Italo Calvino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Italo Calvino etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2017 Pazar

Şehri biçimlendirmek dünyayı biçimlendirmektir

"dağlardan dönüyorsun o sağır yamaçlardan
çevik bacaklarını getiriyorsun ne çiçek ne de ninni
boz şayaktan poturun dağlarda ne güzeldi
şehre varınca artık meşinler giymelisin
daha esmer
daha kankusturucu
sen o baygın sevgilerin adamı değilsin."
- İsmet Özel, Mazot (1970)

Sanayileşme öncesi devirlerde şehir ile taşra arasına çekilen hat daha çok kültürel alışkanlıklar ve devletin teşkilatlanma noktasındaki ayrımları gösterirse de sanayileşme sonrasında bu ayrım her geçen gün şiddetini artırarak tezahür eden doğanın tahribatı eksenine oturdu. Toplumların yüzyıllar içinde şekillenmiş dünya görüşü, şartların ve köklü arzuların idaresinde meydana getirilen şehirler gitgide yerini kapitalizmin büyüttüğü heva ve hevesin sevkiyle türeyen kentlere bıraktı. Bu dönüşüm yarattığı çeşitli sorunlardan başka, en temelde, bütün oluş ve mevcudiyetiyle kendisine müteveccih olarak varedilmiş doğayı insandan kopararak sürekli nükseden bir iç sıkıntısı üretti.

Kuşkusuz bütün bu olan bitenler zaman içerisinde sanat ve edebiyatın başat meseleleri arasına da girer. Büyük şehirlerde özellikle İstanbul'da kentleşmenin ivme kazanmaya başladığı yıllarda Son Kuşlar (1952) hikayesinin sonunda Sait Faik, gelecekte şehirlerde tabiatın mahvının varacağı boyutlara dair kehanetlerde bulunur. Yaşar Kemal 1978’de okurla buluşan Kuşlar da Gitti eserinde insanda merhamet duygusunun yitimiyle kentleşme arasında bağ kuran bir kurguyla yine benzer bir tahribata dikkat çeker. Mustafa Kutlu’nun 1979 Kasım ayında yayımlanan Yokuşa Akan Sular hikayesindeki şu satırlar kent-taşra ayrımının, günümüzde neredeyse birincil göstergesi haline gelen tabiattan yoksunlaştırılmışlığı etkileyici bir biçimde gözler önüne serer: ‘‘Küçük mavi pembe çiçekler serpilidir. Yeşilin saydam uçları çimenlerde. Su domur domurdur. Çakıllarda eleğimsemalar. Görülmemiş tutulmamış bir güzellik. Kirletilmemiş bir su. Dağlardan ceylanlar iner. Göğün tüllenen kızıllığı laciverde koşarken. Kenarında saygıyla dururlar. Tek dal, tek yaprak kıpırdamaz. Bir ân-ı vahitte kalırlar. Sonra eğilip içerler. Sen bir musluğa eğiliyorsun. Topraktan kopmuş suya. Clor kokuyor elin ayağın. O canım fayanslardan döşüyorsun. Sonra pırıl pırıl sıhhi tesisat armatürleri. Yollar, tarlalar, dağlar aşıyor içine insan sığan borular. Dozerler çalışıyor, türlü kanallar açıyor. Sonra yeni buluşlar, filtreler. Lağım sularından, deniz suyundan yahut o içinde it leşleri yüzen, şişmiş, yumuşamış tüyleri dökülüp pelteleşmiş, karnı deşilip bağırsakları patlamış it leşleri yüzen, beton labirentlerin çöplüklerinden süzülüp gelen su birikintilerinin toplandığı gölcüklerden. Ağır, yağlı üzerinde iri yeşil sineklerin uçuştuğu mülevves gölcüklerden pompalarla basılıp zorla itilen, bir türlü akmayı beceremeyen, “git ak musluklardan” diye kırbaçlanan o maiyi.’’

İtalo Calvino’nun ilk kez 1965 yılında yayımlanan Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler kitabı da safvetini kaybetmemiş vasıfsız bir işçinin gözünden, okurun dikkatini kent üzerine toplayan başka bir eser olarak karşımıza çıkar.

Yirmi öyküden meydana gelen kitapta her bölüm başlık olarak bir mevsimle ve o mevsimde Marcovaldo’nun başından geçen ilginç olayın dokusunu taşıyan bir altbaşlıkla isimlendirilmiştir. Calvino, beş kez yinelenen bir mevsimsel döngüde kent hayatını saf, vasıfsız bir işçi olan Marcovaldo’nun penceresinden resmeder.

Bu Marcovaldo’nun gözleri kent yaşamına az yatkındı; ilanlar, trafik ışıkları, vitrinler, ışıklı tabelalar, yazılar, dikkat çekmek için tasarlanmış olsalar da sanki bir çölün kumlarını tarayan gözlerine hiç takılmazlardı. Buna karşılık bir dalda sararan yaprak, bir kiremitten sarkan kuş tüyü gözünden hiç kaçmazdı; bir atın sırtındaki sineği, bir masada böceklerin açtığı deliği, bir kaldırımda ezilmiş incir kabuğunu görmediği, mevsim değişikliklerini, içindeki özlemleri, yaşamındaki yoksunlukları duyumsadığında kafa yormadığı olmazdı hiç.

Marcovaldo’nun mizacı ve yaşadığı kentle kurduğu alaka hakkında okura kuşatıcı bilgiler veren bu satırlar, onun yaşadığı yerle arasındaki ilişkinin uyumsuzluğuna dair kuvvetli ipuçları verir. Marcovaldo’nun yaşadığı kentle uyumsuzluğu, onun bilinç düzeyi ve toplumda yer aldığı statü dolayısıyla asla bir çatışmaya dönüşmeyecektir. O, adeta kente tutulmuş bir ayna gibidir. Ondan yansıyan görüntüler yeni kentlerin hüviyetinin ana çizgilerini taşır.

Kitabın en etkileyici yanlarından biri, Marcovaldo’nun saf mizacı ve yapısıyla öykülerin dili arasında var olan kusursuz bir tutarlılıktır. Sürekli kurulmuş bir makine gibi yaşamayı telkin eden kentte, kendini bu fasit dairenin dışına çıkaracak en küçük his ve tedaisinin bile hesapsızca hemen peşinden giden Marcovaldo’nun, başından geçen sıradışı ve çok kere de gülünç durumlar içten ve muzip diyebileceğimiz bir dille anlatılır.

İnsanın sabah uyanma anı ve bunun biçimi, kent hayatının etkilerinin yoğun olarak gözlemlenebileceği dakikalar arasındadır. Bedenen uzun çalışma saatlerinin yorgunluğu giderilmemişken baskın veren bir çalar saat sesi, paslı bir havaya açılan pencere. Neredeyse tek özelliği “apar topar” olarak vasfedebileceğimiz bir başlangıç.

Her gün böyle bir sabaha gözlerini açan Marcovaldo’nun bir yaz günü, aklına, gece parkta bir bankta uyuyarak sabah gözlerini yaprakların kımıltısına, gökyüzüne açmak, kuş sesleriyle uyanmak eser. Gidip geceyi parkta geçirir. Ama umduğu gibi olmaz. Hem dışmekan olarak kent hem de içmekan olarak ev, müteradif bir huzursuzluğu taşır çünkü.

…kendi kendine: “Ne olur bir kez de çalar saatin zili, yeni doğan Paolino’nun viyaklaması ya da karım Domitilla’nın öfkeli sesi yerine kuş sesleriyle gözümü açsam,” diyordu ya da: “Basık, havasız bir oda yerine, burada bu canlı yeşilliğin içinde uyuyabilsem, bizimkilerin horlamalarını, sayıklamalarını, sokaktan geçen tramvayın gürültüsünü duymadan, burada sessizlik içinde, sokaktan yansıyan lamba ışığının çizgiler oluşturduğu kapalı perdelerin yapay karanlığı yerine, burada gecenin doğal karanlığı içinde; gözlerimi açtığımda yaprakları, gökyüzünü görebilsem!” Marcovaldo sekiz saatlik –artı fazla çalışma- niteliksiz işçi görevine her sabah bu düşüncelerle başlıyordu.

