Andrey Tarkovski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Andrey Tarkovski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mart 2021 Perşembe

Tarkovski’de insan olmak kazanılan bir vasıftır

Film izlemeyi sevsem de düşkün bir izleyici olduğum söylenemez. Bize en fazla geçen, üzerine en çok düşündüğümüz filmlerde dahi gerçekte düşünce belirli kalıpların içinden çıkamadığı için özgürlük kaybedilir gibi gelir. Bununla birlikte, garip bir çelişki olarak filmler üzerine yapılan konuşmaları çok severim. Hele ki bunu yapan bizatihi filmin yaratıcısı ve yönetmeni ise ayrı bir hazza dönüşür. Sanırım, filmlerde beni ne yapıldığından çok ne yapılmak istendiği daha çok ilgilendiriyor ve bu da sinemanın görüntülü konuşmasından çok sanatçının kafasında kurup söze ve dolayısıyla görüntüye yansıtamadığı, hayal edip anlatamadığı ya da hissedip yaşatamadıklarında gizli bir gizem taşıdığından, yönetmenlerin dünyası her zaman daha çekicidir.

Andrey Tarkovski’nin Şiirsel Sinema’sını (Agorakitaplığı) okurken bir kez daha düşündüm ve hissettim bütün bunları. Çeşitli zamanlarda, filmleri ve sinema anlayışı üzerine yapılan söyleşilerden oluşan kitabın bir yerinde Tonino Guerro’nun, Stalker (İz Sürücü) üzerine konuşurken, “Sanki körmüşüm gibi, filmin sonunu bana kare kare anlatabilir misiniz?” diye sorması üzerine Tarkovski şöyle cevap verir: “Bakın film yapmamak, onun yerine filmleri kör insanlara anlatmak muhteşem olurdu. Harika bir fikir! Yalnızca bir kayıt cihazınız olsa yeter. Şairin dediği gibi: ‘İfade edilen düşünce yalandır.

Tarkovski hiç kuşkusuz bütün iyi yönetmenler gibi sahnenin arkasında yaşayan bir anlatıcıdır. Çoğu kez, seyirciden çok kendine anlatır gibidir ve de. Kafasındakiler gerçekten öyle mi bunu görmek istemektedir sanki. Bütün geçmişi, çocukluk görüntüleri, hayatın renkli görüntüsünün arkasındaki siyah beyaz yaşantılar, toprağın hiçbir sese, söze ve görüntüye taşınamayacak kokusu, geniş steplerde koşturan atların yüzlerindeki ifadeyi, insanın kimseye hissettirmeden, kimsenin bilemeyeceği derinliklerde içten içe yaşadığı büyük acıları hissetmek istemekte, ruhunun sancılarını dindirmeye çalışmaktadır. Filmlerindeki kasvetli baskı tuhaf şekilde işin sonunda bir yürek ferahlamasına yol açmaktadır.

Tarkovski bu sayede, hayatın anlaşılmayan yanlarını anlaşılır kılmayı, doğanın, dışsal görüntüsünün ardında içsel bir varoluşa sahip olduğunu kanıtlamayı istemektedir. Çünkü, ancak bu yapılırsa hayat yaşanmaya değerdir. Kısacası Tarkovski’yi izlemiş olmak için filmlerini izlemek asla yetmez, onu dinlemek ve sözlerini, düşüncelerini okumak da gerekmektedir ve bu kitap -tıpkı Mühürlenmiş Zaman gibi– harika bir fırsat sunmaktadır. Sinema onun için yaşam felsefesini aktardığı bir araç değil, tam tersine bütün ayrıntılarıyla yaşamı sinemasının aracıdır; “Sinema -edebiyatın tersine- yönetmenin deneyimini film üzerinde yakalamasıyla şekillenir.”. Filmlerini izlediğinizde yaşamını görürsünüz bu yüzden ve yaşamını gördükçe sinemasının içindeki sanatı deneyimlediğinizi hissedersiniz.

Tarkovski, kimi değerlendirmelere göre dindar mizaçlıydı. Bana göre bunun nedeni, 50’li yılların SSCB’sinde büyümüş bir insan olarak insanın maddi bir varlığa indirgenmesinin yarattığı boşluğu fazlasıyla duyması ve sanat anlayışını bütünüyle böylesi bir karşıtlık üzerine kurmasıdır: “Sanata muazzam bir görev düştüğüne inanıyorum. Bu görev, maneviyatın diriltilmesi görevidir. Bence insan özü itibariyle manevi bir varlıktır ve hayatın anlamı da bu maneviyatı geliştirmekte yatar. Bunu yapmazsa, toplum çöker.”. İnsan için iyi olan ne varsa manevi yanlarında gizlidir ve sanat tam da bunun içindir: “Bana öyle geliyor ki sanatın amacı, insan ruhunu iyinin algılanmasına hazırlamak…Bir insanı kötü bir şey yapmaya yöneltecek bir sanat eseri düşünemiyorum.

Neredeyse bütün büyük filmlerini herhangi bir para -ya da bugünkü tabiriyle gişe endişesi duymadan -duyamadan ya da!- devletin bütüncül bir kontrolü ve denetimi altında çekmiş olmasına rağmen söyleyeceğini söylemenin her zaman bir yolunu bulması çok etkileyicidir. Belki de sanatın, söylenemeyen ve dile dökülemeyenin evi oluşu, onu bu denli anlaşılmaz ve bir o kadar tanıdık kılan yakınlaşmanın arkasındaki sırdır. Bütün sineması, bütün görüşleri ve her yapıp ettiği politik olan bu “garip” adam, siyaset-karşıtıdır. Ona göre, “Siyaset, insanın maddi bir faaliyetidir.”. Başka bir deyişle, şiirsel olmayan, manevi olmayan, derinlikli olmayan, ahlaki olmayan, samimi olmayan ve bir kelimeyle gerçek olmayandır.

Ateşli bir milliyetçi olduğu söylenir her ne kadar bir dönem düşünceleri ve filmlerinden ötürü çok sevdiği ülkesinden, toprağıyla hücrelerine kadar yoğrulduğu Rusya’sından gidip İtalya’ya sığınmak zorunda kalsa da. Onun milliyetçiliği apaçık biçimde bir toprak sevgisine dayanır. Toprak yalnızca doğanın ve hayatın değil aynı zamanda insanın da yaratıcısıdır. Her yerde başka başka filizler verir ve üzerinde bambaşka kültürler yetişir. Onun milliyetçiliği aynı zamanda hayli taşralıdır. Söyleşilerden birinde denildiği gibi, o bir “taşra militanı”dır. Bir keresinde şöyle der: “Bir Japon’un kitabında anlatılan bir ormanın, Sicilya’daki ya da Sibirya’daki bir ormanla hiçbir ilgisi yoktur. O ormanı, yazarın ya da oralıların gözüyle göremem ki.”. Başarı şurada ki bu taşra fanatiği toprak milliyetçisinin eserleri fazlasıyla evrensellik kazanacak, yalnızca insanın iç dünyasını anlatmasıyla, Japonya’nın ormanları Sibirya’nın soğuğundan etkilenecektir. İçimizdeki insan aynı zamanda nereye gitsek yanımızda taşıdığımız içimizdeki yuvamızdır ona göre. Bizden alınamayacak ve geri dönülemeyecek olan çocukluğumuz, soylu geçmişimizdir.

Tarkovski’nin bir başka ilginç görüşü, kültürün ithal ya da ihraç edilebilir bir şey olmadığına ilişkindir. Buradan hareketle diyebiliriz ki kültür endüstrisi diye bir şey olamaz. Ya da şöyle de denebilir ki kültür endüstrisinin değiştirdiği kültürlerin asıl sorunu kültür ithal etmesi değil kendi üretemeyişinin yarattığı boşlukların rasgele dolmasıdır. Bu ikisi hiçbir şekilde aynı şey değildir! Bu boşlukları ancak insanın kendi kültüründeki öteki insanlar doldurabilir, eğer gerçek manada birlikte yaşayan insanlar birbirlerini tanımayı başarabilirlerse. Bu nedenle, başka kültürlerde yaşamak zorunda kalan insanlar için hayat, imkânsızın şarkısıdır. Nostalji filminde bunu anlatmaya çalışır ve şöyle der: “Nostalghia, insanların birbirlerini gerçekten tanımaksızın bir arada yaşamalarının imkânsızlığı hakkında, insanların birbirlerini tanıma zorunluluğundan doğan sorunlarla ilgili bir film…Sonra bir de filmin yüzeyde o kadar belirgin olmayan, kültür ithalatının ya da ihracatının, başka bir halkın kültürünü benimsemenin imkânsızlığıyla ilgili bir yönü var…Bir insana bir başka insanın kültürünü öğretmek imkânsızdır.”. Aynı şekilde ona göre, deneyim de aktarılamaz, herkesin yaşaması gerekir ve sanat aynı deneyimi pek çok kez yaşatabilir.

Film izlerken bir anlam aranmamalıdır; “Film sırasında bir anlam aramaya başlarsanız, olup biten her şeyi kaçırırsınız. İdeal seyirci bir filmi, içinden geçtiği kırları seyreden bir yolcu gibi seyreder; çünkü sanatsal bir imge zihin dışı bir iletişimle etki uyandırır.”. Tarkovski’ye göre bir filmi ya da sanat eserini tıpkı çocukların hayatı izleyişleri gibi görmedikçe haz almak oldukça zordur. Katıksız, yalın, basit ve kendini sanatsal olanın anlamına kolayca bırakıp kapılabilen kişi sanat zevkine ulaşır ve gerçek manada anlama ulaşır. Sanat eseri doğrudan doğruya kalbimize hitap eder çünkü, düşünce öne geçtiğinde çocuksu saflık ve kalbe giden yol kaybolup gider.

İz Sürücü filmi, modern hayatın yavanlığından, acımasız rejimlerin körelttiği acı dolu insanların arasından geçerek inanç kırıntıları arar. (İronik olan bütün bunları Komünist bir devletin bütçesiyle yapmış olmasıdır.) Umut ve gelecek ancak buna dair izleri bulup çıkarması halinde mümkündür çünkü ve toplumlar ancak inanç varsa sürekli ve özgürdür. Her türlü inançtır bu: “İnanç inançtır. İnanç olmazsa, insan manevi köklerden yoksun olur. Kör bir insan gibi olur. Zaman içinde inanca farklı bir içerik yüklenmiş. Ama inancın yıkıldığı bu dönemde, İz Sürücü için önemli olan insanların kalbinde bir kıvılcım çakmak, bir inanç uyandırmak.”. İnancın yitimi, peşi sıra duygusuz ve insansızlaşmış bir dünyayı getirecektir ve böylesi bir dünyanın tek rejimi faşizm olacaktır. İnsanları arzuları hilafına yönetmek zorunluluğu bunu doğuracaktır.

Tarkovski’de insan olmak kazanılan bir vasıftır ve onu kaybetmeyip korumak son derece zorlu bir iştir. Solaris’te uzaya giden bir grup insan çetin bir insanlığını koruma mücadelesi verir. Üç kahraman her şeye rağmen insanlıklarını ve bireyselliklerini korumayı başarmaktadır çünkü Tarkovski sineması karanlıkların içinden umut ve iyimserlik çıkarma sanatıdır biraz da.

Son olarak şunu söyleyelim ki Tarkovski için yaratmak, insanın bütün varlığıyla kendini adamasını gerektirir. Andrey Rublev filmindeki uçan bir adam sahnesine neden ihtiyaç duyduğunu şöyle anlatır: “Bu bizim için, yaratmanın, insanın bütün varlığını sunmasını gerektirmesi anlamında, cesaret etmenin sembolüydü. İster, henüz mümkün değilken uçmayı istesin, ister nasıl yapılacağını öğrenmeden bir çan döksün ya da bir ikona yapsın, bütün bu eylemler, eserinin bedeli olarak insanın ölmesini, çalışmasının içinde erimesini, kendisini tamamen vermesini gerektirir…Filmimde asıl ifade etmek istediğim şey, bir insanın her şeyi tüketen bir fikir, onu tutku noktasına sürükleyen bir fikir adına yanması.”.

Bütün bunların üzerine, kapalı kaldığımız son Pazar olmasını umarak bir Tarkovski filmi bulup izlememek olmaz. Sonrasında ne yapacağımıza dair küçük bir kıvılcım için…

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Hakikati dert edinmiş sanatçı

"Varlıklara vereceğimiz anlamların ve biçeceğimiz yüzlerin hiçbiri hakikat kadar bize faydalı olmaz."
- Henry David Thoreau, Walden

"Ben ölümü daha fazla bilirim ölülerden, 
Ben canlılar içinden en canlısıyım."
- Arseni Tarkovski

Yalnız Rusya'da değil, dünyada "şiirsel sinema" denince akla gelen ilk isimlerden biri Andrey Tarkovski. Düşüncelerini ifade edebilmekteki başarısını hiç şüphesiz büyük bir şair olan babası Arseni Tarkovski'ye borçlu. Nitekim birçok filminde onun şiirlerinden dizeler yakalayabilmek mümkün. Türkçemize kazandırılan Şiirsel SinemaZaman Zaman İçinde: Günlükler (1970-1986) ve Mühürlenmiş Zaman kitapları önemini her geçen gün artırıyor. Zira toplum olarak bize hakikati işaret edebilecek bir sanattan fersah fersah uzaktayız ve buna olan ihtiyacımızın fazlasıyla ortada. Andrey Tarkovski, Füsun Ant'ın harikulade çevirisiyle yayımlanmış Mühürlenmiş Zaman'daki dokuz bölümde filmlerinde göstermek istedikleriyle birlikte izleyicilerle kurduğu bağa dair fikirlerini ve okuyucunun belki de en çok önemsediği sanatla hakikatin dostluğuna dair düşüncelerini aktarıyor. Sanatçıyla halk arasındaki ilişki ve sanatçının sorumluluğu üzerine yaptığı uzun yıllar süren düşünce ve film emeklerinin tüm mahsulü bu kitapta okunabiliyor.

İdeal kelimesini daha çok "düşünceyle birlikte kazanılacak üstün, nitelikli yaşam" üzerine kullanan Tarkovski, sanatın bu yaşamı elde etmek için en önemli araç olduğunu ve bu aracın mutlaka varlığı, anlamı, gerçeği göstermesi gerektiğini şöyle açıklıyor: "Ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğluna gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir. Sanat, insanın 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimidir." [sf. 27]

Güzel denen o yüce şeyin ancak peşinde koşulduğu taktirde ortaya çıkabileceğini düşünen Tarkovski, gerçekten uzak yaşayanlar karşısında güzel olanın kendini gizleyeceğini söyler. Modern sanat ise bundan uzaktır. Tarkovski'ye göre modern sanat hayatın anlamını arama derdine düşmemiştir. Bu derdi önemsemediği için de kendini onayla(t)maktan başka meselesi yoktur. Yönetmen kendi için, oyuncu kendi için. Bu durumda seyircinin yüksek düşünce mahsulü sanat kollarından biri olan sinemaya "popüler bir zaman geçirme aygıtı" olarak bakması doğaldır. Günümüz insanı ne emek, ne zaman ne de düşüncesinden bir şey feda etmediği için insan olma duygusundan çok şeyi kaybetmektedir ona göre. Filmlere düşen de budur: yeniden ayağa kaldırmak, düşünceyi sağlamak, her çirkinin içinde muhakkak bir güzel olduğunu gösterebilmek. Şöyle diyor usta yönetmen: "Sonsuzluk düşüncesi sözcüklerle ifade edilemez; hatta tanımlanamaz bile. Sanat ise insanlara bu imkânı bahşeder, sonsuza denenebilir kılar. Sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir." [sf. 29]

Şiiri bir dünya görüşü, bir yaşam felsefesi olarak seçmiş Tarkovski. Dolayısıyla beşikten mezara kadar insanın yanı başından ayrılmayacak olan yegane güç, yoldaş, sırdaş şiirdir. Şiirle insan her şeyini daha iyi ve güzel açıklayabilir. Tarkovski'nin hayatla ve hakikatle kurduğu bağ açısından şiir çok özel bir yerde durmaktadır. İnsanın ruhuna seslenen ve manevi yapısını şekillendiren, sanatın en güzide kollarından biri olan şiir; bir çocuk ruhuna ve hayal gücüne sahip olan şairin dünyayı tanımayan fakat dünyayı sahiplenen bir anlayışın ürünüdür. Bu ürünle birlikte yaratma kapasitesi ortaya konur. Bu yaratma kapasitesi, 'yaratıcının aynadaki yansıması'na dair olmalıdır. "Yaratıcıdan bağımsız bir sanata hiçbir zaman inanmadım. Sanatın anlamı yakarışın ta kendisidir. Yapıt ise duadır." diyor Tarkovski ve ekliyor: "Sanat bir tür duadır. Ben, Tanrı’nın şair olma, yani daha başka bir biçimde dua etme imkânı tanıdığı bir insanım."

Henry David ThoreauYürümek - Sivil İtaatsizlik adlı eserinde "İnsanın yaşam düzeyini bilinçli bir çabayla yükseltme konusundaki tartışma götürmez yeteneğinden daha cesaret verici bir olgu bilmiyorum" der. İşte Tarkovski de bu anlayışa sahiptir ve yaşamı, insana manevi ilerleme göstermesi için verilmiş bir süre olarak görür. Tarkovski'nin "bir şaheser" dediği Walden'de ise yine Thoreau insana sıkıntı veren şeylerin fazlalaşması hâlinde o insanın derhâl dünyayı düzeltmeye başlaması gerekir. Başlaması gereken dünya ise kendisidir çünkü her insan bir dünyadır. Tarkovski bu düşüncesi açarcasına "Koca bir evreni içinde taşıyan insan: işte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir. Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum." der. Çinli büyük filozof olan Zengzi (Zeng Shen) ise henüz M.Ö 500'lü yıllarda şu müthiş cümleleri söylemiş: "Ruhu kişinin sahibi değilse; kişi bakar ama görmez; dinler ama duymaz; yer ama yediğinin tadını ayırt edemez."

Tarkovski için sinemanın yegane anlamı; insanı 'sınırları olmayan' bir mekâna oturtmak diğer insanlarla onu tanıştırmak, kavuşturmak ve kaynaştırmaktır. İnsanın dünyayla girdiği ilişki sinemanın konusu olmalıdır. Bütünüyle bir gözlemdir sinema, gözlemdeki farklılık ve gerçeklik hakikate ışık tutmalıdır. Sinema ancak o zaman sinema olacaktır. Günümüzde ise geniş bir kitlenin beğenisini kazanmak, bir ürünü 'sanat yapıtı' yapmaya yetmektedir.  Thoreau'nun "Yaşamınızı sadeleştirin!" çağrısı bir tarafta dursun, Tarkovski'nin "sinemada önceden teorik olarak belirlediği tasarıyı sanatsal pratiğiyle tam bir uyum içinde gerçekleştiren yegâne insan" dediği Robert Bresson'la ilgili bir yorumunda Paul Valery de şöyle söyler: "Ancak bilinçli bir abartmaya yol açacak her türlü araçtan vazgeçenler mükemmelliğe erişebilir."

Günümüz sanat anlayışına dair Andrey Tarkovski'nin ifade ettiği görüşleri hâlâ ve ciddiyetle önemini koruyor: "20. yüzyılın ikinci yarısında sanat her türlü gizemini kaybetmiştir. Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de hemen, manevi başarıların yanında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Kafka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerinin yakılmasını talep eden Kafka'nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında Kafka, ahlâken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka bu kadar acı çekti, çünkü zamanına 'ayak uydurması'nı bilemedi."

Artık güzele ve maneviyata ihtiyaç duymayan insanlar, filmlerden tıpkı Coca-Cola şişeleri gibi yararlanmaktadır ona göre. İzler ve üzerine hiç düşünmeden beynin çöplüğüne atar. Oysa sanat insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı ise insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir.

Tarkovski'nin kitabını bitirirken yaptığı son yorum ise oldukça ilginç: "Ve laf aramızda: İnsanlık, sanatsal görüntü kadar bireyci olmayan başka bir şey keşfedememiştir ve belki de insan varlığının anlamı gerçekten de sanat eserleri yaratmada amaçsız ve bireyci olmayan sanatsal eylemlerde aranmalıdır. Belki de bu şekilde, bizim Tanrı'nın bir kopyası şeklinde yaratılmış olduğumuz fikri doğrulanmaktadır." [sf. 200]

Secde sûresinin 9. ayetinde buyrulan neydi, hatırlayalım: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf