Alper Hasanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alper Hasanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2020 Çarşamba

Hayatı sevebilirsek anlamlı bir şeyler yapabiliriz

"Çünkü dardır saatler, sığmaz bir araya
Dalgınlık, deniz ve sardunya."

- Melih Cevdet Anday, Güneşte

"Kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok
Altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde."

- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

İki yüz küsur gündür evdeyim. Birhan Keskin'in deyimiyle bir küfür gibi evde oturuyorum. Ayağımı lavabodan başka bir yere sokmadım ve Florya sahilinden başka bir yerde yayılıp uzanmadım. Ama şu süreçte çok iyi okudum, iyi yazdım, güzel şeyler de açıldı kötü yüzleşmeler de. Zamanla bunlar bazı metinlere ve kitaba dönecektir, şimdilik bende kalsın. Ama güzel bir projem var. Başladım da. Böyle iyi. Ne yapalım? Şükür. Şikayet etmeyi hiç sevmiyorum, birinden bir şey istemeyi hiç sevmediğim gibi. Kendi hâlinde yaşamak diye bir şey varsa son aylarda en çok yaptığım bu. Selâmet der kenarest. Payına düşenle mutlu olmayı bileceksin azizim, yoksa varlık zor, yaşam zaten zor.

Nehir söyleşilere meraklıyım. Hem geçmişin sayfalarında gezdirir sizi hem de söyleşi yapılan kişinin ömrü ne kadar genişse o kadar doyurur. Alper Hasanoğlu'nun tüm kitaplarını okumuş, konuşmalarına kulak vermiş ve hatta Hayat ve Diğer Hastalıklar ile Aşkın Halleri kitaplarına dair inceleme yazıları yazmıştım. Bu iki kitabı da tatil yaptığım günlere denk gelmişti, dolayısıyla iyi verim almış, sık not çıkarmıştım. Özellikle Hayat ve Diğer Hastalıklar bana kalırsa Hasanoğlu'nun birikimini yoğun biçimde ortaya seren bir kitap. Memleket insanını iyi analiz etmesi ve hayata, yani acılara ve sevinçlere olabildiğince doğal taraflarından bakması ilgimi çekmişti. Gel Hayattan Konuşalım, tam da ismi gibi bir kitap. Hasanoğlu'nun kişisel tarihine yoğunlaşmadan, görüşleri üzerinden ilerliyor. Gazeteci Filiz Aygündüz çok yerinde sorular sormuş, hem mesleğinden hem de merakından dolayı öylesine değil kuvvetli bir söyleşi kitabı ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Aslında bu projeyi merhum Engin Geçtan'la yapmak istemiş ama hocanın sağlığı izin vermemiş. Sonra bakmış ki Geçtan, danışanlarını Hasanoğlu'na göndermeye başlamış, bir nevi el vermiş, Filiz Hanım da projeyi Hasanoğlu'na teklif etmiş. Bu yönüyle hikâyesi olan bir kitapla karşı karşıyayız. Esas mesele de kendi hikayemizi çözmek. Sonra başkasını anlamaya başlarız elbet. Onu anladıkça kendimizi bir daha anlarız. Bu kitaplar o yüzden önemli. Kıymetli Ercan Kesal bir söyleşimizde öyle demişti: "Kendi hikâyesini bilmeyen başkasının hikâyesini ne anlar?"

Mutluluğun 'sürekli' bir duygu olmaması, felsefeden kopuk bir psikolojinin kör kalması, aşkın çoğu zaman bir illüzyon olarak -seni değil sen sandığım seni seviyorum- işlemesi, evlilik yakınlığa olduğu kadar mesafeye de ihtiyaç duyması, insanın iyileşmesinde bakış açısının değişmesinin önemi, akıp giden zamanı orta yerinden bölüp boşluk yaratmanın ve ona anlam katmanın önemi, yaşanılanları doğru yorumlamanın hayatı anlamlı ya da anlamsız kılması, insanın acıdan kaçtıkça sürekli arayan ve ne aradığını da bilmeyen birine dönüşmesi, hayata bazen ayrıntılarıyla bazen de geniş bakma gerekliliği, doğru bir ilişkinin en iyi tedavi yolu olması, hayatın en otantik yanının ölüm anında gizlenmesi, ancak bir şeylerden vazgeçilebilirse başka şeylerin de var olduğunun anlaşılabilmesi, mala mülke olduğu kadar duygulara ve düşüncelere de fazla gömülmenin insanı köleleştirmesi, birine yardım etmenin kendimizi iyi hissettirecek en güzel yol olması, sevilen bir şeye odaklanarak -meşgaleler bularak- kaygıdan arınmak gibi konuları irdeliyor kitap. Hasanoğlu iyimserlik veya karamsarlık gibi duygulara gömülmeden okuyanlara umut veriyor belki farkında olmadan. Çünkü söyledikleriyle çoğu zaman bu hayatta her zaman yaşanılabilir şeyler olduğunu ifade ediyor. Bir acı varsa evet o acı yaşanmalı, muhakkak yas tutulmalı ama sonra yaşamaya devam etmeli. Diğer yandan, televizyon programları veya sosyal medya aracılığıyla herkesin birbirini kolayca hasta ilan ettiği bir zamanda Alper Hasanoğlu şöyle söylüyor: "Bir insanın bozuk olmasına, bir insana bozuk demeye itiraz ediyorum. Türkçesine özellikle itiraz ediyorum. Çünkü Türkçede bozuk olmakla İngilizcede 'disordered' ve Almancada 'gestört' demek arasında çok ciddi farklar var. 'Disordered'da bir şey yolunda değildir. Ama bozuk bayağı damgalayıcı bir şey. 'Bozuksun sen'... Psikiyatride belli bir zaman sonra hastalık kelimesi damgalayıcı bir şey olduğu için hastalık denmekten vazgeçilip 'disorder'a geçildi. 'Illness'dan 'disorder'a geçildi. 'Krankheit'dan 'störung'a geçildi. Türkçede ise hastalıktan bozukluğa geçildi. Ama bozuk, bozukluk kötü bir şey."