Bu düşüncesinin akabinde Marcovaldo geceyi parkta geçirmeye gider. Hiçbir şey düşündüğü gibi gelişmez. Uzandığı bankta uyumaya çalıştığı sırada kendisinin umduklarıyla arasına yine kent girer: “Ne yazık ki, böyle yatınca tam bir doğal dinginlik içinde gözlerinin kapanmasını sağlayacak, yalnızca ağaçlardan, gökyüzünden oluşan bir görüntü düşmüyordu gözlerinn önüne; bir ağaç, anıtın üstündeki bir generalin kılıcı, bir başka ağaç, bir ilan tahtası, üçüncü bir ağaç, sonra biraz daha ötede, trafik ışığının peş peşe sarı sarı olarak yanmayı sürdüren aralıklı yapay ayı, kısa aralarla birbirini izliyordu karşısında.

Aşırı tüketimin başlı başına bir fenomen olarak insan hayatına dahil olması bir piyasa olarak kentleşmenin yaygınlaşmasına rastlar. İnsanlar ilanlar ve reklamlarla kuşatılmıştır. Bu, kapitalist ekonomiyi diri tutan en temel dinamiktir. Reklamlar aracılığıyla insanlara, aslında ihtiyacı olmadığı şeyler ihtiyacıymış gibi lanse edilir. Görünürde ihtiyaç olmayan şeylerin ihtiyaç olarak kabullenilmesi süreğen bir kıvamda tutulur böylelikle. Marcovaldo’yla süpermarkette bir alış-veriş esnasında karşılaştığımız hikaye, bir piyasa olarak kenti tüketim alışkanlıkları ekseninde ortaya koyar. Kentte çoğunluğu teşkil eden işçilerin ihtiyaçlarını temin etmede yaşadığı güçlük beri tarafta market arabalarını taşarcasına dolduran insanların varlığı arasında kurulan kontrast kentlerin iktisadi ve sosyal hayatının dengeli olmayan yanlarına dikkat çeker.

Tüketin! Malları elliyor, yerlerine bırakıyor, tekrar alıyor, elleriyle çekiyorlardı; tüketin! Solgun yüzlü tezgahtar kızları tezgahların üstüne çamaşırlar, çamaşırlar yaymak zorunda bırakıyorlardı; tüketin! Renkli sicim çileleri topaç gibi dönüyor, çiçekli kağıt tabakaları kanat çırpar gibi havalanıyor, alınanları her biri fiyonk düğümlü küçük paketler ve küçük paketler, paketler ve paketler, büyük paketler halinde sarmalıyorlardı. (…) artık ellerinden tutulmayan çocuklar kaybolup ağlıyorlardı. Bu akşamlardan birinde Marcovaldo, ailesini dolaşmaya çıkardı. Parasız olduğu için, dolaşma başkalarının alışverişlerine bakmak anlamına geliyordu; para ne kadar çok el değiştirirse, parası olmayanda o kadar çok “Er geç, birazı da benim cebime girecek,” diye umutlanıyordu. Ailesi kalabalık Marcovaldo’nun zaten düşük olan aylığı hemen taksitlere, borçlara gidiyordu. Ama yine de süpermarkette dolaşıp etrafa bakmak güzeldi.

Marcovaldo’nun kentle uyumsuz haline ve bütün tabiat özlemlerine bakarak taşralı abir bünye taşıdığını söylemek mümkün olmaz. Düpedüz bir kentlidir o. Onun aslında arzu ettiği şey, tabiat dekoru mahvedilmemiş bir kentte, bir ağaç gölgesi ve bir parça gökyüzünün altında veya bir su kenarında soluyabilmenin imkanıdır sadece. Yaşadığı kentten çekip gitmeyi hiç hatırına getirmez, bağlıdır ona. Onun yaşadığı şehre bu bağlılığını, bir ağustos ayında imkanı olanların kenti terk ettiği bir sırada, fırsat bu fırsat deyip şehri daha önce fark etmediği çizgileriyle seyretmeye, bazen de onu görmek istediği gibi tahayyül ederek duyumsamaya çıktığında görürüz.

Yılın belirli bir noktasında ağustos ayı başlıyordu. Birden genel duygularda bir değişiklik gözleniyordu. Kenti artık hiç kimse sevmiyordu; daha düne kadar onca sevilen gökdelenler, yaya altgeçitleri, otoparkları sevimsiz, itici oluveriyorlardı. İnsanlar bir an önce kentten gitmekten başka bir şey düşünmez oluyorlardı; trenleri dolduruyor, otoyolları tıkıyorlar, ayın 15’inde hepsi gitmiş oluyordu. Bir kişi dışında. Marcovaldo kenti terk etmeyen tek kentliydi. (…) Sabah kent merkezinde dolaşamaya çıktı. (…) şimdi yapabiliyordu istediğini, üstelik kırmızı ışık yanarken karşıya, hem de yanlamasına geçiyor, alanların orta yerinde duruyordu. Ama aldığı keyfin bu kuraldışı davranışları yapmaktan çok, her şeyi bir başka türlü görmekten kaynaklandığını anladı: sokakları vadi tabanı ya da kurumuş ırmak yatağı gibi, evleri sarp dağ dizileri ya da yalıyar yamaçları gibi görüyordu.

İnsanın yaşadığı şehir dünyada var olan şehirlerden sadece bir şehir veya piyasa olmanın çok ötesinde aslında insanın hayatının tamamını geçirdiği dünyasıdır. Coğrafi küçük ölçüleriyle sınırlılığından öte her gün hayatı yeniden üreteceğimiz bitimsizliğin imkanını taşıyan yegane yer olmalıdır şehir. Bu bakımdan tabiatın mahvıyla ilerleyen bir şehirleşme insanı darlamaktan başka bir bünyeyi intac edemez. Şehri biçimlendirirken aslında bütün bir ömrümüzün bu yerde geçtiği düşünülecek olursa dünyamızı biçimlendirdiğimizi fark ederiz.

Ahmet Çarpar
twitter.com/musahibc

9 Ağustos 2012 Perşembe

Uzun bir yolculuk hayali kuranlara

Ruhuna Kitap, bu yazıyla birlikte farklı bir formata da el sallıyor. Şöyle ki, daha önce bir yazar tarafından önerilmiş kitabı, diğer bir yazar da önerebilecek. Böylece okuyucularımız farklı önerilerle iyi bir değerlendirme yapabilecek. Temmuz ayında yazarlarımızdan Tuna Bahar'ın önerdiği Italo Calvio kitabı olan "Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu", bu kez de Ahu Akkaya'nın kaleminden sizlerle buluşuyor.

*** 


"Okumak yeni oluşmaya başlayan 
bir şeye yaklaşmak demektir..."

Post-modernizm akımının en başarılı temsilcisi İtalyan yazar İtalo Calvino’nun  hem yazar, hem kahraman ve hatta kendi okuru olduğu ; kurgusunun orjinalliği, geometrisinin kusursuzluğu ve içeriğinin yarattığı anlamla bir başyapıttır.

Okur kendini, kahramanının yine kendi olduğu bir öykünün, yolculuğun içinde bulur. Varış değil, yolculuktur asıl amaç.

"Okuduğum şeylerin öyle ayan beyan ortada olmasından hoşlanmam, kim bilir neyin işareti olan, şimdilik ne olduğu bilinmeyen şeylerin varlığının belli belirsiz hissedildiği konuları yeğlerim."
Klasik bir kurguya sahip diğer romanlardan çok farklı, okurla muhabbet ediyormuşcasına yazarının sesinin duyulabildiği, içinde on bir farklı romanı matruşka misali barındıran, roman nasıl okunurun romanıdır Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Zaman zaman yorucu ama oldukça keyifli bir yolculuğun kitabı.

Sözcüklerle yap-boz oynar gibi oynayan, üstün gözlem yeteneğine sahip Calvino’nun, bu romanını iki temel üzerine oturttuğu görülür:

Her şey başladığı yere geri döner.
Her hikaye başladığı yerde biter.

Yazar karmaşık ve zengin diline karşılık oldukça samimidir. Hayalgücü çok yüksektir ve insanın varolan durumunu hiç varolmamış hikayelerle betimler. Çok tanıdık gelen olguları, sıra dışı durumların arkasına gizler.

Siz de bu sıcak yaz günlerinde kışa hasret kalıp uzun bir yolculuk hayali kuranlardansanız Calvino’nun bindiği trene bir bilet almalısınız.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

10 Temmuz 2012 Salı

Bir romanı, tam içinde yaşamak isteyenlere

Italo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin. Kapıyı kapasan iyi olur; öte yanda mutlaka çalışmakta olan bir televizyon vardır. Hemen seslen ötekilere: “Hayır, televizyon seyretmek istemiyorum!”. Sesini yükseltmezsen duyamazlar seni. “Kitap okuyorum. Rahatsız edilmek istemiyorum!”. O gürültü arasında seni işitmemiş olabilirler, daha yüksek sesle söyle, bağır hatta: “Ben, Italo Calvino’nun yeni romanını okumaya başlıyorum!”. Bunu söylemek istemiyorsan, seni huzur içinde bırakmalarını umut edelim.

İşte bu paragrafla açılıyor “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”. Açıkçası daha önce hiçbir romanda görmediğim bir anlatım tekniğiyle yazılmış bu roman beni oldukça heyecanlandırdı.

"Bütün öykülerin vardığı sonuç şudur: İnsan tek bir hayat yaşar, tek bir tane; dokunmuş olduğu ipliklerin seçilemediği keçeleşmiş battaniye misali, hayat tekdüzedir, kendiyle aynıdır."

Italo Calvino, 1923’te Küba’da İtalyan bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Calvino iki yaşındayken İtalya, San Remo’ya yerleştiler. Yirmili yaşlarında Einaudi Yayınevi için çalışan antifaşist entelektüellerle, özellikle de Cesare Pavese ile ilişki kurdu. 1972’de İtalya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Feltrinelli Ödülü’nü kazandı. 1985’te beyin kanaması sonucu Siena’da öldü.

Calvino bu eserinde, bir yazarın okurlarına nasıl hitap edeceğinden, öykünün kurgusunu neye göre belirleyeceğine kadar kendi kendine konuşuyor. Bir anlamda bu romanda Calvino, Calvino’yu okuyor. Romanın baş karakteri olan “Erkek Okur” üzerinden hareket ederek tam 10 adet romana giriş yazıyor Calvino. Elbette bu girişleri bizler bölüm bölüm okuyoruz, çünkü erkek ya da kadın okurunu yeni bir romana başlatırken, o romana biz de onlarla birlikte başlıyoruz. Calvino’nun olayları anlattığı bölümler ise “1, 2, ....., 11, 12” diye numaralanmış bölümlerdir.

"...Aslında dikkatle bakıldığında bunun sağlam ve yaygın gerçek bir zenginlik olduğunu anlarsın; öyle ki benim anlatacak tek bir öyküm olsaydı, bütün gürültüyü bu öykünün çevresinden koparırdım, ona tam değerini verebilmek için çabalardım, ama biriktirdiğim sınırsız anlatı malzemem olduğu için bunları telaşsızca ve umursamazca ele alabilirim; hatta bu işten birazdan sıkıldığımı yansıtabilir, ikincil dereceden olaylarla lafı uzatıp anlamsız ayrıntılara girme lüksünü kendime tanıyabilirim.”

Romancılık dünyasının sırlarına değinen, çalışkan yazarla huzursuz yazar karşılaştırması yapan, artık her şeyin sahtesinin çıkabildiği dünyada orijinalitenin nasıl yakalanacağından bahseden, üç beş yıllık yazarların kaleme almayı bırakın, akıllarından dahi geçiremeyecekleri ölümsüz bir romandır bu. Yazıya ve yazı sanatına biraz olsun ilgi gösteren herkesin okuması gereken, her evde olması gereken zaruri ihtiyaçlardan biridir. Romanın adı bile tamamlanmamış bir cümledir. Sırf bu yüzden bile tehlikelidir...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar