Halil İnalcık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halil İnalcık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2021 Pazar

Osmanlı devrinde patronaj sistemi

Günümüzde bir işe girdiğimizde, patron bize bedavaya maaş vermez, önce bizden iş yapmamızı, işine yaramamızı ister. Kariyerimiz ilerledikçe de yakınında durduğumuz makamlar değişir, hangi makama yakın durduğumuza göre de bizim makamımız ve çalıştığımız alandaki kıymetimiz belirlenir biraz. İçinde bulunduğumuz çevre, temasta olduğumuz insanlar, yaşadığımız şehir gibi dış etkenler de çoğu zaman hayatta ulaşacağımız noktaları belirler. Bugün üniversite tercihleri yapılırken bütün hocalar öğrencilerine “İstanbul,” telkininde bulunur örneğin. Kültürün başkenti İstanbul’dur çünkü. Hayatın hemen her alanında böyle bir sistem kurulmuştur, hep vardığı noktanın daha ilerisine çıkmak ister insan. Yaptığı iş ne olursa olsun, mühendis, doktor, hatta şair ise bile.

Asıl meseleye geçmeden önce şu hususa değinmenin yerinde olacağını düşünüyorum: Divan şiiri geleneğinde “mürettep divan,” denilen bir kavram vardır. Divan tertibi. Bu düzenlemeye göre bir divan oluşturacak kadar şiir yazmış-bu şiirler kaside, gazel başta olmak üzere terkib-bend, terci-bend, rubai, şarkı gibi klasik edebiyat içindeki pek çok türü kapsar-şair, divanını, baştan sona türler arasındaki şu sıralama ile tertib etmek zorundadır: Münacâtlar en başta, naatler münacâtların ardında, dört halifeye, ashab-ı kirama övgüler içeren şiirler mevcut ise bunlar naatlerin ardında, ve bunların ardında da şairin maişetini sağlaması için en mühim şiirler olan kasideler gelir. En sona bırakılan bölüm ise, kanımca şairin asıl sanatının ve poetik duruşunun görüldüğü “gazeliyat” bölümüdür. Bu tertibâtın en başında münâcât ve naatlerin gelmesi Osmanlı Devleti içindeki şer’î ve İslâmî düşünce sistemiyle açıklanabilir. Ancak bundan sonra derhal padişaha yazılmış mübalağalı övgülerle dolu kasidelerin gelmesinin altında hem padişahın, hem şairin, hem de şairin hamisinin/patronunun geleceğini belirleyen pek çok unsur vardır. Bu unsurlar nelerdir, neden vardır ve neleri sağlar? İşte bu soruların hepsine Şair ve Patron’da yanıt buluyoruz.

Osmanlı devrinde her halk tabakasından şairler olup, bendenizin gördüğü kadarıyla ulema tabakada bulunan şairler daha çok patron mevkiine geçmiş. Bazen patron padişah olmuş, bazen vezir-i azam, bazen paşalar, ve bazen ulema ve vükeladan yüksek mevkideki şiirden anlayan şahıslar. Padişahın ya da patron mevkîsindeki bir kimsenin iltifatına nail olan şaire şöyle ödüller verilirmiş: vakıf memuriyeti, maaş, kâtiplik vs. Ayrıca herhangi bir patrona ulaşan şair patronun yanında önemli sanat merkezlerine giderek, şair olarak kıymetini daha da artırabileceği fırsatlar yakalaması da cabası. Bulduğu patronun mevkiine göre de şairin mevkii de belirleniyor tabi. Bu durum şöyle örneklenebilir:

Patronun padişah olduğu durumlarda şair padişahtan hiç ayrılmaz, şairin bulunduğu makama ise “musahib” denilirmiş:

En büyük iltifat, padişahın musâhibi olmaktı. Musâhib, başka bir deyişle nedîm, karîn, hükümdarın arkadaşı gibi daima yanında bulundurduğu, özel yaşamına ortak yaptığı,danışmanı ve sırdaşıdır.

O dönemin koşullarına göre düşünecek olursak, padişaha bu kadar yakın olunup da bir hatada bulunmanın ne kadar kötü sonuçlar doğuracağı da akla gelir:

Fatih Sultan Mehmed ile musiki ilminde sivrilmiş Mevlana Abdülkâdir arasındaki ilişki bu bakımdan ilginçtir. O, Vezirâzam Mahmud Paşa’nın kıskançlığını çekecek kadar Sultan ile yakınlık peydâ etmişti. İran’da ilm-i beyânda ve özellikle musikide üstâd olan Nahifî , Fatih’in yanından ayırmadığı bir musahibi olduğu halde bir yanlış hareketi üzerine saraydan atılmış, Bursa’da uzlete çekilmiş, geçimini sağlamak için büyüklere Arapça, Farsça ve Türkçe kasideler göndermeye başlamıştır.

Bütün bu işler, kitapta ulema, vezirler ve padişahlardan bunca sık bahsedilişine bakılırsa, elbette merkezde, payitahtta ya da merkeze yakın noktalarda ikamet şansı olan şairler için mümkündü. Bazen farklı sebeplerden ötürü şairler patronaj sistemine bir türlü dahil olamayıp, şiirlerinde bu şikayetlerini üstüne basa basa dile getiriyorlardı.

Feth-i kişver kılmağa eyler müheyyâ leşkeri
Yüz fesâd u fitne tahrikiyle bir kişver alır
Ol dahi âsâr-i emn ü istikametten berî

Eyleyüb nâ-dâna ‘arz-i fazl u izhâr-i hüner
Şermsâr etmek atâ ummak nedür zulm-i sarih


Mesihî gökten insen sana yok yer
Yürü var gel Arab’dan ya Acem’den


Şikayetname denince aklımıza hemen ilk gelen şair olan Fuzûlî dahi, payitahta ve devlet merkezine uzak olduğu için hami bulmak ve padişah ile kurbiyet kuramamasını şiirlerine yansıtıyordu:

Sâkin-i gûşe-i kanaat iken
Başıma düştü câh sevdâsı
Zevk-i ehl-i tama’ temennâsı
İstedimkim uluvv-i kadr bulam
Mazhar-i lutf-i padişah olam
Bilmedim kim şikeste-hâl olurum
Hased ehline pâymâl olurum


Şair ve Patron’dan çıkarılacak önemli sonuçlardan biri de, Osmanlı devrinde şiire ve sanatçıya gerçekten kıymet verildiği lakin, patronaj sistemine kendini dahil edememiş şairlerin (Fuzûlî gibi) geçim sıkıntısı çektiğidir. En bilindik şairlerden Bâkî’nin dahi, padişahın iltifatına nail olana kadar geçim sıkıntısı içerisinde olduğunu yazıyor Halil İnalcık Şair ve Patron’da. Bizim anladıklarımız, kendisine hâmi bulamamış bir şairin halinin pek iç açıcı olmadığı yönünde. Patrimonyal sistem, hem olmazsa olmaz denebilecek, hem de bu yüksek mevkiler elde edildiğinde sorumluluğu fazla olan bir sistem. Nitekim şu küçücük kitapta geçen hususiyetlerinin tamamını buraya aktarmak bile pek mümkün değil.

Bazı kitaplar insanın hayatına renk ve keyif katarken, bazıları da rikkat ve dikkat katar, Şair ve Patron’da ikinci başlıkta değerlendirilebilecek kitaplardandı diye düşünüyorum. Okumak isteyen herkese dikkatli ve feyizli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

6 Aralık 2017 Çarşamba

Efsaneden gerçeğe Osmanlı tarihinin kritik meseleleri

"Karındaşım Hızır ile ‘ilm-i ledünnîde Kostantiniyye’nin fethin istihrâc kılmışdık, kal’a feth olunduğu gün karındaşım Hızır ‘abâ-pûş velîler ile ‘askerin önünce hisâra girdiler, kal’a feth olunduktan sonra Hızır karındaşımı gördüm, kal’a divârı üzerinde oturmuş, ayaklarını salmışdı."
- Menâkib-i Akşemseddîn

Türklerde tarih, 'yazıcılık'tan ziyade 'anlatıcılık'la süregelmiş olduğundan; efsane, destan, rivayet, hikâye, masal üzerine oldukça ciddi bir birikim mevcut. Bunların yazılı alana geçmesiyle birlikte ciddi bir kaynak problemi de yaşanmaya başlamış. Anlatılanların ve yazılanların ne kadar doğru olduğu hâlâ tam manasıyla açıklığa kavuşmuş değilmiş. Bu kadar ciddi bir sorun ortadayken, tarih biliminin popüler kültüre malzeme üreten bir hizmetçi konumuna indirgenmesi de geri dönüşü olmayan çıkmazlara sokuyor okuyucuyu. İlkokul öğrencisi nasıl efsanelerle büyüyorsa, üniversite öğrencisi de kaynak tespiti yapmadan yıllardır anlatılanları farklı yorumlayarak bir şey elde etme çabası güdüyor.

İşte bu tip durumlarda hakiki bir tarih yazıcısının devreye girmesi gerekiyor. Ülkemizde bu sorumluluğu yüklenmiş ve tüm dünyada kabul görmüş tek isim ise hiç şüphesiz merhum Halil İnalcık hoca. Kronik Kitap tarafından yeniden neşredilen (ilk baskısı NTV Yayınları tarafından 2015'de yapılmıştı) ve böylece önemli bir açığı gideren Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, İnalcık hocanın son araştırmalarını bir araya getiriyor. İlk baskının tükenmesiyle tarih okuyucularının ve araştırmacıların sürekli arar hâle geldiği kitap 272 sayfadan oluşuyor ve kuruluştan Türk Tarih Tezi yıllarına kadar birçok özel konuya temas ediyor.

Merhum İnalcık'ın kuruluş yıllarına dikkati malum. Hoca elbette bir şeyleri işaret ediyordu ve bu genç tarihçilerin, araştırmacıların da dikkatini çekiyordu. Ancak gelin görün ki dikkate değer meselelere eğilen tarihçilerimizin sayısı hâlâ bir elin parmağını geçmiyor. Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler'de hocanın yazdığı makalelerde yoğunlaştığı şahıslar tarihimizde ne çok efsane vakanın ve gerçek mevzunun yer alabileceğinin göstergesi: Çaka Bey, Ertuğrul GâzîOsman Gâzî, Orhan Gâzî, Ahmedî, Çelebi Mehmed, Sultan II. Osman, Kösem Sultan, Sultan I. İbrahim... Bu isimlerin yanında diğer meseleler ve kronolojik gelişmeler ise şöyle: Türkmenler, Rumlar, İzmir'in fethi, mitolojiden gerçeğe kuruluş dönemi, İznik kuşatması, Sakarya seferleri, kuruluş dönemi Müslümanlık - Hristiyanlık tartışmaları, Kosova Savaşı, iktidar yolunun geçtiği Bolu dağları, İstanbul kuşatmasındaki kritik üç gün (20-21-22 Nisan 1453), İstanbul'un fethi ve deniz mücadeleleri, Boğazlar'ın 800 yıllık tarihi, iç savaş dönemi (1623-1632), Avrupa'da Protestanlığın yayılışı, Türk Tarih Tezi... Burada hocanın önsözde belirttiği bir meseleyi, kitabın önemine binaen sunmak gerekiyor: "Çeşitli konuları ele alan bu araştırmalarımın bir kitap halinde özgün fotoğraflarla bir arada basılması dolayısıyla kitaptaki fotoğraflar, araştırmalara özgünlük kazandıran değerli kanıtlar sunmaktadır. Bir örnek olarak, Osman Gâzi tarafından Sakarya seferinde ziyaret edilen Beştaş Zaviyesine ait beş antik taşı tespit eden fotoğraf, tarih literatürü için ciddi bir katkıdır."

Türkmenler ve Rumlar başlıklı makale her ne kadar kısa gibi görünse de Türk tarihçilerinin bazı hazırlıksız yaklaşımlarını ortaya seriyor. Burada İnalcık, Rum nüfusunun Osmanlı idaresinde yüzyıllarca varlığını korumasını bir olgu olarak nitelendiriyor. Bilhassa İslâmlaşma konusunda hocanın önemli yorumları var: "İslâmlaşma, gerçek bir kültürleşme, Türk toplumu ile kültürce özdeşleşme sonucunu vermekteydi. Rumeli’de Müslüman olma, Türk olma anlamına geliyordu. Gâzîlerin, Hristiyan kadınlarla evlenmek için büyük arzu duyduklarına dair birçok kayıt var. İslâm dini bunu bir hayır saymıştır. Esir Hristiyan kadınlardan doğan çocuklar hür sayılır. İznik fethinde Orhan, gâzîleri dul Rum kadınlarla evlenmeye teşvik etmiştir. Tarihçi, Gregoras, Orhan’ın İznik fethinden bir nesil sonra İznik bölgesinden geçerken nüfusun Rumlardan, mixovarvaroi ve Türklerden ibaret olduğu gözlemini yapmıştı.13 Rum analardan doğan çocuklar mixovarvaroi, Selçuklu yüksek sınıfında ve orduda önemli bir rol oynuyordu.14 Bizans kaynakları, özellikle fethin ilk zamanlarında Türk nüfusunun azınlıkta olduğu dönemde bu gibi evlenmelere geniş ölçüde rastlandığını belirtir. Toplumun her düzeyinde tespit olunan bu evlenmeler, Vyronis’e göre Rumların Müslüman toplumu ile kaynaşmasında “çok önemli” bir rol oynamıştır. Rum eşlerin ve onlardan doğmuş çocukların Türk halk kültürünün oluşmasındaki rolü küçümsenemez. Danişmendnâme, Saltuknâme ve Tevârih-i Âl-i Osman’da Bizans halk hikâyelerine, Yunan mitolojisine ait metinleri bu evlenmeler açıklar. Gayrimüslimler, şehrin pazar kesiminde Müslümanlarla eşitlik içinde faaliyette bulunmakta, klasik dönemde loncalarda onlarla birlikte oturup çalışmakta, eğlenmekteydiler. İstanbul ve Anadolu’da Rum nüfusunun Osmanlı idaresinde yüzyıllarca varlığını koruması bir olgudur." [sf. 19]

İnalcık'ın tespitlerinden, Çaka Bey'in ve öteki Türk beylerinin Ege ve Marmara Denizi bölgelerinde faaliyette olmasını Bizans tarihçisi Vasiliev Bizans için kritik bir dönüm noktası sayar: "Çaka, o zaman en önemli rolü oynamıştır. Çaka’nın Batı Anadolu’yu alarak Bizans’ın geçim ambarını ele geçirmesini ve Konstantinopolis tehdidini tarihçiler Bizans için ciddi bir tehlike sayar.". Bizanstinist Uspenski'ye göre de İmparator Alexios Komnenos’un durumu Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarındaki durumunun yanında şehrin Osmanlı Türkleri tarafından kuşatılması durumu ile ancak açıklanabilir.

Son Araştırmalarla Ertuğrul Gâzî'nin Gerçek Hikâyesi'nde İnalcık önce Ruhî Tarihi'ndeki Ertuğrul'u okuyucuya tanıtıyor. Daha sonraysa düzeltmeler yapıyor ve araştırılması gereken noktaları belirliyor. Bu noktalarından ilkinden sonuna kadar hocanın coğrafyayı ve coğrafî araştırmaları ne kadar önemsediği ortaya çıkıyor. Çok önemli bir tespit: "Ertuğrul, daha doğrusu onun ataları, aşîretleriyle Sürmeli-Çukur (Aras nehri vadisi) veya “Ermeniyye” taraflarında dolaşıyor, Azerbaycan’a olan Moğol akınları sonucu Anadolu içlerine göç etmek zorunda kalıyorlar." [sf. 33]

Mitolojiden Gerçeğe Osmanlı'nın Kuruluşu makalesi, bize 'tarihi bir efsane'nin nasıl doğduğunu ve nasıl da millî mitolojinin bir parçası hâline getirildiğini anlatıyor. Hocanın devam eden makalelerinde seferlerden din tartışmalarına, çağdaş kaynakların nasıl ele alınması gerektiğinden coğrafi yolların tespitine kadar birçok hassas konu, bu ciddiyetle ele alınıyor: efsaneden gerçeğe acil geçiş... Burada çağdaş kaynak demişken Ahmedî'nin özel bir şair olduğunu da vurgulamak gerekir. Süleymanşâh’ın ölümünden (1388) sonra boşta kalıp bir velinimet aramaya koyulurken şu dizeleri tarihimize armağan etmiştir:

"Uc’dan Uc’a araduk bu ‘âlemi 
Bulamadık ehl-i kerem bir âdemi 
Kimi kerem-ehli kimi ölmiş durur
Kimi yoklukdan nihan olmuş durur."

Ahmedî'nin I. Kosova Savaşı'na dair yazdıkları karşısında Neşrî "Savaşı tüm ayrıntılarıyla anlatmaktadır" demiştir. İnalcık'ın yorumu ise şöyledir: "Savaş Ahmedî gibi bir göz tanığı tarafından tarafsızlıkla anlatılmıştır. Burada uzun metni aynen vermiyoruz. Ancak şu ayrıntı savaşın sonucunu belirtmek bakımından önemlidir: Osmanlı ordusunun sol kolu bozulmuştu. Düşman “heman soldağı tîrendâzların üzerine hücum idip onları döndürüp göğüse uğradı, safları yara yara geçip arddağı Pazar halkını kıra kıra bırakdılar, leşkerin ardı mîşe idi, küştelerle doldu, amma bol yağ ve pirinç yeri gani kıldı, katırlar ve atlar ve yükler birbirine dolaşıp sedd oldu, kaçamadılar, kırıldılar, şehîd oldular. Kâfirler dahi sol kolu tamâm sındırıp dururlardı... Niceler can verdi... Küffârın şevketi ziyâde olup cenge germiyyetleri nihayette oldu. Bayezîd Han sağ kolda kuhmânend ayrılıp vekarla sakindi; gördü ki iş ayrıksı oldu, az kaldı ki leşher-i İslâm münhezim ola, heman bozavuncular çağırmağa başladılar ki: Hay gâzîler ne durursuz kâfir sındı, kaçdı dediler... Heman Bayezîd Han şevketle kâfire Yıldırım gibi yetişib... nâra urub tokundu, filhâl kâfir askerine urdu”. Diğer ordu kolları da karşı saldırıya geçtiler ve düşman kaçmaya başladı." [sf. 97]

İstanbul Kuşatması'ndaki kritik üç günü Halil İnalcık, 'göz tanığı' Tursun Beg'in ve Nicolo Barbaro’nun gözlemleriyle değerlendirirken o dönem düzenlenen meşveret meclislerine dair de tarihimiz için yüksek önemde tespitler aktarır. Fethin en kritik noktalarına temas eden İnalcık'ın üzerinde durduğu konular bir tarih okuyucusu için iştah açıcı ve ilham verici. "Fetih, yalnız Sultan Mehmed’in eseridir" der hoca ve şöyle devam eder: "Baştan aşağı tarih, insanoğlunun bir dramıdır. Tarihin trajik bir noktasında Sultan Mehmed ve Bizans’ın son imparatoru Konstantin müthiş bir dram yaşamışlardır. Bugün tarihçiler, bu dramı anlamak için onların yaşadıklarını öğrenmeye çalışmalıdır." [sf. 122]

II. Osman'ın katlini İnalcık, daha önce okumadığımız kaynakları irdeliyor ve kendi tekniğine göre yorumluyor. Burada hep yaptığı gibi edebiyattan da yararlanıyor. Mesela bir taraftan II. Osman için yazılmış "Bir şâh-i âlîşân iken şâh-i cihâna kıydılar / gayretlü genç arslan iken şâh-i cihâna kıydılar" dizelerini hatırlatırken diğer taraftan katlin akabindeki tepkileri şöyle anlatıyor: "Asıl tepki Anadolu’da kendini gösterdi. Anadolu’da sekban ve sarıcalar, İstanbul’da iktidarı zapteden kapıkullarına karşı ayaklandı. Abaza Mehmed Paşa emrinde isyan bayrağını kaldırdılar. Bu isyanı bastırmak devleti yıllarca uğraştırdı. Abaza Mehmed Paşa Anadolu sekbanlarıyla Erzurum Kalesi’nde İstanbul’un gönderdiği ordulara yıllarca karşı koydu. Bu mücadeleyi bazı tarihçiler (İ. H. Danişmend ve Mustafa Akdağ) Anadolu Türklüğünün, İstanbul’a hâkim devşirme kapıkullarıyla mücadelesi şeklinde yorumlarlar." [sf. 172]

Kösem Sultan'ın iktidarı ele alacak kudrete nasıl ulaştığı ve yönetim stratejileri belgeler eşliğinde işlenirken, Sultan I. İbrahim'in hal'i ve katli, akabinde Kösem Sultan'ın ölümü gibi tarihimizin en çok efsaneye sahip olan sayfalarının gerçekleriyle devam eden kitap, Osmanlılar ve Avrupa'da Protestanlığın Yayılışı ve sonrasında Türk Tarih Tezi başlıklı makaleyle son buluyor. Bu son makale, hocanın 20-24 Eylül 2010 tarihleri arasında Ankara’da toplanan 16. Türk Tarih Kongresi’ndeki açış konuşmasından derlenmiş. Halil İnalcık'ın şu yorumları oldukça dikkat çekici: "Osmanlı Devleti’nde kanunlar hâkimdir. Defter ve örfi kanunlar olmasaydı bu imparatorluk 600 yıl devam edemezdi. İmparatorluğu yürüten etkin bürokrasidir. O zaman Avrupa’da böyle bir defter sisteminin örneği yoktu. Osmanlı İmparatorluğu’nu 600 yıl boyunca bu kadar geniş bir alanda, çeşitli kavimler üzerinde idareci durumuna getiren bu bürokratik sistemdir... Böylece 70 yılımı bu arşivlerde çalışmaya verdim. Bugün dünyada artık Türk tarihçilerin görüşleri izleniyor." [sf. 265]

Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, Halil İnalcık'ın tarih okuyucularına ve tarihçilere bir armağanı olarak değerlendirilebilir. Bu kitabın birçok konuda açtığı yol üzerinde ilerlemek ciddi çalışmalar ve elbette cesaret istiyor. Hocanın dediği gibi Türk tarihçileri kendilerine yakışan ciddiyeti ve samimiyeti göstermek zorunda. Okuyucular ve araştırmacılar da artık bunu bekliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Kasım 2014 Pazar

Aktüel meselelerin tarihi kökleri

Tarihin aktüel, siyasi ve fikri kaygılarla yorumlanması, yeniden inşa edilmesi yeni bir durum değil. Kemalist tarih inşasına karşı, farklı ideolojik gruplar “kendi tarih”lerini oluşturma gayreti içinde olmuşlardı. Günümüzde tarih çok popüler olmasına, belki de sosyolojiden çok daha yaygın bir yayın faaliyetine sahip olmasına rağmen, “büyük tarihçi” algımızı tahkim edecek çok az isim var. Evet, Halil İnalcık bu isimlerin başında geliyor. Kırmızı Yayınları’ndan çıkan Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası’ndaki bazı yazılar bugünün kaygıları ve meseleleri üzerinden yakın ve uzak tarih okumasına dayanıyor.

İdeolojik bir tarih inşasından söz etmek katiyen imkânsız ama kitaba Özdemir İnce gibi bir şahsın sunuş yazması, tarihin bugün belki en önemli “aygıt”lardan biri haline dönüştüğünü gösteriyor. İnce, hangi salahiyetle Halil Hoca’nın kitabına sunuş yazar, Hoca’nın bundan haberi var mı? Velev ki Hoca bundan haberdar olsun yine Özdemir İnce kimliğinin onun kitabında görünmesi, tarihin kendisine, okura büyük bir “eziyettir.

Halil İnalcık yeni kitabındaki yazıları Türkiye’nin varlığı ve kimliği üzerinde hissedilen “endişe”lerin ekseninde yazdığı bariz şekilde fark edilmektedir. Hoca ülkenin millet bağının çözüldüğü kanaatindedir: “Türkiye’de şimdi şuna inanılıyor ki, ulus – devletin kuruluşu ile beraber, millet – devlet özdeşleşmesi gelmiştir. Dünyada olduğu gibi günümüz Türkiyesinde de, bunu sonu gelmiş, özellikle ekonomik küreselleşme akımı yeni gelişimi hızlandırmıştır. Şimdi cemaatler, azınlıklar, çoğulcu sivil toplum kurumları öne çıkmaktadır.

Osmanlıların Türklüğü
İnalcık kitabında bu kaygıların yanına başkalarını da ekleyerek Selçuklu – Osmanlı ve Türkiye ile İslam arasındaki irtibatın niteliğini sorgulamaya tabi tutar.

Esasında İslam payını sabit tutarak, bu devletlerdeki Orta Asya Türk geleneklerinin etkisini ön plana çekmeye çalışır. Bu bakımdan öncelikle Selçuklu ve Osmanlı’daki “örf”ün etkisinin bilinenden çok daha fazla olduğunu, padişahların kanunlarını şeriattan çok örfün etkisinde yaptıklarını iddia eder. Halil Hoca, Şeriat’ın Osmanlı’daki etkisini zayıflatmaktan çok Şeriat ile örfün kapsayıcılığı üzerinden bir yorum getirme gayreti güder: “Osmanlı Devleti, şeriatı aşan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Bu yolu açan prensipse, örf, yani hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak şeriatın şümulüne girmeyen alanlarda devlet kanunu koyma yetkisidir.”. Bu naif cümle aslında Şeriat’ı “belirli bir alana sıkıştırarak” kapsamını daraltmakta, bir sonraki aşamada Osmanlı’da din ve devlet işlerinin her durumda iç içe olmadığını ispatlamaya böylece Kemalist kurucu anlayışın haklılığını ortaya koymaya çalışmaktadır. İnalcık burada simge isim olarak Fatih’i yani çağ açıp kapatan Padişah’ı alır. Fatih’in kanunnamesinde örfü etkili kullandığını belirten İnalcık, sadece Fatih’in değil tüm Osmanlı padişahlarının Türk devlet geleneği yani törü’yü, örfü temel aldığını vurgular. Osman Gazi’den Kanuni’ye kadar örf, devletin esaslarını belirlemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın devamı olup olmadığı sorusu da bu bakımdan cevabını bulur: her ne kadar toplumdaki İslami algılar ve yaşayış biçim varlığını sürdürse de devlet yönetimi bakımından Osmanlı bitmiş, kesinlikle son bulmuştur. İnalcık, Türk kavramı etrafında sıklıkla tartışılan bazı meseleleri Selçuklu ve Osmanlı deneyimleri üzerinden değerlendirirken, etnik aidiyet ile İslam aidiyeti arasında yumuşak bir karşılaştırma yapar. Bu bakımdan Osmanlı’nın idari yapısının örf ağırlıklı olduğu tezi Osmanlı ile Türkiye arasındaki irtibatın zayıflığına; Türkiye’nin kuruluş bakımından müstakil kimliğine “evrilme”yle geldiğine delil teşkil eder.

Genel Kabullere İnalcık Müdahalesi
Halil İnalcık kitabın girişinde uzun uzun Türkiye’deki tarihçilik konusunda fikirlerini açıklarken başta modern Türk tarihçiliğinin babası sayılan Fuat Köprülü ve Ömer Lütfi Barkan’ın tarih metodu, Braudel etkisi üzerinde durur. “Osmanlı tarihinin büyük problemlerini birtakım sosyolojik genellemelerle çözümlenmiş saymak, bu son dönemde bir moda haline gelmiştir” eleştirisi hali hazır tarihçilik üzerine önemli bir eleştiri olarak not alınmalıdır.

Wittek’in eski metinlerin tenkitsiz kullanılmasını affetmediğini aktaran İnalcık, Barkan’ın “tarihçi yürüyeceği yolu kendisi yapan bir yolcu durumundadır” sözünü de tarih araştırmaları için zikreder. İnalcık’ın sıkı eleştirilerinden birini de Celali İsyanları üzerine çalışan Mustafa Akdağ için yapar. Akdağ’ın Celalileri anlamadığını iddia eden İnalcık, tımarlı sipahiler yerine ikame edilen sekban ve sarıca bölüklerinin ortaya çıkışıyla Celali İsyanları arasındaki doğrudan bağlantıyı Akdağ’ın kuramadığını belirtir.

Halil İnalcık kitabında yaptığı önemli değiniler ve kritik müdahalelerle bir takım yanlışları tashih ettiği gibi genel anlayışları da yıkar. Türklerin her zaman İpek Yolu’nu denetimleri altında tuttuklarını, bu nedenle yerleşik ve zengin olduklarını izah eden Halil Hoca, Türklerin göçebe olduğu genel yargısının önüne geçer.

Osmanlıların, Türklerin ve bağımsız bir devletin varlığının “batılılaşma”ya bağlı olduğu gibi uç bir yorum yapan Hoca, Türklerin Selçuklular dönemi başta olmak üzere İslam’ı kurtardığı ve hatta Avrupa’nın İslam medeniyeti sayesinde bugünkü haline geldiğini basit indirgemecilikten uzak, tarihin o günkü şartlarını gözönüne alarak söylemektedir. Bugün kaba hümanizm gösterileri arasında gazayı “barbarlık” gibi sunma gayretleri İnalcık’ın aktüel kaygıları bir tarafa iterek firasetine, tarih konusundaki hakkaniyetli tavrına çarpar: “Post – modernist yazarlara göre mesela gaza, gazi, fetih tarihi terimlerin kullanılması ulusalcılık, bağnazlıktır. (…) Osmanlı savaşçı, savaşırken İslam’ın belli bir inanç ve zihniyetiyle savaşmaktadır; o gelişigüzel bir akıncı değil, bir gazidir, aldığı ganimet onun için, dinin kutsallık verdiği bir kazançtır. Cami yaptırmaya niyet eden sultanlar gazâ seferi düzenler ve ganimet malıyla camisini yapardı; reaya vergisinin haram içerdiğine inanılırdı.

Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1

16 Eylül 2014 Salı

Para için şiir yazmak yahut patronaj

"Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı."

- Nef''î

"Anılmaz idi Feridûn u Cem'le Keyhüsrev
Cihâna gelmese ger şairân-ı şehd-mekâ."

- Hayâlî

7 Eylül'de 98. yaşı kutlandı Halil İnalcık'ın. Gerek yaşı gerek eserleri vesilesiyle yaşayan en büyük tarihçimiz olduğu konusunda herkes hemfikir. Kutlama gününden fotoğrafları ve şu sıralar edebiyatımızdaki "teşvik" konusunu yan yana koyunca aklıma İnalcık'ın "Şair ve Patron" kitabı geldi. Hakkında bir şeyler yazmayı arzu ettim. Zira 2003 yılında çıkmış ve edebiyatımıza sosyolojik pencereden attığı bakışla çığır açmış bir kitapçık idi. 6 ay içinde yeni baskısını yapmış ve uzun süre edebi tartışmalara yol açmıştı ki incecik bir kitap için onur verici olsa gerek. Elbette yazar Halil İnalcık olunca o inceliğin içinde ne kalın belgeler bulunuyor, söylemeye gerek yok.


Kitap için çok fazla eleştiri, inceleme ve öneri yazıları kaleme alınmıştı. Çıkış döneminde "O ne demekmiş canım? Para için şiir yazılır mı?" diyenler, günümüzde konuya farklı bakmaya başladılar. Herhalde dünya şartları olsa gerek bu dönüşümün sebebi. Konu divan edebiyatı olunca mangalda kül bırakmayan şairler, yazarlar ve araştırmacılar, mevzu modern Türk şiirine gelince divanlarına uzanır oldular. Halbuki para her zaman para idi, peki şiir her zaman şiir miydi? Paranın olduğu yerde şiir, şiirin olduğu yerde para geçer miydi, geçerli miydi? Galiba uzun bir zaman daha sürecek bu tartışma. Biz kitaba dönelim.

Max Weber'in "patrimonyal devlet yapısı" tanımlamasından yola çıkan İnalcık'ın bu kitapla hedefi "divan şairlerinin sanatlarını değerlendirmek ve bir maîşet sağlamak için daima bir “hâmî” (patron) aramak zorunda kaldıklarını belirtmeye çalışmak, kendi dillerinden kanıtlar vermek" olmuştur. Yani İnalcık'ın derdi "Şiirden para kazanılması" falan değil, olmuş olanları yazmak. İnalcık'a bu kitabı yazdıran neler ve kimler olmuştur mesela? Klasik şairlerimiz arasında daima bir hâmî arayan ve dokuz akça maaş alamayınca Nişancı Celâlzâde’ye o müthiş “Şikâyetnamesi”ni yazmış Fuzulî, geçinmek için yüzlerce kâside yazıp satan Zatî, İskender Çelebi'nin himayesinde önce Belgrad'da sonra başka yerlerde kâtiplik elde etme peşinde koşan Latîfî, İslâm dünyasının Voltaire'i olarak gösterilen ve Fatih Sultan Mehmed'in 5000 altın göndererek İstanbul'a davet ettiği Abdurrahman Câmî... Bu isimler sadece birkaçı. Ancak Fuzulî ile ilgili olan bölüm son derece önemli. Gerek Kanunî'yi gerekse Şehzâde Bayezid'i kendine hâmi yapmak için çok dil dökmüştür Fuzulî. "Leyla ile Mecnun"da patronajın ne kadar gerekli olduğunu da bazı yerlerde şöyle vurgular:

"Tutsan elini ben fakîrin
Hak ola hemîşe destgîrin."
...
"Her birine hâs oldu bir şah

Zevk-i suhândan oldu agâh
Türk ü Arab u Acem'de eyyâm
Her şâ'ire vermiş idi bir kâm."
...
"Sarf eyle rı'âyetimde eltâf
Tenhâlığımı gör eyle insâf."
...
"Var ümmdim kim hemîşe irtifâ'-i kadr ile
Ola ihsânun neşât-engîz-i her kalb-i hazîn."

Öte yandan Osmanlı sultanını göklere çıkarmak, onun hilâfetini ve imâmetini belirtmek de Fuzulî'nin özen gösterdiği durumlardır. 1534'den önce İran Şahı için kullandığı kıymetli sözleri Sultan Süleyman'a da Hadîkatu's-Su'adâ adlı dîbâcesinde ve hâtimesinde dile getirmiştir. Hakkında yazılan eserlerde özellikle İranlı Hüseyin Vâ'iz'den bir tercümesi olan Hadîkatu's-Su'adâ eserinde, Vâ'iz'in eserini belâgat ve fesâhatte kat kat geçtiği belirtilir. Şehzade Bayezid'e gönderdiği mektubunda görmek istediği "hidmet-i şerîfe" olarak münşî-kâtiplik hizmeti söylenir. Bunca çabası ve istediği ayrıcalıklarla hayli sıkıntı veren Fuzulî'nin nesir eserleri dersaadet tarafında da seviliyor olacak ki Musul sancakbeyi Ahmed Bey'e gönderdiği cevabnâmenin başına koyduğu 3-6 beyitleri, İran'a kaçan Şehzâde Bayezid için Sultan Süleyman'ın İran Şahına gönderdiği nâmeye de alınmıştır.

Patrimonyal Devlet ve Sanat, Osmanlı Saray Kültürünün Gelişmesi ve Osmanlı Divan Şu’arâsı, Patron ve Klasik Şiirde Sanat Anlayışı, Şu’arâ Tezkirelerinde Şâir ve Patron, Fuzûlî ve Patronaj gibi bölümleri olan kitabın en dikkat çeken bölümü şu: İn’âm Defterlerinde H. 909-917 Yıllarında Bağış Alan Şâirlerin Menşei ve Mesleği. Burada birçok divan şairinin aldığı bayramlık, armağan, inam ve sadakaların listesini görüyoruz ki yine bir Halil İnalcık ilki olarak tarihe geçmiştir.

Yazının hemen başına aldığım Nef'î'nin ve Hayâlî'nin sözlerine bakarsak, hükümdarı övmekten başka bir şey yapmayan şairin kim olduğunun, değerinin ve geleceğinin ne olacağının cevabını bulmuş oluruz. Zira şairler olmasaydı hükümdarları kim bilebilirdi? Bunlarla beraber eğer bir şairin temel özelliği kaside yazıp abartmalı övgüler dizerek hükümdardan para koparmak olsaydı, Bâkî ve Nef'î; birer şair olan Kanûnî Sultan Süleyman'ın ve IV. Murad'ın karşısına dikilip "Sen mülkün sultanıysa ben de sözün sultanıyım” diyemezlerdi.

Halil İnalcık'ın tarihçiliğindeki temel kaygısı; olmuş olanı, dönemin toplumsal ve iktisadi çerçevesi içinde de açıklamaktır şüphe yok ki. "Şair ve Patron" için de "Sanat sosyal bir olgudur. Bugün tarihçi bir sanat üslûbunu açıklamak için, sanatkârın bireysel psikolojisi ve deneyimleri kadar yaşadığı toplumdaki genel koşulları, hitab ettiği kitleyi anlamaya çalışmaktadır." açıklamasını yapmıştır. Bu kitabında András J. E. Bodrogligeti ve M. E. Subtelny gibi Orta Asya tarihçilerinin çalışmalarını da örnek göstererek Timur devri sanat çevresi ve Osmanlı sanat çevresi arasındaki yakınlığa dikkat çekmiştir. Sadece başsağlığı için mersiye yazıp para kazanan şairler de vardır geçmişimizde. Kitap üzerinde eleştirilere yine aynı yıl içinde cevap veren İnalcık şöyle demiştir: "Sanatta patronaj, belli toplum koşulları altında kaçınılmaz bir zaruretti. O zamanlar şâir için kitap bastırıp geçimini sağlama imkânı yoktu (Gerçi bu durum bizde bugün için de değişmemiştir). Aslında patronaj, iki doğrultuda işleyen bir yoldu. Patron, nasıl sarayının ihtişamı “hadem ve haşemiyle” ve de devrin büyük sanatkârlarının “hâmisi” olmakla öğünürse, sanatkâr da haşmetli bir hâmînin iltifatıyla akrânı arasında sivrilmenin, sultanu’ş–şu’arâ olmanın peşinde idi."

İrfan Karakoç'un kitap hakkındaki yazısından öğrendiğime göre, "Şair ve Patron"un yayımlanmasından kısa bir süre sonra Hilmi Yavuz beş, Mehmet Tekin iki, Kemal Kahramanoğlu, İlber Ortaylı ve İskender Pala birer yazı yazdılar. Orhan Bilgin, Muhammet Nur Doğan ve Atillâ Şentürk ise 4 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan “Divan Şairleri Para Kazanmak İçin mi Şiir Yazıyordu?” başlıklı haberde görüşlerini belirttiler. Halil İnalcık ise on gün sonra, yani 14 Haziran 2003 tarihli Zaman gazetesinde tüm bu yazılara çok kısa bir cevap verdi. Yazısının sonuna eklediği dizeler ise son derece ironikti:

"Biz bekler iken bir nice takrîz üdebâdan
Gelmiş bize bir darbe-i ta’rîz Palalardan."


Kitap, patronajın ne kadar sakat bir anlayış olduğunu aslında açık gözlere anlatıyor. Günümüzde sanat ile iktidar yakınlığının nelere sebebiyet verdiğini öyle veya böyle görebiliyoruz. Bu konuda daha ciddi araştırmalar yapılmasını, kitaplar yayımlanmasını bekliyoruz. Bu minvalde, Tûbâ Işınsu Durmuş'un 2009 yılında yayımlanan "Tutsan Elini Ben Fâkirin - Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği" adlı kitabı da mühim. Yazım biterken naçizane, 26 Nisan 2013 tarihinde İsmet Özel'in Zonguldak'ta "Türk Milleti’nin Üstünlüğü, Şiirle Doğmuş Olmasıyla Alakalıdır" başlıklı konuşmasından bir alıntı aktarmak isterim:

"Eğer parayla şiiri aynı kafese koyarsanız biri diğerini yer, yok eder. Bugün hangi şartlarda bulunduğumuzu, Türk şiirinin hangi şartlarda bulunduğunu anlayarak, o yüksek anlayış bölgesinde tespit edebiliriz. O yüksek anlayış bölgesinden mahrum isek bizi kolaylıkla günübirlik menfaatlerimiz uğruna birileri kullanabilir. Ama biz şiirden bir yüksek anlayış bölgesi kapabildiysek o bizim bazı şeylere tenezzül etmeme üstünlüğümüz olarak yer tutar."

Özellikle her fırsatta "İsmet Özelci"(?) olduğunu beyan edenlerin, yaşayan son büyük Türk şairinin bu sözleri için ne düşündüklerini de çok merak ederim. "Şair ve Patron" yoruma açık, tüm belgeleriyle gerçek, büyük bir eser. Geçmiş için belki bir ibret, gelecek için de belki bir imkân. Aşırı belki...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Mayıs 2012 Perşembe

Tarihçiyle tarihi yaşamak

"Onun çalışmalarını çıkarın, Osmanlı tarihinde hiçbir şey kalmaz."
Prof. Mark L. Stein

Halil İnalcık, sadece ülkemizin değil dünyanın yaşayan en büyük tarihçisi hiç şüphesiz. Böyle bir kıymetin değerini bilmek için hem eserlerini hem de kendisini iyi bilmemiz gerekiyor. Emine Çaykara'nın bu Nehir Söyleşi kitabından Halil İnalcık'ın hayatı süzülüyor. 

96 yaşında olan ve hala enerjisinden bir şeyler kaybetmeyip yazmaya, tarihi yaşatmaya ve hizmet etmeye devam eden Halil İnalcık hoca, "Şeyh-ül Müverrihin" yani "Tarihçilerin Şeyhi" kabul edilmektedir. Böyle bir şeyhle söyleşiyi ustalıkla yapan, kültürel donanımıyla tam yerinde sorular soran ve söyleşinin akıcılığını sağlayan Emine Çaykara'nın da hakkının teslim edilmesi gerekmektedir.

Bir İnalcık talebesi olan İlber Ortaylı, hoca hakkında şöyle diyor:

"Hoca, fransızca yazar. İngilizce malum, Almanca en çetrefilli metinleri hiç tercümansız ve hatasız okur. Chicago'dayken 50 yaşındaki Halil İnalcık eski Fiorentine metinleri okuyordu. Dil öğrenmeyi de ayrıca çok teşvik eder. Beni, "Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz" diye adeta haşlamıştır."

Bir tarihçiyle beraber tarihin tam içinde yüzmek istiyorsanız, bu kitap kütüphanenizin en özel yerinde yer almalıdır. Sonrasında hafta sonu keyfinizi taçlandırmalıdır. Okurken hissedeceğiniz en önemli şey ise, hedefine asılan bir insanın tarihe hiç çıkarılmayacak bir iz bırakabileceği olacaktır.

"Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar."

Tarihe tarihçinin hayatıyla bakmak ve tarihçiyle tarihi yaşamak isteyen ruhlara doyumsuz bir kültür yolculuğu önerisi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf