Hermann Hesse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hermann Hesse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2022 Pazartesi

Her yaşam bir yol denemesidir

Bazı yazarlar, hiç tanışmasak da sıkı dostumuzdur. Bizi anladıklarını biliriz. Bu anlayış içinde kelimelerle ifade etmesi biraz güç hâller vardır. Çünkü modern zamanların insanları için anlaşılmak, bir başkasının “seni anlıyorum” demesinden ibarettir. Oysa seni anlıyorum lafı, giderek plastikleşiyor, önemini yitiriyor, hakikatini kaybediyor. Çağlar önce bu dünyadan göçmüş kimseler, bizlere “seni anlıyorum” demeden, nasıl anlaşılabileceğini gösteriyor. Şu çıldırasıya yaşanan günlerde, kaygan zeminlerde, kendimize "nasılsın?” diye sormaktan neredeyse utandığımız bir çağda, anlaştığımız yazarlara sımsıkı tutunmamız gerekiyor.

Edebiyat araştırmacısı Adolf Musch yolda giderken benzinciye uğruyor. Görevli, Hermann Hesse'nin bir kitabına dalmış vaziyette, neredeyse Musch’ü görmüyor bile. Musch dayanamıyor ve biraz da mesleki merakı sebebiyle "Neden o yazarı okuyorsun?" diye soruyor. Benzin istasyonundaki görevlinin cevabı hem çok sıradan hem de oldukça büyüleyici. Onun ve çoğumuzun okumaktan başka bir muradı yok zira. Şöyle diyor görevli: "Çünkü Hesse beni seviyor."

Ben de böyle hissetmişimdir hep. Hermann Hesse’nin Siddharta, Demian, Bozkırkurdu, Boncuk Oyunu romanları hayatımda hep birer köşe taşı olmuştur. Öldürmeyeceksin kitabı bambaşka kapılar açmıştır. Jung ile dostlukları hep ilgimi çekmiştir. Profil Kitap tarafından yakın zamanda yepyeni bir Hesse çevirisi neşredildi. Kendini Keşfet isimli kitap, bir şahsiyetin nasıl inşa edileceğinin de formüllerini fısıldıyor. Kendi yolunu inşa edip bu yolda yürüyenlere kuvvet verecek cinsten metinler içeriyor. İnsan bu tür metinlerin, hele ki Hesse gibi bir kalemden çıkıyorsa, çok daha uzun olmasını istiyor çünkü doymak pek mümkün olmuyor.

"Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Her birimiz kendi amacımıza varmak için çabalarız. Birbirimizi anlayabiliriz ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz." diyor Hesse. Dik başlı olmayı övüyor. Onun dik başlılık düşüncesinin temelini erdemler oluşturuyor. Bir insan erdemlerine ömrü boyunca ne kadar dikkat eder de onları geliştirebilirse, kendi iç yasasını ne derece ciddi oluşturursa, o kadar anlamlı bir hayat yaşayabilir. Bunun için de en yakınımızdan en uzağımıza kadar insanların bizden bekledikleriyle ilgilenmememiz gerekiyor. Biz; ailemize, toplumumuza ve insanlığa ne verebiliriz, onunla ilgilenmeliyiz. Dolayısıyla içsesimiz, iç çocuğumuz ve hayat karşısında tutunduğumuz dertlerimiz, meşgalelerimiz hayati birer boyut kazanıyor.

Bir düzine yaşamı değil de, kendi biricik yaşamınızı sürmek için doğduysanız, sizi kendi kişiliğinize ve kendi yaşamınıza götürecek yolu her ne kadar çetin de olsa bulacaksınız. Bunun için kararlı değilseniz, gücünüz yetmiyorsa, bu durumda er ya da geç vazgeçmek zorunda kalacak ve toplumun ahlakı, zevkleri ve törelerine bağlanacaksınız.

Kendimizi keşfetme noktasında meşgalelerimiz yol göstericidir. Elbette bunun için insanın kendi zevklerini de iyi bilmesi gerekiyor. Elimize geçen ya da imkan bulduğumuz her şeyi bir meşgale olarak kabul edemeyiz. Meşgalenin, ruhumuzu ayağa kaldıran ve hayatı anlamlandıran bir yanı vardır. Hatta bu yanı, onu vazgeçilmez yapar. Alışkanlık ya da tutku değildir meşgale, ikisinden de başkadır. Kendine mahsus bir zamanı vardır, kendine ait bir mekanı vardır, ruh hali vardır. Her durumda yürümez, her durumda şifa vermez. Hermann Hesse de hayatı boyunca meşgalelerine eğilmiş, pek çok romanında anlattığı kimselerin işleri dışındaki hayatlarını da önümüze sermiştir. Tam burada aklıma bir hatıra geliyor. Süheyl Ünver hoca bir gün kızı Gülbün Mesara'ya “İçinde gizli bir yer olsun, oraya hiç üzüntü, sıkıntı sokma. Orası sana ait olsun!” demiş. Orası meşgalenin merkezi. Dünyaya tutunduğumuz, gönlümüzü zenginleştirdiğimiz, insanlara hizmet ettiğimiz yer. Orası kadarız belki de.

Kendi hâlinde, kendi bildiğince, hiç kimsenin dediğine ve ettiğine bakmadan yolunda yürüyebilmek büyük nimettir. Bu yolun derdi tasası hiç bitmez ama şikayet etmeyip şükredene her an tecelli eder derman. Tattığım ve yaşadığım için yazıyorum, âcizane ama hâlisâne. El âlem ne der diye yaşamanın faturası acımasızdır. Bu acı faturayla geç yaşlarda karşılaşmamak için Hesse’nin yazdıkları önemini giderek artırıyor. Zira: “Bir karaktere dönüşmek herkese kısmet olmaz, insanların çoğu suretler olarak kalır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Haziran 2020 Cumartesi

Yeni bir hayat kurmak için kendini aramak

20 Eylül 2019'da çok önemli bir isim göçtü bu dünyadan: Kâmuran Şipal... Eğer bugün Hermann HesseAlfred AdlerElias CanettiJungRilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun. Onun anmadan bu yazıya başlamak, taş yemek gibi olurdu. Oysa taşları yemek yasak.

Hermann Hesse'nin yazdıkları içinde çok ayrı bir yer tutuyor Klein ve Wagner. Öyle ki Yapı Kredi Yayınları kitabı roman olarak kategorileştirmemiş, anlatı demiş. İkisi arasında gidip gelen, başıyla sonuyla son derece sarsıcı, insanı iç dünyasına döndürmeye çabalarken yazarın kendi sorgulamalarını da ortaya döken bir kitap. Ama asla bu kadar değil. Hesse, kitabı yazdığı dönemde kişisel yaşamında bir bunalıma giriyor, ailevi sorunlar diyelim. Kapısını çaldığı isim Carl Gustav Jung. Muhtemel ki şifasına ulaşmaya çabalarken Jung'dan öğrendikleriyle bir anlatı-roman kurgulamak istemiş olacak ki Klein ve Wagner'in en büyüleyici tarafı bilinçaltına dalıp, Jung'un 'persona' teorisini herkesin anlayabileceği biçimde aktarması. Jung'un kült eseri Dört Arketip'teki yeniden doğuş çeşitlerini hatırlatan bir hikâyesi olduğunu da söyleyebilirim. Hadi biraz daha derinleşelim ve hem Hesse'nin hem de Jung'un doğu düşüncesine ve doğu mistisizmine olan merakını da hatırlayarak kitaptaki birçok cümlede tasavvufua dair izlerin olduğunu da önemseyelim.

Friedrich Klein çalıştığı bankada saygın bir memur. Ev yaşamında sadık bir koca. Ancak bir gün -ki bu bir travmasının, bir anısının harekete geçmesiyle ilgili diye düşünüyorum- bankadaki bir miktar parayı zimmetine geçirir, güneye doğru yola çıkar. Yanında bir çanta dolusu paranın dışında sadece sahte bir pasaport ve tabanca vardır. Hesse burada bize ipucu verir sanki. Pasaportun sahteliği, Jung'un 'persona' teorisindeki "Dışarıya bakan rüya görür ve hayal dünyasında kaybolur, içeriye bakan uyanır ve kendini keşfeder" sözünü hatırlatır. Tabanca ise bir ölüm vakasını, bir cinayeti ya da katliamı. Güneyde bulacağını sandığı hayat ona en ters noktadan bir tokat savurur. Sürekli kabuslar görür. Öyle ki cinnete varan krizler yaşar. İşte bu krizlerden birinde ailesini katleden ilkokul öğretmeni Wagner aklına geliverir. Wagner adeta onun bilinçaltına oturur, yerleşir. Klein kendisini Wagner'le özdeşleştirir. Bir zaman sonra artık ondan ayrı biri olmadığını düşünecek seviyeye bile gelir.

Hesse oyununu kurmuştur. Ana karakter ve "cennet ve cehennemini kendi içinde taşıyan" Klein, anti-kahraman Wagner, bilinçaltı, persona, sahte bir yaşam, kaçınılması güç gerçekler ve ölüm... Evi terk ettiği için çocuklarını bir daha göremeyecektir Klein ve bu durum ona depresyonu en derin boyutlarda yaşatır. Belki de terk ettiği için değildir bu göremeyiş, öldürdüğü içindir, buna kim cevap verebilir? Wagner? Olabilir. Artık yaşamında aradığı anlama hiçbir zaman ulaşamayacağını düşünürken kafasının içindeki Wagner'i de bastırıp ondan kurtulamaz. Geldiği yerin yükü, ulaştığı yerin hayal kırıklıkları ve ruhundaki düzleşmesi mümkün olmayan engebeler adeta ölümü çağırır. Kaygı başlarda biraz sempatikmiş gibi görünse de insanın ruh düşüklüğünden tez yararlanır, nitekim Klein da canına kıyıverir. İçindeki Wagner onun katili oluverir.

Miguel Serrano'nun Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları kitabını okuduktan sonra, Hesse'nin anti-kahraman olarak Wagner ismini seçmesine bir anlam biçmeye çalıştım. Müziğe olan ilgisi malumdu. Acaba bu Wagner, Richard Wagner olabilir miydi? Tamam, kitaptaki Wagner bir katildi, ailesini katletmişti, ruhsuzdu, insani değerlerle hiçbir alakası yoktu. Ama ismen bir Wagner daha vardı ki sanatçıydı, çok büyük bir müzisyendi, beste tekniğiyle zirveydi, doğrudan insan ruhuna hitap ediyordu. Klein'ın ulaşmak istediği anlamla, varmak istediği karakterle bir alakası olabilir miydi? Muamma elbette, ama bir merak olarak zihinde dalgalanması bile Hesse'nin meziyetiydi.

Kitaptaki bazı alıntıların da Hesse'nin Alman romantizminde bağlı olduğu silsileyi aşikar ettiğini söyleyebilirim. "İnsan kendi yaşamına yön verdiğine, kendi kendisinin kılavuzu olduğuna inanır; ama öte yandan en içsel varlığı karşı konulmaz bir güç tarafından yazgısına doğru çekilip götürülür." diyordu Goethe. "Yalnızca bir tek bilgelik vardı, yalnızca bir tek inanç, bir tek düşünüş: İçimizdeki Tanrı bilgisi." diyerek bu sözü şerh ediyordu sanki Hesse.

Friedrich Klein'ın hissettiği her duygunun ve düşüncenin, yaptığı her eylemin ardında bir boş kapı vardı sanki. Hiçliğe, hiçe uzanan bir kapı. Bu durum Hermann Hesse'nin yazım sürecine dair bazı ipuçları veriyor aslında. 1911'de Hindistan'a yaptığı yolculuk, ona doğu düşüncesinin sırlarını açmıştı. İnsan bu dünyaya ruhunu inşa etmek için, kendini ve varoluş amacını bulmak için geliyordu. Anlamı arıyordu, o büyük anlamı. Hesse de bu boş kapıyı açmaya uğraşıyordu belli ki. Şöyle diyordu: "Önemli olan ne varsa ruhunda barındırıyordu insan, dışarıdan kimse ona el uzatamazdı. Yeter ki kendisiyle savaş durumunda olmasın, kendi kendisiyle sevgi ve güvene dayalı bir yaşam sürsün, üstesinden gelemeyeceği bir şey gösterilemezdi."

Bilinçaltının gizemiyle insanın kendi içine doğru yönelmesinin kitabı Klein ve Wagner. Aynı zamanda Hermann Hesse'nin karakterler ve düşünceler arasında içini döktüğü, kendisinden kaçma maksadı kendine ulaşma olan bir adamın öyküsü. Yeni bir hayat kurmak için evvela yeni bir benlik inşa etmenin hikâyesi. İncecik ama aslında kapkalın bir kitap. Polisiye görünümlü bir varoluş sorgulaması da denebilir. Zaten insanın yaşam öyküsü de böyledir: kendinden kaçar, kendini arar.

Yazıyı bitirirken, Behçet Çelik'in Belleğin Girdapları adlı romanını da anma ihtiyacı hissettim. Orada da hatıraların eşliğinde kendini bulmak için her şeyden, en önce de kendinden kaçan bir adamın öyküsü var zira. Kendinden kaçak, keskin bıçak ama biricik, daima biricik olan insanın hem en doğal hem de en tuhaf hâlleri var her iki kitabın da damar damar atan sayfalarında. Çünkü bellek acımasızdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Nisan 2020 Pazar

Beklemek, aramanın öz kardeşidir

"Sabırsızlığını terbiye et. Burada sana ancak beklemek yardım edebilir."
- Jung, Kırmızı Kitap

Arayış, kişisel derinleşme, ruhun derinliklerine inme romanları her zaman sevilir, zaman geçtikçe yine okunur. Siddhartha'nın tüm dünya okurlarında olduğu gibi Türk okurunda da bu kadar sevilmesinin sebebi, 'şark insanı' olduğu için mi? Bu soru burada durmasın ve biz 'şark insanı'nın aksine beklemeden bir cevap arayalım.

Alef dizisinde bir replik geçti. Eski eserler memuru "şark oturup beklemenin yeridir" dedi ki bu söz Ahmet Hamdi Tanpınar'a aittir. Sufi ve şarkiyat metinlerinde de sıkça karşılaşılan bir ifadedir, elhak doğrudur. Bizde beklemek esastır. Beklemeden olmaz. 20. yüzyılın büyük metafizikçisi olarak görülen Frithjof Schuon mesela "Batı yalanların üzerinde yaşar, doğu hakikatin üzerinde uyur" der. Elhak o da doğrudur. Schuon tasavvufla buluşup kendini bulmuş bir Basel'lidir. Ama bunun için uzun yıllar resim, şiir gibi sanatlarla aramıştır aradığını, yani beklemiştir. Velhasıl, bu toprakların eski(mez) dervişlerinden Sadettin Ökten pek güzelini söyler: "Allah'tan başka her şey ağırlıktır. Nasip varsa o yükü alır gider üzerinden. Nasip yoksa da eyvallah deyip bekleyeceksin."

Siddhartha'yı sadece arayış romanı olarak görmemek lâzım o hâlde. Bir bekleyiş romanıdır aynı zamanda. Yazarı -bilhassa yabancı yazarlar arasında her zaman ilk sırayı verdiğim- Hermann Hesse de bir 'bekleyiş ustası'dır. Çünkü o da başka bir 'bekleyiş ustası'ndan kuvvetti yettiği kadar istifade etmeye çalışmıştır. Kimdir o? Jung'tur elbette. Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabı bu anlamda oldukça önemli. Gönül isterdi ki bu kitap daha uzun olsun, daha detaylı. Her şeye rağmen Hesse'nin Jung'tan alabildiklerini yazdığı romanların içinden çekip çıkarmak da bir hayli keyifli, lezzetli. Şimdi yeniden romana dönebiliriz.

"Kendi kalbine kulak veriyor, onun nasıl yorgun ve üzgün çalıştığını duyuyor, bir ses işitmeyi bekliyordu" Siddhartha. Sonra, "yüreğinde bir şeyin ölüp gittiğini duydu, bir boşluk hissetti, önünde bir haz, bir amaç göremez oldu. Düşüncelere dalmış, oturup bekledi. Bunu, bu tek şeyi ırmaktan öğrenmişti: Beklemek, sabretmek, kulak verip dinlemek.". Kendisine ne iş yapabileceği sorulduğunda da ona öğretilenleri, ama öğrenirken de sahiden insanı insan yaptığı için sevdiği, bir görev olarak değil gerçekten de kendisini geliştirdiğine inandığı üç şeyi cevap olarak sundu: Oruç tutmak, beklemek, düşünmek. Bilge olarak gördüğü kişilerden aldığı birer mirastı bunlar, dolayısıyla tek servetiydi. Üstelik Siddhartha, bu servetini yok etmeye de hiç niyetli değildi. Govinda ile yolları ayrıldığında vazgeçmedi, Kalama ile karşılaştığında da. Çünkü her ikisi de nefsine galebe çalması için birer imkândı. Zaman zaman kullandı bu imkânı, zaman zaman nefsine yenik düştü. Öğrendi ki günahtan bütünüyle kurtulmak mümkün değildi. Her ne olursa olsun güzel ahlakı korumak ve iyilikte bulunmak, iyi bir insan olmak gerekiyordu. Bunu yaparken insan hata yapabilirdi, günah işleyebilirdi. Yine de insanlığından hiçbir şey yitirmemesi gerekiyordu, insan kalması gerekiyordu. Tüm bunları kendine bir yol olarak seçmiş, benimsemişti: "İnsanların büyük çoğunluğu Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar."

Siddhartha, bir Brahman'ın oğlu olarak tanımaya başladı 'yolda olma'yı. Sonra Samana'lara katılıp yol içinde başka bir yol aradı. Ulu kişi olan Gotama ile karşılaşıp onun öğretilerini benimsememesi, kavramlardan kurtulma isteyişine bir işaretti Siddhartha'nın. Matematikle uğraşmak istemiyordu, rutini sevmiyordu. Kalbini titretecek olan temel kuvveti, aşkı hissetmedikçe yapılacak her ne olursa olsun boşa olduğunu, kişiye bir şey kazandırmayacağını öğrendi. Kamala öğretti ona aşkın ne olduğunu. Bu öğrenimi esnasında nefsini bir kez daha tanımış oldu Siddhartha. Bir kez boyun eğince nefsin ne kadar tehlikeli bir şey olabileceğini keşfetti Kamala'nın bedeninde. Dünya nimetleri olarak kabul edilen şeylerin insanı insanlığından çıkarabileceğine inancı tamdı. Peşinden koştuğu soruyu, o yüce hakikati hiç aklından çıkarmak istemedi. Tam çıkaracak gibi olduğunda doğa hatırlattı ona. Irmak hatırlattı, bir kayıkçı hatırlattı, oğlu olduğunu görür görmez anladığı Küçük Siddhartha anlattı. Kalp her şeydi: "Kalbi nerede çarpabilirdi insanın kendi Ben'inden, kendi özünden, herkesin kendi içinde taşıdığı o yok edilmezden başka? Neredeydi bu Ben, bu öz? Et değil bu, kemik değildi, düşünme değil, bilinç değildi, böyle diyordu bilgelerin bilgeleri."

"Sana ne söyleyebilirim ki saygıdeğer kişi? Aramaktan bulma fırsatını bir türlü yakalayamayacağını mı?" sorusu, kitabın içindeki sayısız güzel sorudan biri. Belki de en güzeli. Sürekli aramanın peşine düşünce bulmanın sadece maddi bir netice olacağını söylüyor sanki. İnsan bulunca aradığını, sessizliğe gömülmeli. Bu sessizliğin ikram ettiği bilgeliği kavramalı. Demek ki insan bulunca başa dönüyor. Yeniden beklemeye koyuluyor. O halde evet, beklemek aramanın öz kardeşidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Eylül 2019 Cuma

Uzaktaki yakınlar: Jung ve Hesse

"Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz."
- Hermann Hesse

"İnsanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli ve 'beklenmedik olanın önemi'ni kabul ederek tek başına kalmalıdır."
- Carl Gustav Jung

Bahse konu edeceğim kitabın adını ilk defa, merhum Engin Geçtan hocanın Hayat adlı kitabında okumuştum. Böyle bir kitabın varlığı bile şaşırtmıştı keza Jung en ilgi duyduğum psikiyatrken Hermann Hesse en sevdiğim yazarlardan biriydi. İkisini yan yana, üstelik mektuplarla ve fotoğraflarla takip etmek pek güzel olurdu diye düşünürken kitabın Türkçe baskısını bulamamıştım.

Geçtan hoca kitaptan çok ilginç bir paragrafı konuk etmişti Hayat'ta. Jung'un Hindularla ilgili şu sözlerini iktibas etmişti: "Doğadaki diğer varlıklar gibi insan da kendini ifade etme arayışı içindedir ve 'Benlik' bu bütünlüğe ulaşmanın düşü konumundadır. Hindular bu konuyu öteden beri bilgece işlemişlerdir."

Sonra Hermann Hesse'nin romanlarında ne yapmaya çalıştığını yeniden düşünmüştüm. Bozkırkurdu aslında kendisi değil miydi? Narziss ve Goldmund yine Hesse'nin anlamaya çalıştığı, belki de kendinden iki parça, iki karakter gibi duran kimseler olamaz mı? Demian, romanın anlatıcı olan Sinclair'den ne kadar bağımsız bir varlıktı? Siddhartha'nın Bozkırkurdu'yla olan ilişkisi nasıl anlamlandırılabilirdi? Derken Şili'li bir diplomat ve yazar Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabının Destek Yayınları tarafından neşredildiğini öğrenir öğrenmez gidip aldım ve öylesine bir sayfayı açtım. Şöyle diyordu Hesse: "Bazı insanlar hem Siddharta'yı hem de Bozkırkurdu'nu yazmış olabildiğimi anlayamazlar. Fakat onlar birbirini tamamlıyor; onlar, aralarında gidip geldiğimiz iki kutup..."

İşte aradığım tipte bir kitap. Sadece mektuplarla ilerlemeyen, düşünülmüş fikirlerin ve yazılmış metinlerin kökenine inen, Hesse ile Jung'u birbirine yakınlaştıran hassasiyetleri çok da didiklemeden ortaya döken, dilimize güzel çevrilmiş -Seza Özdemir'i tebrik etmeli- bir kitap. Bir tarafta Alman edebî romantizm geleneğinin Novalis, Hölderlin, Kleist ve Nietzsche'den sonraki büyük temsilcisi, Schopenhauer ve Goethe gibi Doğu düşüncesine çok sıcak iki efsanesinin sanki bir uzantısı olan, Mozart ve Bach notaları eşliğinde çalışan Hermann Hesse. Diğer tarafta ise egoyu bilinçaltından ayırma çabalarıyla, simgeler dünyasına hiç çekinmeden dalıp çıkmasıyla, arketip fikrinden mit ve efsaneleri yeniden yorumlama girişimleriyle psikoloji dünyasının bilgelerinden Carl Gustav Jung.

Hesse'nin yapıtlarıyla 1945'te tanışmış Serrano. İlk okuduğu eseri Demian olmuş. 1946'dan önce Almanya'nın dışında hiçbir yerde ünlü olmadığını söylüyor. Bir Meksikalı ressam, Boncuk Oyunu'nu okuduktan sonra oldukça etkilenmiş, bir resim yapmış ve bununla yetinmeyip Hesse'ye göndermiş. Serrano burada, böylesine hassas bir okurun kitap karşısındaki coşkusunun anlaşılabilir olduğunu şöyle açıklıyor: "Bugün bile bir kitabın ihtiyaçlarım için gerekli olduğunu düşünsem onu bulmak için dünyanın yarısını dolaşırım, bana özel bir şey sunmuş o birkaç yazara sonsuz hürmet ederim. Bu nedenle kitapların kendilerine verilmesini bekleyen, ne araştıran ne de hayranlık duyan, günümüzün ruhsuz gençliğini asla anlayamam. Ben bir kitap almak için yemek yemeden idare edebilirdim; kitapları ödünç almayı hiç sevmezdim, saatlerce onlarla yaşayabileyim diye onların tamamen benim olmalarını isterdim. İnsanların olduğu gibi, kitapların da kendilerine özgü kaderleri vardır. Onları bekleyen kişilere yönelip doğru anda onlara ulaşırlar. Yaşayan malzemeden yapılırlar ve yazarlarının ölümünden sonra da uzun süre karanlığa ışık tutmaya devam ederler."

Serrano'nun bu kitabıyla birlikte söz konusu duygularında ne kadar samimi olduğu anlaşılabilir. Zira okuduklarımızdan bir 'tanışıklık' olduğunu anlayabiliyoruz ama 'dostluk' çok daha derin, ciltlerle ifade edebilecek bir yazma girişimi olurdu muhtemelen. 1951'de İsviçre'ye doğru yola koyuluyor Serrano, amacı Hesse'ye ulaşmak. Evini buluyor, bahçenin girişine doğru yöneldiğinde kapının üstünde "Ziyaretçi giremez" yazısını görüyor. Devamında evin ön kapısında Çinçeden çeviri bir şiirle karşılaşıyor. Meng-Tse'ye (Mensiyüs, MÖ 371-289) ait bu şiir; ihtiyarlığa erişen ve üzerine düşenleri tamamlayan bir insanın artık huzurla yaşamayı hak ettiğini, kendiyle yüzleşmek için gerekli olan zamana kavuştuğunu, artık ziyaret edilmesine gerek olmadığını, yaşadığı evde sanki kimse yokmuş gibi davranılması gerektiğini anlatıyor. Böylece Hesse'nin sadece yaşamının sonunda değil bütününde münzevi olmayı, huzuru aramayı ve son nefese dek düşünmeyi bir şahsiyet meselesi hâline getirdiğini anlıyoruz. Serrano ona ulaştığında "Söyleyin, huzuru burada, dağlarda bulabildiniz mi?" diye soruyor. "Doğaya yakın olduğunuzda Tanrı'nın sesini dinleyebilirsiniz" diye cevaplıyor Hesse. Onun doğaya, doğanın getirdiği manevi armağanlara ne kadar meraklı olduğu Ağaçlar kitabında bir nebze anlaşılabilir. Zaman zaman konuşmaları derinleşiyor Hesse'nin. Sözcüklerin birer maske olduğuna, kişiliğin aşka imkan tanıdığına, doğanın güzelliğinin en önce Doğu'daki tapınaklarda ve anıtlarda anlaşılabileceğine, Hinduların az okuma sebebinin batıdan gelen düşüncelere ihtiyaç duymamaları ve zaten Doğu'nun yükseliş hâlinde olmasına dair anlatımlar... Peşinden Serrano, "Nasıl olur da buradayım? Nasıl oluyor da bu kadar uzaktan gelip kendimi bugün sizinle burada otururken bulma şansına eriştim?" diye soruyor. Hesse, bir dönem psikanaliz gördüğü Jung'tan etkilenerek aldığı kavramla açıklıyor bunu: "Hiçbir şey tesadüfen olamaz. Burada sadece doğru misafirler buluşur. Bu, Hermetik Çember'dir.". Kitabın Hesse'ye ayrılan bölümü bazı konuşmalar, mektuplaşmalar ve anılarla devam ediyor. Serrano'nun oğlu ve Hesse arasındaki ilişkiyle, Hesse'nin ölümünden sonra mezarında yaşadığı bir an oldukça etkileyici. Esasında bu iki hikâye de Hesse'nin Hermetik Çember ifadesini doğruluyor sanki...

1947'de Antarktika'ya doğru yola çıkıyor Serrano ve Jung'a olan yakınlaşması da bu seyahatte başlıyor. Jung'un The Ego and the Unconscious kitabı yanında ve esasında bu kitap yolculuğunun amacıyla çatışıyor. Parkasının cebine koyduğu bu kitapla beraber devasa buzdağlarının arasında "Dünyanın geri kalanından uzakta, neredeyse topyekûn bir yalnızlık içindeyken modern insanda Ego'yu Bilinçaltı'ndan ayıran öteki boşluğu kapatacak bir şey" aramaya başlıyor. Jung'un ölümüne iki sene kala, 28 Şubat 1959'da Jung'la ilk görüşmesini gerçekleştiriyor. Hindular üzerine uzunca bir konuşma, peşinden Hint düşüncesi ve yaşamı, insanın bilinçten ibaretmiş gibi düşünülmemesi gerektiği, doğallık ve doğa, Hindistan'ın arketipliği, yoga, omurganın temelindeki çakralar, benlik kavramı üzerine uzun uzun konuşmalar... İkinci görüşmesinin tarihi 5 Mayıs 1969. Bu kez Küsnach'ta, Jung'un evinde. Giriş kapısının üstünde Latince bir ifade: Vocatus adque non vocatus, Devs aderit. Çağrılsın ya çağrılmasın, Tanrı mevcuttur. Gelişen ve genişleyen yakınlıkları, Serrano'ya soru sorma anlamında cesaret kazandırıyor. Sohbetin bazı derinliklerinde Hesse'yi hatırlatan ifadelere rastlamak okuyucu için de heyecan verici. "Bana göre tek önemli şey Doğa'yı takip etmektir. Bir kaplan iyi bir kaplan olmalıdır, bir ağaç da iyi bir ağaç. Dolayısıyla insan da insan olmalı. Fakat insanın ne olduğunu anlamak için kişi Doğa'yı izlemeli..." ifadesi gibi. Hesse, yazarlığının yanında bir şair olarak da şiiri yücelten, çok önemseyen biriydi hiç şüphe yok ki. "Şair geçmişi çağrıştırmalı ve onu tekrar yaşamalı, fani olanı zapt etmeli. Bu onun işinin önemli bir yanıdır." sözlerini kaydetmiş Serrano. Jung da, Freud'un "Gittiğim her yerde, benden önce oraya gitmiş bir şair buldum" sözünü haklı çıkarırcasına şöyle demiş ona: "Kimse ne dediğimi anlamadı. Sadece şairler beni anlayabilecektir...". Jung'un mitlerle ve simgelerle ilgilenen ortak bir arkadaş aracılığıyla Hesse'yle tanıştığını öğreniyoruz sonraki sayfalarda. Söz konusu arkadaş belli ki Hesse'ye yakın bir isim.  Bir süre Jung'la çalışmış fakat sonuna kadar ilerleyememiş. "Yol, çok zordur" diyor Jung.

Hesse'nin ve Jung'un kitaptaki mektupları, ifadeleri ve derinleşmeleri; edebiyatın ve psikolojinin yan yana ne çok yakıştığını gösteriyor. İnsanı büyüleyen, hayretini artıran, gönlünü coşturan iki nefis mesele. Ne insanın kendini ifade etme isteği ne de insan ruhunu keşfetme isteği biter. Bu yüzden edebiyat da psikoloji de birer mesele, belki de 'bir' mesele...

Serrano'nun arkadaşı Bochi Sen, Zürih'te birçok kez ziyaret ettiği Jung'dan bahsederken, onunla reenkarnasyonu tartıştıklarını ve Jung'un sıradaki hayatını seçme şansı olsaydı yine aynı hayatı seçmeyi tercih edeceğini söylemiş. "Bu, tıpkı Hesse gibi, hayatını tamı tamına bütün hisleriyle kavrayarak yaşamış olduğunu söylemenin bir yoluydu" diyor Serrano. İkisi arasındaki fark için Hesse'de Jung'a göre daha fazla huzur ve dinginlik bulduğunu söylüyor. Çünkü Jung son anına kadar araştırıyordu.

Okudum ve düşündüm: kaçımız senelerce üzerine ciddi okumalar yaptığımız bir yazarla yahut şairle böylesine dostluk kurabiliriz? Mesela ona uzun uzun mektup yazabilir miyiz? Beraber yürüyüş yapabilir miyiz? Var mı şimdilerde böylesine kibrini yenmiş birileri? Bilmiyorum. Bu kitap hiç değilse tüm bunları hissettiriyor, yaşatıyor.

Madem Hesse'den ve Jung'dan bahseden bir kitabı ele aldık, dün (19 Eylül 2019) vefat eden Kamuran Şipal'i de anmak gerek. Çünkü eğer bugün Hermann Hesse, Alfred Adler, Elias Canetti, Jung, Rilke ve daha nicesini sevdiysem, kütüphanemde onları özel raflara dizdiysem bu kıymetli mütercimin emekleriyledir. Mekanı cennet olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Şubat 2019 Salı

Ağaçların neler fısıldadığını duymak

Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için.

Böyle başlıyor Hermann Hesse’nin son kitabı Ağaçlar. Varoluş yolculuğunda kendisine en büyük cümleleri ağaçların fısıldadığını söyleyen yazarın günlük niteliğinde okunabilecek bu kitabındaki satırlar, ağaçların kaynaklık ettiği bir ilham ormanı gibi âdeta…

Yazar Hesse’nin çeşit çeşit ağaçlarla yaptığı içsel konuşmaları kutsalı arayışın da bir sonucu. Bu sonuçta elbette kevni düzende görmek isteyenin muhakkak göreceği Tanrısal güç ve uyum da var. Ağaçlarla uğraşmanın kutsallığına güvendiğini dile getiren yazar, Tanrı’yı içinde hissettiğini ve bu hisse sonsuz güven duyduğunu ifade eder. Farklı türden ağaçların sahip olduğu özellikler sıralandığında bile Tanrı’yı hatırlamak mümkünken Hesse için daha fazla bir inanış söz konusudur. Poetik yaklaşımla desteklediği bakışını o kadar güçlü tutar ki kitabın arasına yerleştirdiği şiirlerle ağaçlarla olan yolculuğunu ve Tanrı’ya olan inancını süslemek ister.

Kitabı anlamlı kılan sadece yazarın ağaçlarla konuşması veya onlara şiirler adaması değil; evrendeki işleyişi ve hikmeti görme çabasıdır. Hareket, dinginlik, uyum, mücadelecilik, köksüz, güç, tutku, yeniden doğuş gibi başlıklarla ifade ettiği düşünceleri sadık bir mürid olduğunu ve hikmet arayışında kararlı olduğunu gösteriyor. Ağaçlardan aldığı derslerin yaşamda karşılığını bulduğunu ifade eden bu mürid, insanlardan uzakta ağaçlarla kurduğu yaşamının öğreticiliğine çok inanmaktadır. Ağaçları birer vaize olarak kabul eden Hesse ağaçlara bakmayı ve onları görmeyi, sadece onlar hakkında konuşmak değil onlar gibi olmak şeklinde bir üst mertebeye taşır. Artık insanlara olan yaklaşımını ağaçlardan edindiği birikimle sağlayan yazar, “böyle öğrendiğim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi” diyecektir.

Doğayla iç içe olmanın en az iki kazanımı vardır. Biri, doğayı okuyabilmek diğeri de doğayla birlikte insanı okuyabilmek. Hesse bu ikisi için bir mertebe kaydetme çabasındadır. “Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünya bereketi” derken sahip olduğu farkındalığı “ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir” mütevazılığı ile besleyen; ağaçlardan öğrenmenin ömür boyu devam edeceğini bilen bir hâldir onunki.

Doğadan aldığı ilhamla üreten insanoğlu için var olan gizli bir tehlikeden de bahseder. Bu, çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçektir: “Bu tür şeyleri izlemek, kendini doğanın akıldışı, girift, tuhaf biçimlerine vermek, benliğimizin bu varlıkları yaratan iradeyle uyum içinde olduğu duygusunu uyandırır bizde; bir süre sonra onları kendi fikirlerimiz, kendi eserlerimiz gibi görme hevesine kapılırız; bizimle doğa arasındaki sınırın muğlaklaşıp ortadan kalktığını görür, retinamızdaki imgelerin dışsal izlenimlerden mi yoksa içsel izlenimlerden mi kaynaklandığını bilmediğimiz bir ruh haline gireriz”. İnsanın kendini doğaya “kaptırıp” gördüğü ya da düşlediği arasındaki o ince çizgi, sınırları hatırlatmak için önemlidir. Hesse bu çizgiden dolayı insanın düşeceği aldatmacayı hatırlatsa da ileri gitmekten korkmaz. Hatta ona göre “dış dünya yıkılsaydı bile içimizden biri onu yeniden kurmaya muktedir olurdu, zira dağ ve nehir, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğadaki tüm varlıklar içimizde önceden şekillenmiştir, zira özü sonsuzluk olan, özünü bilmesek de çoğu zaman kendini bize sevme gücü ve yaratma gücü olarak hissettiren ruhtur onun kaynağı…”dır.

İnsanoğlunun burada sözü edilen ruhu ve özü kaybettiği, ona yabancılaştığı bir zaman diliminde, kendi elleriyle yıktığı o dış dünyayı yeniden inşa edebilmesi için ağaçların fısıldadıklarını duyması gerekiyor. Bu güç ve tutku, bu idrak ve iman onda mevcuttur.

Kitaptan bir şiirle bitirelim:

Latif ve narin ne vardıysa içimde,
Hoyratça kırdı geçirdi dünya,
Memnunum, barışığım yine de,
Sabırla yeni yapraklar veririm
Yüzlerce kez kırılmış dallarımdan
Ve tüm acılara rağmen hâlâ
Aşığım ben bu divane dünyaya.

Ayşenur Narboğa
aysenurnarboga@gmail.com

17 Ekim 2018 Çarşamba

İnsanla kalbi arasındaki yol

"Fırtına ve yol yorgunluğu
Adımlarımda yankılanıyor."


Türkçeye çevrilen her kitabında ayrı heyecan yaşatan isimlerden biridir Hermann Hesse. Dünyaya bakışındaki endişesini üslubuna olduğu gibi yerleştirmiş, bunu yaparken de düşünürlüğünden ve şairaneliğinden ödün vermemiştir hiçbir zaman. Geçtiğimiz dönemde romanlarının ve denemelerinin dışında özellikle seyahat, gezi, keşif, yolculuk türü kitapları okumayı sevenler için çok özel bir kitabı Everest Yayınları tarafından dilimize kazandırılmıştı: Görkemli Dünya.

Hesse'nin tüm özelliklerinin toplandığı bir kitap Görkemli Dünya. Her ne kadar küçük gibi görünse de içinde bir şairin, düşünürün ve roman yazarının 'gezgin' tarafını görüyoruz. Onunla adımlıyoruz zamanı ve mekanı. Evinden ayrılışı, doğada tek başına dolaşması ve bu esnada aldığı notları, yazdığı şiirler, çizdiği desenlerle patikaları yollara, yolları coğrafyalara bağlıyor Hesse. "Ben yaşamı içimde titrerken, dilimde, ayak tabanlarımda, arzularımda ve acı çekişimde hissediyorum. Ben ruhumun yüzlerce şekilde hareket edebilen, arayan bir şey olmasını istiyorum." diyen bir adam var karşımızada. Bu adam yaşayıp gördüklerini yazarken Görkemli Dünya'da bazen bir rahip oluyor, bazen bir keşiş. Çocuklar, kadınlar, bitkiler, aşçılar, katiller ve hayvanlar da Hesse'nin diliyle yeniden ruh buluyor.

Kitabın orijinal ismi Wanderung, yani yürüyüş. Gönül isterdi ki Türkçeye de bu isimle geçsin ama Görkemli Dünya da hiç fena bir isim değil. Sadece kapaktaki renklilik sebebiyle yazarı hiç tanımayanlar ya da az tanıyanlar için sanki bir çocuk kitabı gibi durabilir. Elbette tüm çocukların bu kitabı ilgili yaşa geldiklerinde okuması önerilmelidir. Kitabın harikulade çevirisi Esen Akyel tarafından yapılmış. Kendisi uzun yıllar elektronik sanayinde baskı devre üretiminde çalışıp emekli olduktan sonra çocukluğundan beri çok sevdiği edebiyat, şiir ve çeviri çalışmalarına ağırlık vermiş. Bu güzel kitabı da hem Hesse'yi hem de bu tarzda kitaplar okumayı sevenlere armağan etmiş.

Hesse'nin kitap boyunca izlediği güzergâhlar şöyle: Çiftlik evi, dağ geçidi, küçük asaba, köprü, papaz evi, çiftlik, ağaçlar, yağmurlu hava, küçük kilise, öğle dinlenmesi, göl-ağaç-dağ, bulutlu gökyüzü, kırmızı ev. Okurken neden Hesse'nin romanlarında da sıklıkla ev-tabiat-insan üçgenini kullandığını anlamak mümkün. Bu üçgen onu mutlu ediyor. Buradaki mutluluk yaşamın ağırlığını alıp bir kenara koymak değil, aksine o ağırlığın içinde yavaş bir biçimde yaşamak, varoluşu doya doya hissetmek, her şeyiyle. Bozkırkurdu da Boncuk Oyunu da Görkemli Dünya'dan sonra yeniden okunmalı diye düşünüyorum. Böylece "Dünya üzerinde hiçbir şey sınırlardan daha tiksinti verici, daha aşağılık olamaz." diyen Hesse'nin bu cümlesindeki hedef olarak tek başına siyasetin söylenemeyeceği ortaya çıkacaktır. Onun dünya tasavvurunda da belirgin çizgiler var fakat bu çizgiler insanların daha sade ve dünyevi zevklerden hırslardan uzak yaşamalarını sağlamaya yönelik. Amaç daha anlamlı yaşamak, yaşanılan zamanı hem tek başına hem de topluluk olarak kıymetli kılmak: "Sessizlik, barış ve bir orta sınıf yaşamı istiyorum. Güzel yatakların, bir bahçe kanepesinin, iyi bir mutfağın kokusunun, çalışmak için tütünün ve eski kitapların özlemini çekiyorum."

Doğayla buluşmak her insana iyi gelir. "İçim açıldı" deriz bir yeşilliğin ortasında kalınca. Uzun zaman spor yapmayıp bir anda spor yapmaya başlayan ve sonrasında çeşitli kas ağrıları yaşayan insanlar gibi, bedenimizde zihnimizde daha önce 'yaşam belirtisi' gör(e)mediğimiz yerlerin harekete geçtiğini hissederiz. Ardından kuvvetli bir ruh değişimi yaşanabilir, belki iyi belki de kötü yönde. Ama muhakkak bir şeyler açılır. Önemli olan o açılanların üzerinde sahiden durabilmek, düşünebilmek. İşte bu ruh değişimleri, özellikle de ani değişimler Hermann Hesse'nin yürüyüşlerinde de ortaya çıkabiliyor. Bir anda "Sen benim dünyayı sevmemi mümkün kılıyorsun." diyen umutlu bir adam çıkıyor karşımıza, başka bir andaysa "Hiçbir şey doğru değil. Hiçbir şey insanı mutlu etmiyor ve ısıtmıyor. Her şey ıssız, hüzünlü ve bulanık. Tüm notaların akordu bozuk. Tüm renkler soluk." diyen umutsuz bir adam. Kim bilir neler oluyor o arada, yazar-şair neler düşünüyor...

Görkemli Dünya, dünyanın ağırlığından uzaklaştıran bir kitap. İnsanla kalbi arasındaki yola dair bir kitap, çünkü kurtuluşa giden yolun sağda solda değil kalpte olduğunu söylüyor Hesse, "Tanrı yalnız oradadır" diyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Ağustos 2016 Salı

Hermann Hesse'nin aforizmaları

Yazarların aforizmalarından oluşan kitapların sayısı hızla artıyor. Bu aslında, bizim mevzuyu, mevzuları 'bir an evvel' öğrenme(?) sabırsızlığımızın bir neticesi. Denklem şu: Yayınevi okuyucunun(!) ne istediğini öğrenmiş gibi davranır ve ona 'tam da aradığı' şeyi sunar, gibi yapar.

Goethe, Joyce, Emerson, FreudMontaigne ve daha nicesinin aforizmaları bu yüzden her yıl farklı yayınevlerince yeniden basılıyor. Bu adamların kitaplarını okuyup fikirleriyle irtibat kurmak isteyenlerin, düşünmeyi arzulayanların sayısı çok düşük. Bu yüzden 50-60 sayfalık 'aforizmalar' kitapları ilgi görüyor. Cümlelerin altı çiziliyor, sosyal mecralarda paylaşılıyor. Ömrünü üzerinde düşündüğü şeylere harcamış yazarlar hakkındaki fikirler, birkaç aforizmayla sınırlı kalıyor.

Bu kötü tabloya rağmen bazı isimlerin aforizmaları ne sadeleştirilebiliyor ne de küçültülebiliyor, kısaltılabiliyor. Olduğu gibi kalıyor, kalmak zorunda. Başka türlü bir anlam kurulamaz yahut diğer eserleriyle irtibat sağlanamaz.
Hermann Hesse bu zirve isimlerin başında geliyor. Yapı Kredi Yayınları'nın da titizliğini biliyoruz. "İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez"e bakınca; hem kapak fotoğrafı, hem kitabın ismi hem de içeriğinde bölümlere ayrılmış uzun paragrafçıklar (aforizmalar demek istemiyorum) oldukça yerinde tespit edilmiş. 1877-1962 yılları arasında, ailesinden çevresine ve hatta ülkesinden tüm dünyaya dek trajik bir hayat yaşanılan yılların içinde yaşadı Hermann Hesse. Demian, Siddharta, Bozkırkurdu, Narziss ve Goldmund, Doğu Yolculuğu, Boncuk Oyunu, Öldürmeyeceksin!, Gençlik Güzel Şey gibi kitaplarını Türk okuyucusu da çok sevdi.

Hesse'nin politika, toplum ve birey, bireyin ödevleri, kültür, okul, eğitim, kilise ve din, bilgi ve bilinç, okuma ve kitaplar, gerçek ve hayal gücü, sanat ve sanatçılar, mizah, mutluluk, sevgi, ölüm, gençlik ve yaşlılık üzerine aforizmaları toplanmış kitapta, 199 sayfa. Aforizmaların çoğunluğu bir paragraf. Tek cümlelik olanların sayısı oldukça az, bu da okumanın daha kaliteli, düşündürücü olmasını sağlıyor.

"Bir kitap okumak, iyi bir okuyucu için tanımadığı birinin doğasını, karakterini, görüş ve düşünce tarzını bilip öğrenmek, onu anlamaya çalışmak, hatta belki onu kendine dost edinmektir." diyen Hermann Hesse'yi bu kitapla birlikte daha derinlemesine tanımak mümkün. Hesse'nin politika üzerine şu sözleri, günümüzdeki klavye/sosyal medya üzerinden vatan sevgisini ispatlamaya çalışanlarla, canını dişine takarak Türkiye için ölümü göze alanları ayırt edebilmeyi sağlıyor: "Halkının başarması gereken işlerden, bulunması gereken özverilerden ve savuşturması gereken tehlikelerden kendini uzak tutan biri ödlek sayılır... Dişlerini gıcırdatmak kahramanlık sayılmaz; ellerini cebinde yumruk yapmış, uzak intikamların düşüncesiyle kendini avutmak yürekler acısı bir durumdur. Kahramanlıktan kıvanç duymak, bana göre yalnızca yaşamlarını tehlikeye atmayı göze alanların hakkıdır, ötekilerde ise bir kandırmacadır bu, beni utandırıp kızdıran bir ruh ilkelliğidir... Karamsarlık, ancak para cüzdanını tehlikede gördü mü kahramanlığa soyunan bir burjuvanın içindeki o bunaltıcı korkudan daha iyidir."

Eğitimin ve kültürün birbirini tamamlayan faktörler olduğunu düşünen büyük yazar, bu ikisini şöyle tanımlıyor: "Eğitim ve kültürün iki ödevi vardır. Birincisi insanların çoğunluğuna güven ve itici güç sağlamak, onları avutmak, yaşamlarını bir anlamla donatmaktır. Birincisinden daha gizemsel, ondan daha aşağı önem taşımayan ikincisi ise, az sayıda insana, yarınların büyük kişilerine gelişip serpilme olanağı sağlamak, atacakları ilk adımlarda onları koruyup kollamak, soluyacakları havayı onlara buyur etmektir."

Hesse'nin sıra dışı bir yaşamı olduğunu anlatmak için şu kısa bilgileri vermek yeterli: 1914'te I. Dünya Savaşı'ndan sonra savaş mağdurlarına sosyal yardımlarda bulunuyor, kütüphanelerden sorumlu oluyor. İki yıl sonra babası ölüyor, 13 yaşındaki oğlu ağır bir menenjit geçiriyor, karısının şizofreni hastalığı ise iyice şiddetleniyor. 1916-1919 yılları arasında keskin bir savaş karşıtı oluyor, yazılarını bu yönde kaleme alıyor. Romantizm etkisi altındaki şiirleri, Carl Gustav Jung’un öğretilerinden edindikleriyle yazdığı eleştiriler, her kitabında spiritüalizm ve otobiyografik üslup, şüphesiz yazarın çalkantılı hayatının birer neticesi. 85 yıllık yaşamını tam ortadan ikiye ayırıp, ikinci bölümünü yoğun mistisizm etkisi altında geçirdiği ve doğu öğretilerine olan merakı sebebiyle de güçlü bir ruh/ölüm/ahiret meraklısı olduğu söylenilebilir. Eserlerinden Siddhartha (1922), bu gidişatın neticesi olan bir Hint romanıdır. Bu romandan sonra yazdıklarında da içe dönük fakat dışarıyı da ruh süzgecinden geçiren, Tanrı arayışında romanlar olduğu rahatlıkla görülebilir. Bozkırkurdu (1927), Narziss ve Goldmund (1930), Doğu Yolculuğu (1932), Boncuk Oyunu (1943) gibi. İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez kitabındaki bir cümlesi şöyledir: "Sizin geleceğiniz, izlemeniz gereken çetin ve tehlikeli yol, olgunlaşmak ve Tanrıyı kendi içinizde bulmaktır... Tanrıyı arayıp durdunuz hep, ama asla içinizde aramadınız. Tanrı sizin içinizden bir başka yerde değildir, sizin içinizdekinden başka bir Tanrı yoktur."

1946 yılında "Yazılarındaki geleneksel insanlık idealleri ve stilinin yüksek kalitesi örneklerinde olduğu gibi, cesaret ve anlayış ile büyüyen ilham veren yazıları için" Nobel Edebiyat Ödülü'ne sahip olan Hesse, Prusya Krallığı'nın I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadarki en yüksek Prusya-Alman askeri madalyası Pour le Mérite'ye ise 1954 yılında layık görüldü. Batının bir türlü dönüp bakamadığı doğu gerçeğiyle yüzleşmesinde büyük emekleri olan yazar, tıpkı Thomas Mann gibi yaşamının önemli bir bölümünde Goethe üzerine çalışmıştır. Sanatın her alanına, bilhassa resim ve müzik sanatlarına aşırı ilgilidir Hesse. Sanatın yalnız akılla değil gönülle de yapıldığına inanır: "Akıl ve ruh, kafa ve gönül kesinlikle ve bir daha ayrılmayacak biçimde bağlıdır birbirine; kim bunlardan birini baş tacı edip öbürünün sırtından aşırı ölçüde gelişip serpilmesini sağlarsa, bütün'ün yerine yarım'ı aramış ve onu besleyip büyütmüş sayılır."

Sanatta biçimden çok ne anlatıldığıyla, insanlarda nasıl bir etki bıraktığıyla ilgilenir yazar. Bunu da Bach'ın müziği üzerinden şu yorumla açıklar: "Diyelim Bach'ın bütün yapıtlarını ezberimde tuttum da üzerlerinde en akıllıca şeyler söyleyebildim; bununla kimsenin işine yarayacak bir şey yapmış sayılmam. Ama üfleme sazım ele alıp da şöyle kıvrak bir dans müziği çaldım mı, ister iyi, ister kötü bir parça olsun bu, insanları sevindirecek, bacaklarında etkisini gösterecek, kanlarını kaynatacaktır. Önemli olan da budur sadece."

Sevgi üzerine yaptığı yorumlarda Hesse'nin neredeyse tevhidi vurguladığını söyleyebiliriz: "İnsan soydaşım yalnızca 'benim gibi bir insan' değil, benim kendimdir, benimle yekvücuttur; çünkü onunla benim aramdaki, ben ile sen arasındaki ayrılık bir kuruntudur, maya'dır. Böyle bir yorum hemcinsini sevmenin tüm etik anlamını da içerir; çünkü dünyanın bir birlik ve bütünlük oluşturduğunu gören kimse, bu bütünlükteki tek tek parçaların ve organların birbirlerinin canını yakmasındaki anlamsızlığı kavrar hemen."

Günümüzde yalnız aklıyla hareket etmeye çalışan modern insanı henüz o yıllarda keşfetmiştir Hesse: "Us insanı, sömürülmesi için dünyanın insanların eline bırakıldığına inanır. En çok korktuğu düşman ölümdür us insanının, yaşamının ve yaptığı işlerin geçiciliği düşüncesidir. Ölümü aklına getirmekten sakınır kendini, ölüm düşüncesinden kaçamadığı zaman etkinliğe sığınır, çabasını ikiye katlayarak ölümün karşısına çıkmaya çalışır, mal mülk, bilgi edinir, yasaklar koyar ortaya, dünyayı us yoluyla egemenliği altına almaya uğraşır. Ölümsüzlük inancı ilerlemeye beslediği inançtır, ilerlemenin ebedi zincirinde etkin bir halka olarak kendini büsbütün yok olup gitmekten koruyacağına inanır."

Kitap okumayı 'cıvıl cıvıl yaşam', 'ömrün kısalığı', 'zamanın değerli oluşu' ile küçümseyip gülünç bulanlarda ruh bulunmaz, cesettir onlar. Psikolojik çalışmalar günde 6 dakika kitap okumanın stresi %68 oranında azalttığını belirtir. Kitap beynin şifasıdır, gönlün terazisidir. Hayatı ahenk, estetik ve şuur üzere yaşamak için kitaptan büyük bir yoldaş yoktur. Okuyanı yola çıkaran bir kitap, manevi tekamül sağlar. Bize 'edebiyat yapma', 'şiirle hayat geçmez' diyenler, akıllı cihazlara ruhlarını teslim etti, lüks tabutlarla reklamlar eşliğinde gömüldü.

Hermann Hesse'nin "nasıl okunması gerektiğine dair" yorumu şöyledir: "Hiçbir şey düşünmeden dalgın okumak, güzel bir kırda gözleri bağlı olarak gezmeye benzer. Kendimizi ve günlük yaşamımızı unutmak için değil, bilinçli ve olgun bir tutumla kendi yaşamımızı yeniden sağlam ellerimize almak için okumalıyız. Ürkek öğrencilerin soğuk öğretmenlerin karşısına çıkışı, ipsiz sapsız birinin içki şişesine el atışı gibi yaklaşmamalıyız kitaplara. Kitapların karşısına çıkışımız, kaçaklar ve gönülsüz yaşayanlar gibi değil, dağcıların Alpler'e tırmanışı, savaşanların silah ve cephane deposuna koşusu gibi olmalıdır."

Hayatı boyunca gönlünün peşinden kendine doğru gitmiş ve okuyucusunu da o yönde geliştirmeye gayret etmiş Hermann Hesse'nin aforizmaları, hem fikirleri üzerinde yeniden düşünmeyen hem de diğer kitaplarının okunmasına vesile olur umarım.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Ekim 2013 Salı

İçindekini bir türlü dışarı çıkaramayanlara

"Kuyuya bir taş düşmüştü. Kuyu da körpe ruhumdu benim..."

"Demian"da Emil Sinclair isimli bir gencin 20. y.y. dünyasında kendi yaşamını açığa çıkarışının ve gençliğin sorunlarına ayna tutuluşunun hikâyesi kendi ağzından anlatılır. İyi, doğru, ahlak, din kavramlarıyla yetişmiş bir çocuğun öğrencilik döneminde ruhundaki yasak duyguları keşfetmeye başlaması ve varoluşsal kıvranışının hikâyesidir.

"Ruhumda temel bir içgüdünün yaşadığını ve bunun o yasak sayılmayan aydınlık dünyada bir köşeye çekilerek kendini gözlerden saklaması gerektiğini yeniden keşfettiğim yıllar çıkagelmişti."

Muhafazakar ailesinin yarattığı geleneksel ve ahlakçı temiz dünyadan sonra kapının ardında kalan, yalanlarla yozluklarla dolu karanlık dünyayla yüzleşen Sinclair, bu ikircikli yeryüzünde iki farklı dünyanın yaşamını kuşattığını fark eder. O hayatı siyah ya da beyaz olarak ikiye ayırmıştır. Griye yer yoktur dünyasında. Bunun sebebi de ahlâki dogmalar ve normlar üzerine doğmuş olmasıdır. Günahkârlık, suçluluk, iyilik, kötülük kavramları kuşatır ruhunu ve zihnini.

"İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı; ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?.."

Sinclair'in iyilik kavramından anladığı, ailesinin din algısının, günah sınırlarının dışına çıkmamak ve otoritelerine karşı gelmemektir. Kötülük ise tüm bunların tersi bir olgudur. Fakat arkadaşı Demian'ın aykırı kişiliğiyle üçüncü bir dünyayı keşfeder. Demian'dan dinlediği Habil ve Kâbil hikâyesi iyilik ve kötülük arasındaki keskin ayrımı ortadan kaldırır. Kendi bakış açısıyla iyi ile kötünün birbirine karşıt değerler yerine, bütünleşerek hayatın iki önemli simgesi olduğu bilgisine ulaşır. Demian karakteri Hesse'nin yaşama bütünsel bakışının metamorfik bir simgesidir.

"Kör kalbimin sesine uyarak anne ve babama, sevdiğim eski "aydınlık" dünyaya bağımlılığı seçmiştim; oysa bu dünyanın biricik dünya sayılamayacağın biliyordum artık."

Hermann Hesse yazın hayatı boyunca yaşamın hızla değişen döngüsünde bireylerin hayatlarına dokunur. İnsanın yazgısının maddi olgular, gelişmelerle biçimlenmemesi gerektiğini savunmuştur. Birey yazgısını kendi çabalarıyla özerk bir niteliğe kavuşturabilmeli ve kaderciliğe teslim olmamalıdır. Nietzsche ve Schopenhauer hayranı olan Hesse'ye göre insanlığın oluş süreci başlı başına bir sorunsaldır. "Demian"da da eğitimin ve eğitimle şekillenen bireyin gelişiminin önemine atıfta bulunur.

Hesse, savaş karşıtı tutumuyla Almanya'da tepkiyle karşılanmasına rağmen, metinlerinde siyasi ve politik unsurlara yer vermekten sürekli kaçınmış; uygarlığın yıkıcı etkilerine karşı, kişinin özbenliğini savunmuştur. Fakat tüm sakınmasına rağmen savaşın etkilerini alt metinlerde, karakterlerin bunalımlarında görmek mümkündür.

Yazar, Emil Sinclair'in yaşadıkları doğrultusunda Alman toplumunun aile, ahlâk, gelenek anlayışının, bireyin kendini bulması sürecinde olumsuz bir etkisi olduğunu eleştirir. Ona göre sadece iyinin anlatılması gençleri hayata karşı savunmasız bırakır. Bağnaz ahlakçılık sebebiyle gençler karakter yoksunu olarak yetişir, karar verme mekanizmaları gelişmez. Sürü psikolojisiyle yaşayan bireyler olmaya mahkumdurlar. Hermann Hesse'nin amacı dünyayı bütünlük içerisinde görmeyi öğrenmektir.

"Bizim ödev diye benimseyip yazgı diye baktığımız tek şey vardı: İnsanın tamamen kendi kendisi olması, doğanın kendi içindeki etkin özüne uygun davranması ve onun isteminden dışarı çıkmamasıdır."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia