, aşağıdan akıp giden araç ve insan kalabalığına, çevredeki evlere falan bakıyordu. "Peki, tekrar film çekmeye karar verseydin, neyi çekmek isterdin Abi?" diye sordum aniden. Bi an durdu. Kütüphaneye doğru baktı sonra. "Sait Faik'i" dedi ve gitti kitaplıktan bir kitap çekti, çıakrdı. Her zamanki şefkatiyle karıştırdığı kitabın içinden bir hikâyeyi bularak önüme koydu. "Al işte, film yapılacak hikâye bu, çek bunu." Hikâyenin başlığına baktım, "Projektörcü." Hikâyede anlatılan, bir ada vapurundaki projektörcünün, gece projektörüyle denizin üzerini tararken birden ışığını sahile, evlere, insanlara, onların mahremiyetine tutuvermesi, oradan çıkardığı hikâyeleri de evde onu uyumadan bekleyen oğluna ballandırarak anlatmasıydı. Gözüm Metin Abi'nin oturduğu koltuğa takıldı. Koltuğun hemen yanındaki dürbüne de tabii ki. Tıpkı Sait Faik'in projektörcüsü gibiydi Metin Abi."

Metin Erksan, Ercan Kesal'ın nikah şahidi. Böyle olunca anıların derinliği, şekli de değişiyor şüphesiz. Mesela nikah kıyıldıktan sonra Erksan, Kesal'a fısıldıyor. "Aferin oğlum" diyor, "ben beceremedim sen becerdin evlilik işini, akıllı adamsın" diye hem övüyor hem de efkarlanıyor şüphesiz. Bir de düğün var tabii. Düğünde Kesal etrafı neşelendirmek için çırpınıyor. Sürekli hareket hâlinde. Bir ara dinlenmek için çöküyor Erksan'ın yanına. Akabinde hemen Erksan'dan güzel bir öğüt çıkıveriyor. "Oğlum sen insanları değil insanlar seni eğlendirmeli. Bugün senin düğün günün." diyor. Bu bana, oğlumun doğduğu günü hatırlattı. O gün ziyarete ve tebriğe gelen herkes elbette doğan bebeği görmek, hayır duası etmek, anneyle sohbet etmek için oradaydı. Gelenler için bebeğin ve annenin sağlığı, durumu önemliydi. Dolayısıyla baba, tıpkı psikolojinin söylediği gibi 'öteki'ydi (ve bu bir süre daha devam edecek özel bir süreçti) aslında. Kimsenin beni sorduğu, düşündüğü yoktu. Esasen böyle bir beklentim de yoktu ama yine de insan baba olarak, orada olduğunu göstermek de istiyordu şüphesiz. Telefon çaldı, arayan amcamdı. Henüz ikinci cümlesinde "kimse sormaz oğlum, sen nasılsın?" dedi. Hayatımda böyle bir soru için gözlerimin sulanacağını söyleselerdi inanmazdım. Eh, sular telefonun akabinde taştı da.

Metin Erksan'ın 'kendine sakladığı' senaryo fikirleri varmış Kesal'dan öğrendiğimize göre. Ara ara bunlardan bahsedermiş de. Sait Faik'ten birkaç hikâye, Sabahattin Ali'den "Ses" hikâyesi, Refik Halit'ten "Hülle" hikâyesi gibi. Bir de Medine Müdafaası varmış fikirleri arasında. Bir günün sohbetinde ayağa kalkıp anlatmış Erksan. Gerçekten insan zihninde canlandırdığında olağanüstü bir etkiye kapılıyor: "Çöl... Sabahın erken saatleri. Bir demiryolunun kenarında konuşlanmış küçük bir Osmanlı müfrezesi. Müezzin görevi üstlenmiş askerlerden biri, sabah ezanını okumak için su tankının üzerine çıkar ve ellerini kulaklarına götürür: 'Allahüekber.' Aynı anda, ilerdeki bir kum tepesini kendine siper etmiş Arap asker, İngiliz yapımı tüfeğiyle askere nişan almış, uygun ânı kollamaktadır. Osmanlı askerinin 'Allahüekber' nidasıyla aynı anda tetiğe basar Arap ve aynı kelimeler dökülür ağzından: 'Allahüekber'..."

Kehanet bu ya, hepimizin hatırladığı bir ajans görüntüsünü hatırlatıyor Ercan Kesal. Suriyeli muhalifler Esad güçlerinin bir helikopterini düşürüyorlar. Erksan'ın yıllar önce anlattığı senaryonun açılış hikâyesine götürüyor sonra bizleri Ercan Kesal: "Füzeyi fırlatan muhalif Suriyeli, 'Allahüekber' nidasıyla işine başlarken, ihtimal ki, aynı yakarış, helikopteri aşağıya düşmekte olan diğer Suriyelinin de dudaklarından çaresizce ve acıyla dökülüyordu: Allahüekber."

Güzel yemek yenecek yerleri bilmesiyle, ödül aldığı bir akşamda onun filminde oynamış insanların sahneye çıkmasından sonra onları 'tanımama'sıyla, ağır hastalandığı bir dönemde Kesal'ın hızlı desteği neticesinde toparlanıp "sen benim tabutumun kapağını parçaladın, beni mezardan dışarı çıkardın!" demesiyle, Çanakkale valisinin "şehrimize neler yapabiliriz?" sorusuna bereket tanrısı Priapus ile Ece Ayhan'ın şiirlerinde sıkça geçen Çanakkaleli Melahat'in karşılıklı kaidelerinin dikilmesini önermesiyle, yoğun bakımda Ercan Kesal'ın "kimim ben söyle bakalım?" sorusuna önce "Ercan", sonra da "Ercan Arıklı!" diye cevap vermesiyle, "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" sözünün sahibi olmasıyla, çok ilginç bir Metin Erksan tablosu çıkıyor ortaya. Kitabın sonunda, 2010 yılında Kesal ile Erksan'ın yaptığı bir mülakat da var. Ancak bu mülakat, Erksan'ın hastalığı sebebiyle zor ilerliyor, okunurken bu duygu yoğun biçimde hissedilebiliyor.

Metin Erksan'ın bilinmeyen yönlerine ışık tutan bir kitap Kendi Işığında Yanan Adam. Bir abi-kardeş ilişkisiyle büyüyen dostluğun, bir ömür süren muhabbete dönüşmesinin hikâyesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf