Gündüz Vassaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gündüz Vassaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2024 Cuma

Mostari’de babanın evinde gibi yaşamak

Yıl 2000… Ankara’da lisans öğrenimimin sonlarına gelirken yok paramla almıştım Gündüz Vassaf’ın Annem Belkıs’ını. Cehenneme Övgü’yü önceden duysam da elime geçen ve okuduğum ilk kitabı da bu olmuştu. Şimdi yazacaklarımı bir gün kendisine söylemeyi çok istiyordum, belki vesile olur bu yazı. Kitabın girişinde Ustrumcu’dan (Strumitsa) bahsederken komşu kapılarından ya da kapıcıklardan bahsediyordu Vassaf. Önceleri mahalledeki kadınların sokağa çıkmadan bu kapılar sayesinde selamlıktan selamlıklara geçişini anlatırken sonraları bu kapıların nasıl bir kaçış yolu olduğunu öğrenmiştim. Sonra aslen Makedonya, Kırçovalı (Kicevo) olan ben de Türkiye’ye göçen anne ve babamın aynı kapıdan bizim bahçemize açtığını görünce/fark edince yazdığım ilk öykü “Komşu Kapısı” olmuştu ve sonra ilk öykü kitabım da bu isimle yayımlanmıştu elbette. Uzun lafın kısası Mostari’yi bu kadar merakla beklememin, merak etmemin en mühim sebebi, galiba Vassaf ile birleşen Rumelilik ruhu ve Rumeli hissi oldu.

Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabın ismi gibi dursa da bir durum ya da tanımı başlı başına karşılıyor aslında. Bu manada hiçbir kinaye ya da mecaza başvurmadan kitap, Vassaf’ın Mostar Köprüsü başında bıkmadan usanmadan ve dahi büyük bir aşkla bekleyişini anlatıyor. Ama bu öyle boş boş bir bekleyiş değil; köprüden, bir zamanı, çağı izlemek, anlamak, dahası aktarmak hali ile.

Bir günlük, özünde mahremi olmalı insanın. Herkes bilir ki, bir günce kişinin özelidir, okumak bir mahremi ihlal gibidir. Bu manada hem Rumelili hem de birkaç kez Vassaf’ın beklediği mekânları gezen, duran, dokunan bir Mostar âşığı olarak kitap benim için pandemi şartlarında Mostar’ı gezme fırsatı sayıldı. Vassaf ile birlikte tabii.

Son yıllarda bizde hâkim bir dil olarak neo-Osmanlıcı söylem ile siyasal İslâmcı dilin cıvık cıvık bir romantizme esir ettiği Bosna’nın bu mistik noktasının Vassaf gözü ile anlatılmaya ihtiyacı varmış ve iyi ki anlatmış. Her satırı ve tespitleri ile damla damla aktardıkları, onun gözünün gördüğü bir ânın karşılığı gibi görülse de “işte Bosna, işte Mostar bu dediğim” o kadar çok not var ki… Mesela Fransa’dan Mehmet ile diyaloğu: “İçki içilecek yer var mı?” “Çok” “Başörtülü kız?” “Görmedim.” Lisansüstü iki tez yazarak rahatlıkla bir Balkan tarihçisi olduğunu söyleyebileceğim ben, sadece bu diyaloğun bile yukarıda bahsedilen romantik simülasyonun aksine tek başına bugünün Bosna’sına dair mühim bir tespit olduğunu ifade edebilirim. Vassaf, bir günce tutarken işte tam da bu gerçekliği bazen ezber bozacak şekilde aktarmış. Kızan olacaktır, kabul etmek istemeyecekler de ama Bosna gerçeklerinden biri de tam bu diyalog. Saray Bosna’nın tam ortasından geçen sınır çizgisinin aşağısı ile yukarısı arasındaki kültür/biçim/mimari farkının da bu gerçeği, her şeyi aktardığını düşünürüm her daim. Bosna Başçarşı’dan (Bascarsija) ibaret değil dostlar.

Kitabı okuyan ve Bosna’yı seven, özleyen herkeste evvela oluşacak his, İsmeta Pihe Krese 11’e duyulan kıskançlık olacak, buna eminim. En azından bende oluştu. Penceresinden Mostar’ın gözüktüğü ve Vassaf’ın ikamet ettiği adres. Bekçinin mekânı. Her şey elinin altında. Bosna’nın kahvesi, Neretva’nın gür akan suları, bitmek bilmeyen turist kafileleri, fesli Türkler, fessiz Türkler, fotoğraf çeken Japonlar ve bunun etrafında akan Mostar hayatı.

Vassaf’ın verdiği ayrıntıları bir güzergâha dönüştürürseniz -ki ben gibi buralara birkaç kez gitme şansınız oldu ise bu oldukça kolay olacaktı-, kitap ile buralara gitmek için harika bir sebebiniz olacak. En azından köprünün altından, köprüyü kadraja sığdırmak çabasından çok daha ciddi bir gerekçe olacağı açık.

Vassaf’ın notlarını okurken içinde bulunduğumuz zamanda etrafımızda akan zamanın ve mekânın tadını çıkarmak yerine içine düştüğümüz kayıt hastalığına bir kez daha kahrettim. Mostar’a gittim, hem de birkaç kez ve ben o köprübaşına dirseklerimi koyarak onu izlemedim saatlerce. Hediyelik eşyacılarda, pazarlıklarla geçen çok fazla ziyaret yaptık mesela.

Vassaf, sadece bir ânı kaydetmemiş elbette. Çoğu zaman lirik bir dille sunmuş gözlemlerini. Sadece toprak üstünü değil, toprak altını da görüp aktarmış bizlere. Sonra geçmişe dönmüş zaman zaman. Gelmeden buraya dair okudukları, tespitleri, izledikleri, dinledikleri… ne varsa usul usul anlatmış. Yani bir merakı gidermenin ötesinde okuyana öğrendiği hissini de vermiş, veriyor, verecek Mostari ile.

Vassaf, köprüyü beklerken içini de dökmüş bize dair. Dertleşmiş sanki. Yakın tarih, uzak tarih, şimdiki biz. Kahırlı cümleler, sitemler, tavsiyeler. Ama öyle didaktik değil. Köprübaşında bosanska kafa içerken sohbet eder gibi. Bu arada en büyük sitem köprüyü Mimar Sinan yaptı diyen Evliya Çelebi’ye.

Vassaf, sanki yanında getirdiklerini, heybesindekileri Mostar’ın başından Neretva’ya dökmeden geçmiyor bir türlü köprüden. Okurken bir iki yerde “yahu geç artık şu köprüden” diye düşünmedim değil. O bekledikçe ben gibi köprüden gidip gelenlerin buranın kıymetinin bilmediğini düşünüp kızdım kendime.

Siz kitabı okurken, acaba Mostar’a dair ne anlatacak diye beklerken, Gündüz Vassaf okuyucuya çok daha derin bir anlatı sunuyor. Bazen maillerini paylaşıyor sizinle, bazen gördüğü bir tabelayı. Manasız geliyor belki ilk anda ama sonrasında bu parçalar, onun anlattıkları ile bir bütüne eviriliyor. Yani Vassaf’ın zihni önce Mostar’a hazırlanmış gibi, köprü daha önce Andriç’in Drina için yaptığından çok daha canlı bir hale bürünüyor. Mostar’ın yükünün düşünüldüğünden çok daha ağır olduğunu anlamak da kaçınılmaz oluyor elbette. İnsan taşımıyor sadece. Her bir basamak bu çağa atılmış bir çentik gibi oluyor. İşte insan o zaman, şimdi gitsem galiba ben de geçerken tereddüt edeceğim diyor.

Mostari özel bir kitap… Vassaf’ın kitaba motto olacak sözlerine de çok yakışıyor: Mostar’da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye… Herkesin aceleye getirip birkaç saatte gezip fotoğrafladığı bir köprübaşında, Vassaf, yazdıkları ile Mostar’a ait bir unsur bence artık. 2013’te yayımlanan ilk hali sonrasında aradan geçen zaman düşünüldüğünde, yeni baskısını bugünün zorunlu olarak yavaşlayan evresinde harika bir sükûnet şansı olarak görmek hiç de yersiz değil. Hele ki Vassaf’ın Nâzım’dan aktardığı şu cümleyi okuyunca: Dünya babanın eviymiş gibi yaşa. Ve tabii ki Vassaf’ın eklemesi ile:

"Dünyanın babanın evi olmadığını da bil!"

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

7 Temmuz 2022 Perşembe

Vicdanımızla davranışlarımız arasındaki uçurum

Av Mevsimi filminde Komiser Ferman’ın ekibindeki genç polislere ders anlattığı sahneyi hatırlayalım. Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz demişti. Üstelik o görünen şey bizi hedefimize götürecek şey mi yoksa hedefle, yani gerçekle aramızda bir engel mi onu da bilemeyiz. Bu durumda elimizde tek ve en önemli şey kalıyor: bakış açımızı değiştirmek. “Kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız” diyerek dersini bitirmişti Komiser Ferman. Okumanın insana sağlayacağı en kıymetli şeylerden biri işte bu: aklın zincirlerini çözmek, yani bakış açısını değiştirmek.

Eğer insan okudukları karşısında şaşırmıyorsa, rahatı kaçmıyorsa, şüphe ettiği meselelerin peşine düşme kararı almıyorsa, tek bir gerçek olmadığını anlayamıyorsa neye yarar o okumak? Cevap: Kafa konforuna. Kafa konforu, birçok okurun fark etmeden içine düştüğü bir kuyudur. Hep aynı şeyleri okumak, hep aynı şeyleri söylemek, bir süre sonra kişinin varlığını tehdit eder. Başkalarının tek doğru bildiği şeylerle, başkalarının anlam dairesiyle düşünüp konuşmak ve hatta yazmak, yıkıcıdır. Enkazın altında ilk kalan da kafa konforuna sahip okur olur.

Gündüz Vassaf her okuyanına “nanik” yapan bir kafaya sahip. İstiyor ki rahatı kaçsın insanların. Kendi çevrelerinden çıkıp başka çevreleri ve oradan bütün insanlığı düşünsünler biraz. En çok okunan kitabı Cehenneme Övgü’yü düşünelim. Yeni zamanların tüm numaralarını ve hilelerini ortaya sermişti. Tarihin insanlar eliyle silindiğini, bilgiye ve habere boğulan totaliter toplumlarda hafızanın ancak hastalandıktan sonra akla gelen bir ‘şey’ olduğunu anlatmıştı uzun uzun. Onun bir psikolog olarak modern çağın psikoloji anlayışını reddetmesi ise hep ilgimi çekmiştir. Nilay Örnek’in podcast serisi Nasıl Olunur’da “Eskiden babaya soralım, baba bilir denirdi. Şimdi en son söylenen baba, hiçbir şey bilmeyen baba, baba şamar oğlanı oldu. Kadını anlayayım derken erkekliğini unutur oldu. Kadının, azıcık erkeğin elinden tutup düştüğü bu durumdan kurtarması gerekiyor.” diyerek meseleye kimsenin bakmaya cesaret edemediği bir yerden bakmıştı. Derken pandeminin önümüze serdiği gerçeği de en acımasız biçimde anlatmıştı: “Artık anne de baba da çalışmaya mecbur. Çocuğuyla beraber olmaya alışık değil. Aynı saatte yemek bile yiyemiyorlar. Şimdi yan yana gelince ne yapacaklarını şaşırdılar çünkü aile artık aile değil. Çocuklara tahammül yok. Çocuklarımız için ‘son kölelerimiz’ diyorum.

Her kitap iz bırakır, muhakkak bırakır. Ancak önemli olan bıraktığı izin ne kadar sahici bir iz olduğu. Çünkü bazı izler kolay silinir, bazıları da ömür boyunca bakış açınıza, yaşama biçiminize tat katar. Bu tat her mevsimde, her zorlukta ve aşamada kendini gösterir. İşte o zaman okumanın gücü ruhu ayağa kaldırır. Dil, yeni bir şey söylemekle değil onunla buluşan ruha kattığı anlam boyutunda kuvvetlidir. Cehenneme Övgü bu nedenlerle çok güçlü ve iz bırakan bir kitaptı. Vassaf’ın hatırlattığı bir Nâzım Hikmet dizesinin (“Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak”) ruh bulduğu bir bakış açısı değiştirme rehberiydi sanki.

Geçenlerde “Medeniyet, Kültür, Sanat” adlı kitabını okudum. 1996’dan 2012’ye kadar yazdığı gazete yazılarından oluşuyor. Bir solukta okunurken pek çok yeni bakış açısını da okura parmak sallamadan sunuyor. Kabul et veya etme, dünyada olup bitenler sadece senin görebildiklerinden ibaret değil, çok başka şeyler daha oluyor, üstelik bunlar olurken sen bambaşka şeyler izliyorsun diyor denemeler. En kıymetli olanı da insanın varlığını sorguladığı zamanların geride kaldığını hatırlatması. “Şehirlerimizi aydınlatmadan, reklamların neon ışıklarına boğmadan önceki yıllarda başımızı kaldırdığımızda yıldızları görür, ‘Kimiz? Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?’ diye sorarken haddimizi bilirdik.” diyor Gündüz Vassaf. Sahiden de öyle. Gökyüzünü daha çok seyredebildiğimiz zamanlarda hayat daha farklı akıyordu sanki. Hem kendimize hem de tabiata daha saygılıydık, haliyle diğer insanlara da. Yani yaratılmış her şeye. Evet, Vassaf’la bambaşka anlam siperlerinden yeryüzüne bakıyor olabiliriz ama bize sorgulattığı şeylerin her biri günümüzde daha da değerli. Eğitim sistemimizden otomobil sevdamıza, başkalarını yargılama bağımlılığımızdan kendi kusurlarımızı bir türlü görememe durumumuza kadar insan ve memleket okuması yapmak için mühim denemeler bunlar. “Ancak kendi düşüncelerinin doğruluğuna kuşkuyla bakanlar, başkalarının düşüncesinin kıymetini bilebilirler.” sözünü bir kenara yazalım ama yazmakla kalmayalım, düşünelim. Şunu da unutmayalım: “Uygarlaştık diyerek kendimizi aldatıyoruz. Dünyada insanların üçte biri kadar aç, hasta ve işsizken buna seyirci kalan bir düzene uygar denilemez.

Yazıyı bitirirken, tüm bu denemelerden çıkan neticelerden biri de kendisine dost olamayan insanın hiçbir kimseye, hiçbir şeye dost olamayacağı. Modern insan yalnız kalmaktan korkuyor; yalnız yürüyemiyor, yalnız yemek yiyemiyor, yalnız sinemaya gidemiyor. Tüm bunlar olurken kitap okuyamamasını da çok sorgulamamak lazım. Çünkü kitap okumak konfor kaçırır. Kişiyi hem yazarın hem de kendi düşüncelerinin arasında bir girdaba sokar. O girdaptan sağ çıkmak da mümkün, hasarlı çıkmak da. Yaralanmak insana mahsus ve oldukça kıymetli. “Beynin en iyi şekilde çalışması ve bireyin en yüksek potansiyelini yerine getirmesi için yalnız olma becerisinin geliştirilmesi gerekir. Öğrenmek, düşünmek, yenilik ve kişinin kendi iç dünyasıyla iletişimini sürdürmek yalnızlık sayesinde kolaylaşır.” diye yazmış İngiliz psikiyatr Anthony Storr, Bir Başına’da. Deneme okumak zaten kıymetli olan yalnızlığı daha da kıymetlendirir. Ancak dönüp yeniden insanlar arasına karışmak gerekir. Aksi deliliğe merhaba demektir. Yaşa, oku, sonra tekrar yaşa. Gündüz Vassaf “önce insan sonra kitap” diyor, haklı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Haziran 2018 Çarşamba

Baskıdan kurtulmak için yaşasın delilik

"Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz. O gördüğünüz şey sizi sonuca götürecek şey midir yoksa gerçekle aranıza giren bir engel midir? Bakış açımızı değiştireceğiz. Kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız."
- Komiser Ferman, Av Mevsimi (2010)

Bir konuda, bu ister siyaset olsun ister spor, herhangi bir tarafı seçtiğimizde artık totalitarizme hizmet ettiğimizi açıkça söyleyebiliriz. Ağır bir başlangıç olabilir lakin biraz daha ağırlaştırmakta fayda var. Bir çocuğumuz olduktan sonra, buna gerçekten isteyerek ulaşıp ulaşmadığımızı sorabilir miyiz kendimize? Bir maymun iştahı ya da mahalle baskısı, neden olmasın? Bir derneğe, partiye, spor kulübüne hatta spor salonuna üye olduğumuzda, sahiden istediğimiz için mi gerçekleştiririz bu üyeliği yoksa aidiyet duygusuyla yanıp kavrulan ruhumuza şifa bulabilmek için mi? İkisi de değil, çünkü insan önce bir yere ait olur ondan sonra o yerin sözcüsü olmaya, bir karakteri olmaya çalışır. Olur da. Kırk yıllık üye rolüne bürünür hemen, yaptığının gerçekten bir seçim olmadığını bile bile.

Bir uzlaşma, aynı zamanda özgürlükten uzaklaşma değil midir? Uzlaşma, iki tarafın da karşılıklı ödünler vermesi anlamına gelir. Peki aşk, ödün vermeyi mi gerektirir de muhakkak bir sözleşme, ilan, sembol aranır tam ortasında? Yoksa yine yukarıda bahse konu ettiğimiz "aitlikle bürünülen yeni karakter" mi gerektirir bunları? Evlenilir, biz evliyiz diyebilmek için. Çocuk yapılır, çocuğum var diyebilmek için. Evlilik ne zaman, çocuk yok mu planda gibi sorular bu eylemlerin her birinde sanıldığından çok daha fazla etkilidir mesela. Tıpkı ne zaman ev-araba alıyorsun, ne zaman tatile çıkıyorsun gibi. İhtiyaçlarla şovlar birbirine karışmış vaziyette. Modernleşmenin hayatımıza attığı en büyük kazık, hepimizi "mış gibi" insanlar hâline getirmesi belki de. Gerçekten istemiyoruz hiçbir şeyi, gerçekten yaşamıyoruz hiçbir şeyi. Tutkunun, emeğin, beklemenin kıymetini bilmiyoruz. Bu yüzden belki de en hayırlısı, doğru zamanda susmak, suskunluk. Çünkü: "Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar - insanlar arasındaki sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız."

Gündüz Vassaf yeni zamanların tüm numaralarını, hilelerini ortaya seriyor Cehenneme Övgü'de. Tarihin insanlar eliyle silindiğini, bilgiye ve habere boğulan totaliter toplumlarda hafızanın ancak hastalanıldığında akla gelen bir 'şey' olduğunu anlatıyor uzun uzun. Her bölümünde, nasıl olur da yirmi yıl önceden bu acımasız gerçekleri görebildiği ve daha da ötesi bu farklı bakış açısıyla yazdığı konusunda şaşkına uğratıyor okuyucuyu. Bu gerçekçiliği kitaba yeni baskılar, yeni haklı yumruklar attırmaya da devam ediyor. Ocak 2018'de 34. baskısını yaptı Cehenneme Övgü. İletişim Yayınları'nın medarıiftiharlarından.

Her kitap iz bırakır, muhakkak bırakır. Ancak önemli olan bıraktığı izin ne kadar sahici bir iz olduğu. Çünkü bazı izler kolay silinir, bazıları da ömür boyunca bakış açınıza, yaşama biçiminize tat katar. Bu tat her mevsimde, her zorlukta ve aşamada kendini gösterir. İşte o zaman okumanın gücü ruhu ayağa kaldırır. Dil, yeni bir şey söylemekle değil onunla buluşan ruha kattığı anlam boyutunda kuvvetlidir. İnsandaki gerilimi ölçen dil, kalıcı dildir. Kalan, başedendir. Sürüyle gitmeyi değil, tek başına yaşam denen o büyülü kavganın bekçiliğini yapandır, Vassaf'ın hatırlattığı bir Nâzım Hikmet dizesinin ruh bulduğu insandır kalan: "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" onun işidir. O, yazmaktan yani kaydetmekten, paylaşmaktan yani hatırlatmaktan asla vazgeçmez: "Yazmak, kaydetmek ve yazdıklarımız üzerine düşünmek önemli. Bilgi ve haber selinin tutsaklığından ancak kendi haber ve düşüncelerimizi yazmakla, paylaşmakla kurtulabiliriz. Biz gerçeğin kendisiyiz. Bırakın oyunlarını oynasınlar. İktidarların en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır."

Adıyla, epigrafıyla, içindeki çizimlerle ve konularla ayrı ayrı şaşırtan bir kitap Cehenneme Övgü. "Papanın cennetine inanmayan Giordano Bruno'nun anısına" diyerek başlamış Vassaf. Bruno bize neyi hatırlatır? Ölüme giderken bile hakikati haykırmayı, çoğunluğun inandığı her şeyin doğru olmadığını, dik durmanın siyasi bir söylem değil aklın ve kalbin aynı anda atabilmesini hatırlatır. Bu yüzden de "Yaşamın amacı, kaderi anlayabilmektir; çünkü bu bilgi gerçek kurtuluş olan Tanrı ve sonsuzla birleşme bilincine bizi yöneltebilen tek şeydir." der. Vassaf da şöyle açıyor bu gerçeği: "Ölümün bilincinde olmayan insan, yaşadığının bilincinde de değildir. Her anımız, ölüm unutkanlığı içinde geçiyor. Ölümü dışarıda bırakan tüm düşünce ve eylemler, yaşamı mülk edinme çabasına götürür insanı. Pek çok ilişki, bu olanaksızlık, bu yalan, yani yaşamın mülk edinilebildiği düşüncesi üzerine kurulmuştur. "Yaşamın amacı" denilen şeye ilişkin tüm misyonlar, insanın kendinden kaynaklanır. Yaşama ilişkin tüm açıklamalar, bizzat kişinin tanımladığı bir hedef, anlam ve amaç bulma çabasından ibarettir. Yaşamın amacı, ölünceye kadar yaşamaktır."

Kitap yirmi yıl önceden bugünlerdeki ruh hâlimizi anlatabilmesi açısından da psikolojik bir okuma sunuyor. Hem de psikolojiyi hırpalayarak. Hapı ve parayı araç edinmiş tüm bilimlerle gerektiğinde alay ederek. Çünkü bizim ruh krizimizin içindeki en büyük şey, sevdiğimiz birçok konuyu ve karakteri yüceleştirip onlara topyekûn teslim olmak. Hiçbir süzgeçten geçirmeden, hiçbir filtreyle bir kez daha, farklı bir bakış açısıyla bakmadan teslim olduğumuz her şeyin bizi ele geçirdiğini görmüyoruz. Anne-baba nasihatlerinden siyasilerin gözümüze gözümüze soktukları şovlarına kadar bu böyle. Cehenneme Övgü; saltanatı, gücü, makamı övmenin ve sahiplenmenin hiçbir inançla ilgisi olmadığını, bu 'sorun'un patolojik olduğunu da ortaya koyuyor. Bir insanı bu kadar kutsallaştırmaya, yüceleştirmeye ve bunları yaparken diğer her şeyi ezmeye götüren şey zaten, olsa olsa ruh krizidir.

Kişilik yani varlık sorunlarımızdan biri de arayışı nerede ve nasıl yapacağımızı pek bilemememiz. Sürekli bir şeylere muhtaç vaziyette, tam teslimiyet içinde yaşıyoruz. Herkes bir rehber arıyor kendini aramaktan önce. Kendi sorunlarını, çıkmazlarını bulmadan arıyor hem de. Midesi yanıyor ama kulak burun boğaza gidiyor, gibi. "Yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir sürü yer olduğu halde o kadar sıkışıp kaldık ki, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağımızı gösteren ışıklara muhtacız" diyor Gündüz Vassaf. Ayrıca: "Kendimize inanmadıkça, bireyselliğimizi vurgulamaya gücümüz yetmedikçe, grubun ardı sıra sürükleniriz."

Sevgiyi 'akılcı' bir hâle getirdik. Vassaf tam da burada "insan çılgınca aşık olur, akıllıca değil" diyor. Sanatın tüketim malzemesine dönüştüğü bir toplumda elbette 'kahraman'lar ve 'tanrı'lar yaratmak da insanın elinde ona göre. "Özgür toplumda kahramanlara yer yoktur. Özgür insanın kahramanları olmaz." oysa. Laf anlatmak diye saçma bir tabir var, bunun sebebini de şöyle özetliyor: "Birbirimizi anlayamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır."

Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf'ın alametifarikası. Hem bakış açımıza zenginlik katan hem de bilincimizi kuvvetlendiren nadir eserlerden biri. Vassaf "kendi kendini yazan kitabım" diyor, bu da şunu işaret ediyor: baskıya yazarak karşı çıkmak, varlığı anlamlandıran en samimi ve doğal güçlerden biri, belki de en güzeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf