John Steinbeck etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
John Steinbeck etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2022 Çarşamba

Hırs uğruna yitirilenler

“Tasarlamak, gerçek bir şeydir.
Açığa vurulmuş düşler, denenmiş demektir.”

Hırs, bir insana her şeyi yaptırabilir. Aslında her insan doğası gereği bu duyguyla hayatının bir yerinde muhakkak tanışır. Hayâllerimizi gerçekleştirme yolunda olumlu anlamda bir güç verecek hırstan kimseye zarar gelmez; hatta gördüğüm, bildiğim ve yaşadıklarımdan öğrendiğim kadarıyla biraz hırsımızın olması da gereklidir. Yine de insan duracağı yeri her zaman bilmelidir, olmayanda da bir hikmetin olduğunu anlamalı ve bazen vazgeçebilmelidir. Fakat insanız, yaratılış düzeninde en tepede görünsek de bir o kadar da aciziz. Hırslarımıza yenik düşmeyi de en iyi biz biliriz.

Kısacık bir roman olan İnci’de de hırsın insanı götürebileceği belki de en dip noktayı görüyoruz, Aslında çok umutlu başlayan bir romanla karşılaşıyoruz ilk sayfalarda. Denizden inci bularak geçimini sağlayan, bir saz kulübede yaşayan üç kişilik bir ailenin anlatımıyla başlıyor olaylar. Kino, Juana ve Coyotito bu ailenin bireyleri. Romanın ilk sayfalarında Kino’nun halkının türkülerle bağından bahsediyor yazar: “Kino’nun halkı bir zamanlar türküler bestelemek konusunda harikaydı, öyle ki her gördüklerini, her düşündüklerini, her yaptıklarını, her duyduklarını türkülere dökmüşlerdi. Ama bu gelenek eskimişti, gerçi türküler bugün de yaşıyordu, Kino onları ezbere biliyordu ama yenileri eklenmemişti. Bu, kişisel türkülere yer olmadığı anlamına gelmiyordu.” diyor John Steinbeck ve az önce bahsettiğim umudu hissettiren şu cümleyi de ekliyor: “Şu anda Kino’nun içinde duru ve yumuşak bir türkü yükseliyordu, kelimelere dökebilse Ailenin Türküsü derdi ona.” Böylelikle roman boyunca sık sık karşılaşacağımız türkü ögesiyle ilk sayfalarda kesişmiş oluyor yolumuz.

İlerleyen sayfalarda karşımıza çıkan “Öteki sabahlar gibi bir sabahtı ama yine de hepsinden güzelmiş gibi geldi Kino’ya.” cümlesi de beni romanın içine daha çok çekti ve huzur verdi ama çok geçmeden yazar bizi “gerçek hayatla” yüzleştirdi. Kino’nun beşikte yatan çocuğu Coyotito’yu bir akrebin sokmasıyla Kötülüğün Türküsü sarmıştı Kino’yu: “Kafasında yeni bir türkü, Kötülüğün Türküsü vardı şimdi, düşmanın türküsü, aileye göz diken herhangi bir düşmanın, yabanıl, gizli, ölümcül bir ezgi, onun altında Ailenin Türküsü acıyla yakarıyordu.” Gelişen olaylarla yazar, “Umut hep var, sevgili okuyucum, ama neticede dünya burası, cennet değil, gerçeklerle yüzleşme zamanı geldi.” der gibiydi. Neticede acıyla, çaresizlikle, yoksullukla, hüzünle, endişeyle, korkuyla karşı karşıya gelmiş olduk. Kino’nun -ilk başlarda- hayranlıkla karşıladığım savaşı, bu olaydan sonra başladı.

Juana ve Kino, çocukları Coyotito’yu doktora götürdüler ve burada da romandaki olayların gelişmesinde zincirin önemli halkalarından biri olan yoksullukla karşılaştık. Çünkü doktora verecek değersiz birkaç inciden başka bir varlıkları olmadığı için aile, doktorun kapısından çaresizlikle geri döndü.

Ertesi gün Juana ve Kino, Ciyotito’yu da yanlarına alarak işlerinin başlarına döndüler. Bu hayattaki tek değerli malları olan kinoyla denize açıldılar ve çocuklarını tedavi ettirebilmek için doktora verebilecekleri değerli bir inci aramaya başladılar. “İnci bulmak, bir rastlantı sonucuydu, inci bulmak uğur getirirdi kişiye, Tanrı’nın, tanrıların ya da hepsinin o kişinin sırtını sıvazlaması anlamına gelirdi.” cümlelerinden de anlaşılacağı üzere, romanda anlatılan Kızılderili halkı için inci bulmak, şansının dönmesi anlamına geliyordu. Çocukları için değerli bir inci bulmayı öyle çok istiyorlardı ki… Gelgelelim bu “çok istemek” yüzünden şans gibi görünen bir olay tam tersine dönebilirdi Juana’ya göre: “Bir şeyi çok fazla istemek iyi değildir. Bazen şans ters dönebilir yoksa. Ayarında istemeyi bilmeli kişi, Tanrı ya da tanrılarla iyi geçinmenin yolunu bulmalı.” Bu düşüncelerin sahibi Juana’ydı ve Juana bu düşünceler içindeyken Kino koskocaman bir istiridye bulmuştu. Juana’nın yanına döndüğünde bu istiridyenin içinden 'dünyanın en büyük incisi'nin çıktığını gördüler birlikte. “Juana soluğunu tuttu, hafif bir inilti koyverdi. Umulan incinin gizli ezgisi yükseldi; duru, güzel, zengin, sıcak, olağanüstü, parıltılı, düşman çatlatırcasına ve muzaffer.

Kino’nun 'Dünya’nın Biricik İncisi'ni bulduğu haberi kasabada hızla yayıldı. Böylelikle insanların ikiyüzlülüğüyle karşılaşmış olduk. Bir gün önce paraları olmadığı için Coyotito’yu tedavi etmeyen doktor, bu haberi duyunca “Kendisi benim hastamdır, çocuğunu akrep sokmuş, ben bakıyorum.” demeye başladı. Doktor dışında neredeyse her meslekten insan Kino’yla ilgilenmeye başladı. Sırf Dünya’nın Biricik İncisi için… Biz de hayatın çirkin bir gerçeğiyle daha yüzleşmiş olduk. Böyle insanlar günlük hayatta da maalesef karşımıza çıkıyor. Sevgiden, iyilikten, insanlıktan, yardımseverlikten habersiz bir şekilde yaşayıp gidiyorlar. Dünyanın en büyük mucizesi olan gerçek sevgiyi bir kez olsun tatmış olan bir insan, böyle bir düşünceye sahip olamaz. O yüzden sevgiyle büyütülmeli her çocuk. Zira bu dünyadan göçüp giderken ardımızda sevgiyle büyütülen bir çocuk bırakırsak dünyaya en büyük iyiliği yapmış oluruz.

Kino’ya srıf inci için dost gibi görünen herkes, aslında içten içe bir düşmanlık besliyordu: “Herkes Kino’nun incisiyle bir bağ kurmuştu birdenbire, Kino’nun incisi de herkesin düşlerine, yatırımlarına, düzenlerine, tasalarına, geleceğine, dileklerine, gereksinimlerine, tutkularına, açlığına katılıverdi, aradaki tek engel Kino’ydu, o yüzden de garip bir biçimde herkesin düşmanı oluverdi Kino.” cümlelerinde bu düşmanlığı açıkça görüyoruz. İlerleyen sayfalarda Juana ve Kino’nun başına gelecek uğursuzlukları sezdiren şu cümleler de bir uyarı niteliğinde: “Haber kasabada uyuklayan sonsuz kara ve uğursuz bir şeyi uyandırmıştı; bu kara tortu bir akrebi andırıyordu, aş kokusu gelirken duyulan açlığı andırıyordu, sevgisiz kalınınca duyulan yalnızlığı andırıyordu.” Juana ve Kino da tamamen safdillikle herkesin onlara karşı samimi olduğunu düşünüyordu. Bu durum ise “herkesi kendin gibi bilme” durumunun romanda karşımıza çıkan haliydi: “Kendileri mutlu ve coşkulu olduklarından, herkesin bu sevinci paylaştığını sanıyorlardı.

Kino hayâller kurmaya başlamıştı, eline geçecek olan parayla yapacaklarını düşünüyordu. Çocuğunu okutmayı hayâl ediyordu. Onun okumasıyla, öğrenmesiyle, bilmesiyle kendilerinin de özgürlüğe kavuşacağını düşlüyordu. İncinin uğuru, Coyotito’nun onlara koca bir kitap okumasıydı ona göre. Büyük bir mucizeydi bu olay hem Kino ve ailesi için hem de kasaba halkı için: “Biliyorlardı ki bundan böyle takvim, Kino’nun incisinden başlayacaktır; evet yıllar yılı bu anı düşünecek, tartışacaklardı.” Fakat hiçbir şey düşünüldüğü gibi gerçekleşmedi. İnci alıcıları Kino’yu kandırmak için incisinin çok da değerli olmadığına inandırmaya çalıştılar onu. Yoksul bir insan için yüksek ama incinin değerine göre çok düşük paralar teklif ettiler Kino’ya. Kino reddetti ve incisini gerçek değerinde satabilmek için başkente gideceğini dile getirdi. “Derler ya, insan asla doymak bilmez diye, yüzünü verseniz ille de astarını ister diye. Bu sözler insanı kınama amacıyla söylenir, oysa insan soyunun en büyük yeteneklerinden biri, onu elindekiyle yetinen hayvanlardan üstün kılan bir yetenektir bu.” diyen Steinbeck’in cümleleri giriyor burada devreye. Kino’nun abisi Juan Tomas da şu cümlelerle uyarıyor kardeşini: “Sen yalnızca inci alıcılarına meydan okumadın, bütün bir yapıya, bütün yaşam biçimine meydan okudun. Senin adına korkuyorum. Yeni bir toprakta yürüyorsun, yolu da bilmiyorsun.” Bu cümleler de aklıma Samed Behrengi’nin Küçük Kara Balık adlı çocuk kitabını getiriyor. “Ben bilmek istiyorum, demişti Küçük Kara Balık, “Hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp ölüp gitmek mi yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?” Kino da incisini asıl değeri karşılığında satabilmenin mümkün olup olmadığını görebilmek için gitmeye karar vermişti. Karısı onu vazgeçirmek için uğraştı, inciyi geldiği yere geri göndermeyi bile denedi fakat başarılı olamadı. Hayattaki tek varlıkları olan kayıkla yola çıkmaya niyetlendiklerinde kayığın döşemesinin delik deşik olduğunu gördüler. İnci yüzünden... Kino bir cinayet işledi. İnci yüzünden... Juana ve Kino’nun sazdan kulübelerini yaktılar. Yine inci yüzünden... Kino da sonunda incinin uğursuzluğunu anlamıştı ama yine de vazgeçmedi: “Kimseye kaptırmayacağım. Onu önceleri birine armağan edebilirdim, ama artık benim uğursuzluğum, benim yaşamım oluverdi, ondan ayrılmayacağım.” Buraya kadar Kino’nun kararlılığını, doğru bildiğinden vazgeçmeyişini hayranlıkla okudum. Umudu çağrıştıran, mutlu sonla bitecek bir roman okuyorum sandım. Ne yazık ki yanıldım. Aslında kitabın çevirisini yapan Tomris Uyar’ın “Sunuş” yazısındaki şu cümlelerden tahmin ettiğim gibi bir son olmayacağını anlamalıydım: “Steinbeck, iflasların birbirini izlediği, işsizliğin, parasızlığın, açlığın kol gezdiği, insanoğlunun umudunun, var olma direncinin seyreldiği bir tarih anında olanca görkemiyle gerçek umudun türküsünü söylemiştir. Tozpembe olmayan gerçek umudun.

Gerçek bir umut vardı bu kitapta. Yoksullukla savaşan bir ailenin, bu yoksulluktan kurtulmak uğruna her şeyi göze almalarının umudu. Fakat bu umut zamanla kişiyi felakete sürükleyen bir hırsa dönüştü. Neticede para hırsı uğruna evladını kaybeden bir babaya şahit olduk romanın son sayfalarında.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

24 Ekim 2018 Çarşamba

İyi ile kötünün kadim savaşı

Makamların en güzeli “hayret makamı” olsa gerek. Beni bu makamda gezdiren üç şey var. Biri tabiat, diğeri çocuklar ve iyi kitaplar. Hepsinin de hamurunda büyülü bir yaratılış var.

John Steinbeck, “Cennetin Doğusu” romanıyla bir edebiyat şölenine imza atarken bana düşündürttükleri tam olarak böyle bir şey. Salinas Vadisinde yaşam süren iki köklü ailenin süregelen iki neslinin hayatlarını derinlemesine ele aldığı bu roman temelde iyilik ve kötülük arasındaki kadim savaşın bir yansıması.

Steinbeck genelde alt sınıfı, toplumdaki ötekini basit olaylar çerçevesinde anlatmayı tercih eder. Sahneler oldukça vurucudur. Gösterme konusunda çok mahirdir. İnanılmaz durulukta bir tasvir gücü vardır. Okuyucuyu derinden etkileyen ve okurken yazarına sempati beslemesine neden olan başlıca şey de bu bence. Steinbeck’e göre siyah ve beyaz vardır ama gri yoktur. Romandaki karakterlere baktığımızda da bunu görürüz. Karakterler bir zıtlık üzerine inşa edilmişlerdir. Sevgi ya da nefret ağır basan iki duygudur.

Cennetin Doğusu’nda da hep iyi ile kötünün kavgasını izleriz. Karakterler oldukça canlı ve görünürlerdir. Bu kavgayı aktarırken yazar bir yandan da iyiliğin ve kötülüğün doğuştan mı yoksa sonradan edinilen bir seciye mi olduğu konusunda düşünür. Okuyucu da düşünmeye sevk eder böylece ama hiç vaaz etmez. Hatta bazen Tanrı’nın kötülüğü niye yarattığını sorgularken işi dönüp dolaştırıp kutsal kitaplara ve insanların anlayışına getirir. Bir sözcük üzerinden kutsal metin okuması yaptırırken teoloji derslerinde bulur kendini okuyucu. O “bir sözcük” romanın final sahnesinde okuyucuyu vurucu bir sahnede beklemektedir.

Roman boyunca savaşın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisi, bilgelik, aile, yabancılık, çiftçilik, kasaba hayatı, trajedi gibi konular etrafında dolaşırken durup soluklandığımız nokta hep insan ruhu olur. Yaratılıştaki fıtratın kaderi nasıl şekillendirdiğin deneyi gibidir karakterlerin hayatı.

Daha romanın ikinci sayfasında “insanın başka şeyi yoksa sahip olduğu her neyse onunla övünür. Belki ne kadar az şeyi varsa, o kadar çok övünmesi gerekir” gibi bir cümleyle durup da hayata baktığı noktanın çok başka bir yer olduğunu imler bize yazar.

Romanın ikinci bölümünü şöyle açar yazar: “Gördüğünüz gibi, kitap 1900 adı verilen büyük sınıra vardı. Bir yüzyıl daha öğütülüp çalkalandı; olan bitenler insanların isteği doğrultusunda bulandırıldı.”. Bu cümle sizce de tarih yazma konusunda galiplerin riyakârlığını da açığa vurmuyor mu? Özellikle de savaş tarihi konusundaki yalanları.

Ve sarsıcı bir cümle daha. Zamanını bir cümleyle özetleyen mahir bir yazarın hayrette bırakan ifadesi. “ Öyle ki bazı uluslar Tanrı düşüncesinin yerine kollektiflik düşüncesini koydular. Benim zamanımın tehlikesi bu. Dünyada müthiş bir gerilim var, kopma noktasına yaklaşan bir gerilim; insanlar mutsuz, kafaları karışık.

Mevzu edebiyat olunca beni düşündüren şeylerden biri de ancak bir sosyoloji çalıştayından ortak akıl ile çıkacak bir sonucun bir roman yazarının kaleminden çıkabilir olması. Tıpkı psikanaliz biliminin ilk örneklerine Dostoyevski’nin romanlarında rastlanması gibi. Bu bir hayat ustası olma sanatı mıdır yoksa gözlem gücünün etkileyici yansıması mı? Bu denli psikolojik tahlillerin, sosyolojik tespitlerin bir edebiyat eserinde bulunması beni hep büyülemiştir. Edebiyatı kıymetli yapan şey de bu olsa gerek.

Roman sanatını Fransızların bulduğu, Rusların geliştirdiği ve belli bir seviyeye çıkardığı söylenir. Faulkner, Ernest Hemingway, Salinger ve Steinbeck gibi isimleri düşününce Amerikalıların da onu bambaşka bir seviyeye getirdiği aşikâr.

Romanın 337. Sayfasında oldukça vurucu bir sahne var. Beni derinden etkileyen bir sahne. Neredeyse tam bir film sahnesi. Tüm canlılığıyla halen gözümün önünde. Bu kısmı okuduktan sonra durup nefeslenmek ve o anın tadını çıkarmak istedim. O an uzun sürsün istedim. Tekrar okudum ve bu kitap bitmesin diye vites düşürmek durumunda kaldım.

Bu edebiyat şölenine romanın çevirmeni Roza Hakmen de ustalıkla ayak uydurmuş ve ortaya usta işi bir çalışma çıkmış. 656 sayfalık hacmi ise uzaktan okuyucuyu korkutsa da elinize alıp Steinbeck ’in dünyasına girdiğinizde size az bile gelebilir.

Ve yazarın öykü sanatına dair manifesto niteliğinde bir cümlesiyle sizi baş başa bırakıp sonlandırıyorum.

Gerçekte daha fazla güzellik vardır, derdi. Korkunç bir güzellik bile olsa. Şehir kapılarındaki öykücüler hayatı çarpıtır, tembellere, aptallara ve güçsüzlere güzel görünecek şekle getiriler; oysa bu, dinleyenlerin zaaflarını pekiştirir sadece, hiçbir şey öğretmez, hiçbir şeyi iyileştirme, kalbi de havalandırmaz.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf