Jean Baudrillard etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jean Baudrillard etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2016 Cuma

Solun temelinde çürük var

Felsefenin özellikle Kant sonrası felsefenin ilke ve kavramları bir program halinde Alman idealizmindedir. Dolayısıyla milliyeti ne olursa olsun bu felsefe ile çalışacaklar önce Alman dili ve edebiyatını etraflıca öğrenmek zorundadır. Dünya Savaşlarının ardından bu gelenek, Nazi Almanyası'ndan kaçan Alman edebiyat eleştirmen ve filozoflarınca Türkiye üzerinden Amerika'ya taşındığı gibi, onu iyi bilen ve takip eden Fransız filozofları tarafından da devam ettirilmiştir. Jean Baudrillard da bu geleneği iyi bilen bir Fransız'dır; çünkü önce Alman dili ve edebiyatı görmüş ve Almanca öğretmeni olarak çalışmıştır. Aynı zamanda bu çalışmalarına edebiyat eleştirmenliği ve çevirmenlik de dâhildir. Modernleşmeyle birlikte piyasaların kapitalist bir tarzda genişlemesine eşlik eden metalaşma süreçleri ve dini inançların zayıflatılmasıyla ortaya çıkan gerilimler karşısında Baudrillard, mevcut olanın da altında ezilmemek için direnç/dayanak noktasını Alman düşüncesinde bulmuştur. Nietzsche'nin Batı düşüncesine getirdiği eleştirileri derinleştirerek insanlığın içine sürüklendiği varoluşsal krizden duyduğu kaygıyı kendine has bir dil ile ifade etmeye çalışmıştır. Bu yolla, tarihin tekdüze ilerleyen rasyonel bir süreç olduğu görüşünü paylaşan Hegelci ve Marksçı geleneklerden de krizi derinleştirdiğini düşündüğü için kopmuştur. 1978-1984 yılları arası sol ile ilgili kaleme aldığı yazılarından oluşan “İlahi Sol” kitabı da bu kaygının bir ürünüdür. Oğuz Adanır'ın titiz çalışması sonucu çevrilen ve Boğaziçi Üniversitesi Yayınları arasında okuyucuya ulaşan “İlahi Sol”, Fransa'da solu çözümlemekten -ve eleştirmekten- ziyade solun Baudrillard'da nasıl algılandığını da gösteren bir metindir.

Kitabında -daha doğrusu 1977 yılında tutmaya başladığı günlüğünde- Baudrillard, bir bahse girerek solun iktidara gel(e)meyeceği iddiasında bulunur. Çünkü solu temsilen Komünist Parti, -gerek yöntem gerek anlayış itibariyle- içinde bulunduğu hipergerçekleşmiş bir simülasyon toplumunu analiz etmekten uzak arkaik bir politik tutum ile yanlış bir strateji gütmekteydi. Bir başka ifadeyle sol, toplumsalı tamamen hatalı bir şekilde değerlendirmekteydi ve vaktiyle yanlış temeller üzerine inşa edilmiş sınıf savaşımı ile sermaye karşıtlığına dayalı politik ilkelerini yeni dönem ile zorla irtibatlandırmaya çalışıyordu. Bu ilkelerden ilki, burjuvazinin feodal düzen karşısında özgürleşmek amacıyla daha önce hiç görülmemiş bir değer düzenini getirmek için başvurduğu sınıf terimidir. Fakat burjuvazinin tekelinde olan sınıf terimine proletaryanın da kendini yadsıması için başvurulduğunda siyaset oyunu baştan kaybedilmiştir. İkincisi ise Marksistlerin sermaye karşıtlığını kullanım değeri üzerinden kurmaları olmuştur. Bu yolla da vahşi bir etik anlayış ile değişim değerini sınır tanımayan bir egemenlik biçimi haline getiren kapitalizme kullanım değeri üzerinden ahlaki bir görünüm kazandırarak sermayeyi sıradanlaştırmıştır. Böylece işlerin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için ellerinden gelen katkıyı sağlamışlardır.

Solun politik ilkeler konusunda yaşadığı bu kafa karışıklığı da iktidarı gözden kaçırmasına sebebiyet vermekteydi. Daha ilginci ise solu temsilen Komünist Parti'nin bu eski stratejilerdeki ısrarı, onun iktidara gelmek istemiyor olmasıyla alakalıydı. Bir bakıma Komünist Parti varlığını iktidara karşı bu tutumuna borçluydu. İktidar olamadığı her dönem onun yerini sağlamlaştırmasını, uzun vadeli bir kuruma dönüşüp ondan beklenti içine girilmesini sağlamaktaydı. Bu sayede cumhuriyet, tarih ve devrim için ondan istenen yedek parti görevini de yerine getirmekteydi.

Baudrillard'ın iddiasına rağmen Fransa'da sol, Komünist Parti'nin de çökmesinin büyük rol oynaması ile 1981 yılında iktidar oldu. Bunun ardından -çelişkili gibi görünse de- Baudrillard, solun iktidarda kalacağı öngörüsünde bulunmuştur. Çünkü Baudrillard'a göre sol, her ne kadar temsil edebilme sürecini gittiği yere kadar götürmek istese de; kitleler, temsiliyetin sona erdiği, herkesin modaya uyduğu bir simülasyon toplumunda soldan ne bir değişim ne de temsil talep etmektedir. Aksine, bir iktidar modeli haline gelerek kendini değişim ve gelecek simülasyonuna çeviren sosyalizmden sahnelediği bu temsil oyununa tanık olmak istemektedir. Zaten 1980'li yıllarda esnek enformatik, özerkleştirilmiş, birleştirici, katılımcı, en küçük zerreciklerine kadar hünerli, serbest girişimciliğin yenilediği, serüvenci bir toplumsal aydınlanma da sosyalizm kavramını alt üst etmişti. İşlemselliğe bağlı bu yeni toplumsallık da, bir gösteri toplumundan çok buz tutmuş kaskatı bir toplumsal düzene doğru yol almaktaydı. Yalnızca değerlerden hoşlanan, yaşamın tüm alanlarında ahlaki bir duruşa sahip olmak isteyen, tarihe mal olmuş erdemlerin savunuculuğunu yapan sosyalizm ise gösterge ve simülakrlara dayanan çok daha kurnaz ve ahlaksız olduğu söylenebilecek güncel gerçeklik karşısında acınacak bir duruma düşmekte, aciz kalmaktadır. Baudrillard'ın yönelttiği temel itiraz da solun üstlendiği bu ilahi konumdur.

Her ne kadar sola getirdiği eleştiriler hazmedilmese de ve pesimist bir perspektiften nihilizme saplandığı gerekçesi ile kitleleri pasifleştirdiği, eşitlik, adalet ve tahakküm konularında sermayeye karşı direnişi anlamsızlaştırarak doğrudan eleştir(e)mediği şeklinde lanetlense de, Baudrillard ne yapmalı sorusuna yapay cennet düşünün terk edilmesi gerektiği cevabını verir. Gerek sağ siyasette gerek sol siyasette kötülüklere karşı savaşmak için yapay bir şekilde yapılandırılmış cennet ideali, günümüz toplumlarında artık başvurulabilecek bir silah değildir. Dolayısıyla Baudrillard'a göre bugün cennet idealine karşı dövüşmek tek çıkar yoldur.

Dönemin hakim havasının uzağında konumlanan Baudrillard, içinde bulunduğumuz toplumlardaki simülasyon yapılarına işaret ederek kaygılarını bu yolla dile getirmeye çalışmıştır. Bu yapıların sadece Batı dünyasına has gelişmeler olduğu, eğer Baudrillard değerlendirilecekse, ait olduğu toplum içerisinde, bağlı bulunduğu değerler kümesi özelinde bütünlüklü bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği söylenebilir. Bu görüş kısmen doğrudur da; ama modernleşmeden nasibimizi aldığımız ölçüde de Baudrillard'ın dikkate alınması gerekmektedir. Sol konusunda ise Türkiye'de üç beş liberal kırıntının ve onların da radikalize edilmesinin dışında sola dair bir şey var mı ki?

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

26 Şubat 2015 Perşembe

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz

"Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir."
- Jean Baudrillard

Tamamen bireysel bir bakış açısıyla iktidarı da muhalefeti de eleştirip dışlayan Baudrillard yeni tüketim toplumunun artık asıl/kopya, gerçeklik/görünüş gibi karşıtlıklar kurularak açıklanamayacağını, çünkü yabancılaşılan bir insan özünün ve hakikatinin ve buna bağlı olarak hakikati temel alan toplumsal muhalefet biçimlerinin yok olduğunu, bir simülasyona dönüşen gündelik hayatın gönderme yapabileceği dolaysız yaşam biçimlerinin ortadan kalktığını iddia eder. Baudrillard’ı sosyalist görüşten ayıran temel fark budur.

Dünya düzeninin değişiyor olduğuna dair ilk sinyalleri elbette ki medya vermiştir. Yaklaşık kırk yıl kadar önce, Amerika’da Loud Ailesi ile 1971 yılında başlayan ilk ‘Reality Show’ programıyla artık birey televizyona değil, televizyon onun nasıl yaşadığına bakar olmuştur. Baudrillard, bu bağlamda, ‘Panoptik Gözetleme Sistemi’nden, aktifle pasifin yok edildiği bir caydırma sistemine geçildiğine değinmektedir. Model ve gerçeğin birbirine karıştığı bu “hiper-gerçek dünya” artık bireyi haber yapmaktadır. “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…” Yedi ay aralıksız sürdürülen çekimler sonucunda Loud ailesinden geriye kalan ne yazık ki sadece 300 saatlik bir film olmuştur; çift boşanmış, çocuklar ise dağılmıştır. (Baudrillard, J. Simulakrlar ve Simülasyon.1982, s: 53).

Toplumun büyük bir kesimi tarafından ilgiyle izlenen bu tarz ‘Reality Show’larda bireyler kendi kimliklerine en yakın buldukları kişilerle adeta bütünleşerek ‘taraf olma’ ve ‘ötekileştirme’ yaklaşımını göstermişlerdir.

Tüketim Toplumu, bu tarz programlarda da gözlemlenebildiği gibi, radikal bir toplumsal muhalefet yaratamaz. Ancak anomi ya da anomali üretir; amaçsız şiddet, kollektif kaçış davranışları (uyuşturucu, hippiler) yorgunluk, intiharlar, sinir hastalıkları, iç sıkıntısı ve suçluluk duygusu bu topluma hakimdir…

Büyük ölçüde birbirine benzeyen, televizyon dünyasındaki gibi konuşan, gülen, düşünen, giyinen bireylerden oluştuğu için toplum artık varlığının anlamını bulmaya çalışmaz. Toplumla ilişkisini bir dünya görüşü çerçevesinde temellendirmek isteyen birey tipi büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Televizyonda görünen hayat izleyicisine zorla dayatılan, onun yabancısı olduğu bir hayat değildir. İzleyici televizyonda, zaten yaşadığı ya da en azından özlem duyduğu bir hayatın yansımalarını görmektedir. O, ‘Bihter yüzükleri’ ve ‘Shakira kemeri’ alarak mutsuzluğunu gidermeye çalışacaktır.

Eşitlik talep edilene kadar eşitsizlik yoktur!

Mutluluk kavramının ideolojik gücü toplumsal ve tarihsel olarak modern toplumlarda mutluluk söyleminin eşitlik söylemini canlandıran söylem olmasından ileri gelir. Eşitlik söylemi, sanati devrimi sonrasında üstlendiği politik ve sosyolojik güç ile mutluluk kavramına devredilmiştir. Mutluluk, ‘eşitlik’ olarak ‘lanse edildiğinde’ ve/veya algılandığında ise, bu kavrama ölçülebilirlik katmak ihtiyacı doğar. Tocqueville, "Mutluluk, nesneler, göstergeler ve ‘konfor’ aracılığıyla ölçülebilir refahtır!” der. Kanıtlara ihtiyaç duymayan ‘içsel mutluluk’ kavramı, tüketim toplumu inanışında hemen dışlanır! Bu idealde mutluluk, öncelikle eşitlik (ya da ayrıcalık) talebidir ve bu yüzden kendini görünür ölçütler bakımından göstermek zorundadır (Baudrillard, J. Tüketim Toplumu. s:52-53).

“Bireysel ihtiyaçlar ve hazlar bu dile bağlı olarak sözden ibarettir.”
Haz zevk olarak değil ama yurttaşlık görevi olarak kurumsallaşmıştır. Birey etkin bir şekilde kendini tüketmeye hasretmelidir, aksi taktirde toplum dışı kalmak tehlikesiyle karşılaşır. Marjinal konuma düşmek istemeyen her birey çalışma piyasasına uygun bilgi ve beceri birikimini her an yenilemek, “işin içinde olmak”, giyim kuşamından genel kültürüne kadar her şeyine dikkat etmek zorundadır.

“Tüketmekte ya da tüketmemekte özgür olan savaş öncesinin küçük tasarrufçuların ya da anarşik tüketicilerin artık bu sistemde yapacakları hiçbir şey yoktur.” 

Tüketim toplumu kültürü halkın ayağına götürür. Bir çift çorap ya da bir bahçe koltuğu, bir kilo domatesle aynı anda hipermarketten alınabilmektedir (s.124). Kültürel nesneler çamaşır makinasıyla aynı tarzda tüketilmektedir. Bu kültür gerçekten kültür sahibi olanları ve geleneksel kültürün kendi kendini yetiştiren marjinal kahramanını dışlar. Tüketim toplumunun kültürü insanları toplumsal ve mesleki olarak bütünleştirir ve birbirlerine uyumlu hale getirir.

Tüketim toplumunun insanı boş zaman etkinliklerini çalışma alanında hakim olan zorlama ahlakı çerçevesinde gerçekleştirir.

Bronzlaşma saplantısı… güneş altındaki bu zorunlu cimnastik ve çıplaklık ve özellikle de eksiksiz yaşamaya özgü bu gülüş ve bu neşe hepsi birlikte aslında ödev, fedakarlık, çilekeşlik ilkesine adanmanın belirtisidir.

Aynı zorlama insanlar arasındaki doğal sıcaklık ve gülümsemenin yerini kurumsal nezaketin ve gülümsemenin almasına yol açar. İçtenliğin yok olmasıyla birlikte “… reklamın yakın, içten, kişisel iletişim tarzlarını taklit ettiği görülür.

Bireylerarası ilişkilerde varılan nokta gerçek sıcaklığını kaybetmiş bir diyalog zorlamasıdır. Tüketim Toplumu neden meydana gelmiştir? Baudrillard, tüketim toplumunun meydana gelişinin altında yatan sebepleri ortaya koyarken, şunları söylemektedir:

“Tarihte aynı olayların iki defa vuku bulduğu olur. Birincisinde bu olaylar gerçek bir tarihî değere sahipken, ikincisi birincisinin karikatürüdür ve grotesk (garip, acayip, fıtrî olmayan) bir serüvendir; efsane olmuş bir atıftan beslenir.”

Bu tespitin ardından Baudrillard, yitirdiğimiz değerleri, gerçeklerinin yerini tutamayan sunî düzenlemelerle telâfi etmeye çalıştığımızı belirtmektedir. Yeşilini yitiren hayatta yok olan insanlık, şehirlerin göbeğinde oluşturduğu sunî teneffüs borusu misali parklarla vicdanını rahatlatmaktadır. İnsanlık, tarihe karışmış bazı güzellikleri, ritüel biçiminde, zorla yeniden güncelleştirerek tüketmektedir.

“Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her şey karşıtına dönüşmektedir… İktidarlar ancak bir ölüm simulasyonuna baş vurarak gerçek ölümden kaçabileceklerine inanır.”

Bu, tüketim toplumunun özelliğidir. Günlük haberlerin acımasız yalancılığı, kitle iletişimi yoluyla bütün felâketlerden yola çıkarak günlük hayatın sadeliğini ve sakinliğini yüceltmektedir. Cinayetler, hırsızlıklar ve tecavüzler her gün haber konusu yapılmakta, bunlardan yola çıkılarak faziletli bir topluma hasret yansıtılmaya çalışılmaktadır.

Baudrillard “bilgi gelişimi” tabiriyle, bir yeniden çevrimi anlatır. Çünkü günümüzde moda, bilgidir. Enformasyon toplumunun içinde yaşayan her fert, bilgili olmak, gelişmeleri takip etmek zorundadır. Daha doğrusu öyle yapıyor görünmelidir. Yoksa aslında ortada bilgi geliştiren falan yoktur. Günümüz insanının bilgiye ulaşma çabaları, modayı takip etme gayretiyle aynıdır. İkisinin de yaptırımı içtimaî muvaffakıyet yahut dışlanmadır. Dolayısıyla işimiz, rasyonel bir ilmî birikim süreciyle değil, rasyonel olmayan bütün diğer tüketim süreçleriyle dayanışma içindeki içtimaî yapıyladır.

Yaşadığımız çağda her şey yeniden çevrim sürecinin içindedir. Tabiat, sanat, bilim ve bunun gibi her şey… Tabiat sevgisi, çevreyi koruma çabaları, kirliliğe karşı meydanlarda atılan nutuklar, sanki bütün kötülüklerin müsebbibi kendisi değilmiş gibi, insanoğlunun yaşanmış değerleri sunî olarak yeniden tüketme girişimidir. Sanat eserlerinin en kıymetlisinden en bayağısına kadar aynı ortamlarda sergilendiği, kıymetsiz olanın kıymetlisine bir zarar vermediği görülür. Nadir sanat eserlerinin kopyalanıp seri olarak üretilmesinde bir mahsur yoktur. Çünkü çevrimde sıra onlara gelmiş, tüketilme zamanı medya tarafından ayarlanmıştır.

Bilim için de aynı şey söz konusu olmaktadır. İnsanlar ilmî bir dergiyi okumak için aldıkları kanaatindedirler, fakat bir çoğu okunmadan kenarda bekler. Gaye, bir üst kültür seviyesinin paylaşıldığı topluluğa ait olma isteği ve gayretidir. Ortak kodları ve mesajları iletişim maksadıyla kullanabilme isteği, düşünmenin, bilgiyi kullanmanın üstündedir.

Medya, tüketicinin davranışlarını yönetir ve insanlara zevkleri hatırlatıp, bu zevklerin nasıl olması gerektiğini öğretir. Reklâmlar, bu konuda ciddî yatırımlar yapılarak geliştirilmekte, insanların eğlenerek ve hoşlanarak seyredeceği şekle sokulmaktadır. Hâlâ “annesinin televizyonunu, margarinini, elektrik süpürgesini kullananlar” dışlanmakta, yeni modeller sunulmaktadır. Alternatiflerin sunuluşu öyle kurnazcadır ki, “alayım mı?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmez, “hangisini almayalım?” sorusunu, farkında bile olmadan kendimize sorduğumuzu görürüz.

Reklâmlarda hep “prezentabl” (eli yüzü düzgün, gösterişli) tipler kullanılarak model insan paradigmaları oluşturularak önemli insanların “A” ürününü seçtiği ihsas edilmektedir. Tüketici bu durumda nesnenin faydalılığı ile ilgili soruya değil, nesnenin ona toplumda kazandıracağı statü ile ilgili soruya cevap vermektedir.

Sembollerle kuşatılmış sanal bir dünyada gibiyiz. Mahremiyetin dönüşümünü yaşıyor, kendimize ait bir hayat süremiyoruz. Ferdiyetçiliğin zirvesine çıkma aşkıyla yaşadığımız yılların sonunda en tepeden uçuruma yuvarlanırken, bireyselleşmeyle mahremiyetin farkını çok geç görmenin acısını çekiyoruz. Ne “ben” olarak kalabiliyor ne “biz”e ulaşıyoruz. Başkaları tarafından kurgulanmış bir hayatın figüranlığını yapıp senaryomuzu “öteki”lere yazdırıyoruz. En kötüsü de bunun farkında olmamamız. Öyleyse yapılacak şey nedir? Baudrillard’ın sözleriyle noktalayalım:

“Sistemi başarısızlığa uğratabilen tek şey terörizmdir. Çekilen bir söylevin, ironik bir gülümsemeyle sıfırlanması, kölenin yadsınmayı yadsıyan o bir anlık tavrıyla efendisinin gücünü sıfırlayıp keyfini kaçırması gibi, terörizm de her şeyi tersine çevirdiği sırada, alttakinin bıraktığı izleri silerek onu sıfırlamaktadır… Düş gücünü harekete geçirebilen tek şey terörizmdir.”

Sinem Güdüm
* Bu yazının tamamı daha önce ecotopianetwork'te yayımlanmıştır.

19 Şubat 2015 Perşembe

Geçmişin ve geleceğin reddedildiği topraklar

Fransız felsefeci ve toplumbilimci Jean Baudrillard, Amerika (Amérique) adlı eserini 1986 yılında kaleme alınmıştır. Post modernist bir yaklaşımla kültürleri ele alan Baudrillard, bu eserinde Amerika’yı kıta genelinde değil, Amerika Birleşik Devletleri özelinde incelemeler yapmıştır. Fransızca’dan Türkçe’ye Yaşar Avunç tarafından çevrilmiştir.

Kitabın içindeki bölümler Amerika’nın farklı yerlerine seyahat eden Baudrillard’ın fikirsel yansımalarını aktarması üzerine şekillendirilmiştir. Her bölüm öncesi, o bölümün coğrafyasına ait bir fotoğraf kullanmıştır.

İlk bölüm, yazarı çok etkileyen çölde sonsuzluk hissi veren geniş düzlüklerin konu edildiği Vanishing Point’tir. Yazar burada ilk adımda esere özgünlüğünü kazandıran boyunu izah ediyor. Amerikan kültürünün izlerini filmlerden ya da turistlerin ziyaretine açılmış, bu amaçla yaratılmış ya da yeniden düzenlenmiş yerlerde aramıyor. yazara göre bu alanlar, insanları gerçekten uzaklaştırma illüzyonunu yaratması için tasarlanmış alanlardır. Bunun yerine Baudrillard, kültürü doğal ortamlarda aramaya çalışıyor. Arabasıyla yalnız ilerlediği çöllerde hissettiği sonsuzluktan bahsediyor. Bu his, doğadan çıktığı için kültüre dair fikir verebilir. Bu coğrafya, yani Las Vegas, bir yerde kapitalist çemberlerde üçüncü türden ilişkiler sunarken diğer yandan geniş çöllerde şaşırtıcı şekilde bellek yitimine yol açıyor. O kadar ki birkaç nesil önce ataları Amerikalılar tarafından katledilen Meksikalılar, bugüne gelindiğinde Amerika’yı övmektedirler.

Kitabın ikinci bölümünde Baudrillard, Amerika’nın kalbinin attığı New York’a uzanıyor. New York’u ilk olarak dışsallığıyla ele alıyor. Onun gözünden gökdelenler adeta antik çağlardaki dikilitaşlar gibi yükseliyor. bu bağlamda, New York’u Atina-İskenderiye-Persepolis’in halefi olarak aday gösteriyor ve dünya medeniyetlerinin merkezi olarak tanımlıyor. Avrupalılar karakteristik özellikleri gereği meselelerin üzerinde derin düşünür, büyük sözler ederler. Amerika’da bu derinlik yoktur fakat New York’u ve Los Angeles'ı dünyanın merkezine koyan bu meselelerin hayata geçtiği yer olmalıdır. Fikirlerin hayata geçtiği, hayatın sokağa döküldüğü bir yerdir burası.

İkinci bölümde, yazar Amerika değerlendirmelerinde Avrupa karşılaştırılması yanılgısına düşüldüğünü belirtiyor. Amerikalıların yalnızca Amerikalı olmalarını istiyor diyerek ekliyor: Avrupa yalnızca yasını tuttuğumuz eğretilemenin yok olmasının sevinci. Buradaki bakışıyla Baudrillard, ikisi arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurulmasından ziyade, ikisinin ayrı değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Amerika’daki herkes gülümsüyor fakat bu gülümseme kitabın yazıldığı dönemde ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yüzündeki gülümseme kadar sahte. Sanki gülümsemek zorunda oldukları için gülüyorlar ve her yerde yalnızlık var.

Son üç bölümde yazar, özellikle kendi gözlemleri üzerinden türettiği kültürel çözümlemelere yer vermektedir. Amerika’da herkesi mutsuz ve yalnız olduğunu sıkça yineler. Sokakta jogging yapan insanlar bile kendi kıyametlerini çağırmak için kendi kendilerini tüketmek için koşarlar. Kendi kıyametlerinin öncülleridir. Amerika’da her şey boldur ama diğer yandan her yerde her şeyin biriktirilmesi salıverilir. İnsanlar uyarı tabelalarına göre hareket ediyorlar. Sanki özgürlük ülkesindeymiş gibiler ama köşe bucakta tabelalar ve yasal uyarılar var. Bu uyarıları göz ardı ederek yaşamak imkansız. Yaşamak için her şey sizden önce düşünülmüş.

Amerika’da gerçek çok uzakta. Ne geçmiş ne de geleceği olan bu yer her şeyin merkezinde duruyor. Disneyland’ın tek amacı Amerikalılara, "Amerika’nın tamamı Disneyland gibidir" yanılgısını yaratmak içindir. Amerika’nın gücü ütopik yaşamın gerçek olabileceği hissini yaratmakta yatar. Amerika tarihi inkar eden, hatta yok sayan bir medeniyet inşa etmiştir. İnsanları tam da bugünü yaşıyorlar bu yüzden.

Jean Baudrillard, Amerika adlı bu eserinde iki önemli katkı yapıyor. İlki, kültür eleştirilerini şehrin tanınmış mekanlarında değil, geniş alanlara yayılmış coğrafik özelliklerin üzerinden yapıyor. Doğayı dönüştüren insan kültürü de yaratmış oluyor. Amerika’nın geniş düzlükleri ve insanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yükselen gökdelenler sonsuzluk hissiyle bütünleşen şimdinin yaşanmasını sağlıyor. Bu uygarlık sanki Atina'dan başlayan antik ruhun günümüzdeki merkezi gibidir. İkinci önemli katkı ise, Baudrillard'ın Avrupalı bir düşünür olmasına rağmen klasik Amerika-Avrupa karşılaştırması yapmaktan itinayla uzak durma çabasıdır. Kitabın genelinde her iki medeniyeti ve kültürü geniş yüreklilikle eleştirir. Amerikalıların günlük ritüelleri birbirine benzer, sahte ve yönlendirilmiştir. Zaman algısı hep bugüne odaklıdır çünkü hem geçmiş hem de gelecek bu topraklarda reddedilmiştir.

dengesizduzenbaz
eksisozluk.com/biri/dengesizduzenbaz