Anasından-babasından görmediğini sevgilisinden, eşinden tahsil etmek isteyen birçok insan var. Belki bu insanlardan biri de biziz. Bu öfkelerimiz, içe kapanmalarımız, kaygılarımız geçmişten gelen bavulumuzun içinde gömülü. Her an fırlamaya hazırlar. İnsan bu durumda iyi bir ilişki kurmak yerine doktora, olmadı yaşam koçuna, o da olmadı hocaya gidiyor. İlaçlara güvenildiği kadar insanlara güvenilmiyor. Dikkatle okunması gereken bir yorum: "Psikoterapi değil, iyi bir ilişki iyileştirir insanı. Doktor tedavi eder, doğa iyileştirir. Doğa dediğim şey de burada doğal, otantik bir ilişki. Babamdan ya da annemden tahsil edemediğim şeyi iyi bir ilişkide, kendimi güvende hissettiğim, sevildiğim bir ilişkide süreklilik ve aidiyet duygusuna sahip olarak giderebildiğimde, doyurabildiğimde geçmiş yaralarım iyileşecektir benim. En iyi tedavi ilişkidir."

Profesyonellerin yazdığı kitaplar yoluyla da insanların iyileşebileceğini söylüyor Hasanoğlu. Neticede dilin ruhlara şifa veren gücü, bibliyoterapi herkesin malumudur. Üst komşudan kahve istenilen zamanlardan xanax istenilen zamanlara geldik. Çünkü kent hayatı ve bana kalırsa 'ağızdan ağıza reklam'ın etkisi ilaç sektörüne yarıyor. Burada bizler için kurtarıcı olan şey bir meşgale bulmak, yapacak bir şeyler edinmek. Bu aynı zamanda kaygıyı da yok ediyor. Bu tip karakterler ne yapmalı sorusunu en basit şekilde şöyle cevaplıyor Hasanoğlu: "Eve geldiğinde kitabını okusun. Benim önerebileceğim bu. Çünkü gelirsin, o kitabın içine girersin. Başka bir dünyayı yaşarsın. Ve emin ol 12'ye kadar o kitabı okuyup uyuduğunda öbür sabah işte çok daha az sıkıntı yaşarsın... Sen sevdiğin bir şeyi yapıp ona odaklanmaya başlayınca anksiyete gidecek zaten. Çünkü unutacaksın onu düşünmeyi. 'Bak okuduğum sayfayı anlamıyorum. Yeniden geri dönmek zorunda kaldım' diyerek kitabı atıp hemen pes etmeyeceksin. Devam edeceksin. Önünde sonunda girersin o dünyaya. Bazı kapıları zorlamak gerekir hayatta."

Engin Geçtan'a ithaf edilen ve içinde ona dair birçok anının, yorumun olduğu bir kitap olmasıyla da benim için özel bir yer kazandı Gel Hayattan Konuşalım. Hasanoğlu'nun şiire olan ilgisini biliyordum fakat İsmet Özel sevgisinden bihaberdim, onu okumak da hiç gizlemeyeyim, epey sevindirdi. Pek çok konuyu (derdi) birbiriyle ilişkilendirerek ve yeniden anlam kazandırarak -çünkü bazı kavramları hiç bilmediğimizden ya da yanlış yorumladığımızdan başımız dumanlı- değerlendirmiş Hasanoğlu. Okuması hem kolay hem de zevkli. İşimize gelmeyen yerleri yok mu? Var. Ama bu hayatın da işimize gelmeyen çok yönü var. Esas mesele konforlu olandan vazgeçip faydalı olana yönelmekte. Kişisel ve toplumsal iyileşme ancak böyle mümkün. Her şeye rağmen yaşamak lazım. Kitapta da söylendiği gibi: "Her şeyi kaybedebilirsin ama kendi varoluşunu kaybedemezsin."

Hayattan hep alacaklı olarak yaşamanın bizden götürdüğü çok şey var. Öfke, doyumsuzluk, hırs... Tüm bunların yerine gayretimizle yaşarsak ki daha güzel, daha doygun bir ömür süreceğiz. Acısıyla, yasıyla, neşesiyle, sevinciyle. Ancak o zaman şaire katılabiliriz: Yaşamak umrumdadır.

Yağız Gönüler

* Kitabın ardından okunabilir: Andre Comte-Sponville, Hayat Yaşamaya Değer.
* Yazının başlığını aldığım bölümden: güzel bir paragraf.

11 Eylül 2018 Salı

Mitoloji, antropoloji, edebiyat ve felsefe eşliğinde aşk

Amansız bir psikoloji meraklısı ve okuru gayet iyi bilir; insan ilişkilerindeki çıkmazlar daha fazla okuma ve araştırma yapmayı gerektirir. Bu da gün geçtikçe evde, işte, yolda daha fazla insan inceleme, konuşma ve bakma biçimlerini irdeleme gibi 'tuhaf tuhaf' huylar kazandırır. Zaman zaman çevremizdeki insanların dert anlatıları daha da yoğunlaşır, sizi haşa huzurdan terapist yerine koymaya başlar ki sonu felakettir. Durduk yerde üzerinize yeni yükler düşer, yaşam başlı başına koca bir yükken üstelik. Böyle bir durumda yapılacak tek şey okumayı telkin etmek olabilir bizim gibiler için. Zaten Jung da boşa konuşmaz: "Herkes kendi yükünü taşısın. Kendi yükünü başkasına yüklemek isteyen onun kölesi olur."

İnsan bir şarkı dinler çünkü bir başkasından yana umudu vardır. İnsan bir resim yapar çünkü bir başkasının onu görebileceğini düşünür. İnsan bir söz söyler çünkü bir başkası tarafından anlaşılmak ister. Ötekidir insanın varlığını anlamlı kılan. Bu durumda insan ilişkileri doğumdan itibaren sonsuz, sınırsız bir öneme sahiptir. Metin Münir, "Michelangelo'nun mutsuzluğu" başlıklı yazısında çok güzel özetlemişti aslında: "Herkesin bir mutlu olma kapasitesi var. Bu kapasite çocuklukta oluşur ve çocukluğun iyi mi yoksa kötü mü geçtiğine bağlıdır, bence. Çarpık bir çocukluk geçirmiş birisi; dâhi, zengin, güçlü, ünlü veya ne olursa olsun mutlu olamaz."

Alper Hasanoğlu, 'ikili ilişkilere farklı bir bakış' atıyor Aşkın Halleri'nde. Remzi Kitabevi'nin ilk kez 2010 yılında okuyuculara sunduğu kitap, Mayıs 2016'ta Doğan Kitap tarafından genişletilmiş baskısıyla yeniden raflarda yerini almıştı. Aşkın tarihi, psikolojisi, gerilimi, hayalleri ve hayal kırıklıkları, günlük yaşamdaki ve iş yerindeki durumu, cinselliği, sadakatsizliği, ailenin antropolojisi yalnız Türk toplumu üzerinden değil hem tarihöncesi dönemden hem de diğer kültürlerden bahisle tane tane anlatılıyor bu kitapta. Özellikle belirtmek istediğim şey ise şu: kitabın sonsözü aslında bir ilksöz. Çünkü insanın kendi uçurumuna bakabilmesi, yaşayacağı her şeyi etkiliyor. Kendi hikâyesine dürüst ve samimi biçimde bakabilen insan, diğer insanlarla olan ilişkilerinde daha gerçekçi  olabiliyor. Burada hayalperestliğe bir reddiye olduğu sanılmasın. Hayalperest olmak, terazide ölçünün kaçmasıyla ilgili bir şey bana kalırsa. İnsan eğer düşünceleriyle yaşadığı hayatı bir şekilde kesiştiremiyorsa, hayallerle daha yoğun temas kurup hayalsiz yaşayamama durumuna düşüyor. Tüm bunların yerine esaslı bir düşkırıklığını tercih ederim. Freud'un bir sözüdür: "Yaşamın amacı düşkırıklığıdır."

Aristofanes'e göre günümüz insanı bütün hayatı boyunca kendisini tamamlayacak insanın arayışı içindedir. Seksenli yaşlarını tırmanmakta olan din felsefecisi ve düşünür Jacob Needleman da insanın tamamlanmamış olarak doğduğunu ve hayattaki bütün savaşının da kendini tamamlamak üzere olduğunu söyler. Doğum yıllarını düşünecek olursak işin içinden çıkamayız lakin bu iki adam da günümüzün en büyük açmazını hatırlatıyor: varolmanın anlamı. Birçok insanın gün içinde yaşadığı ruh dalgalanmalarından tutun da sürekli yeni bir şeyler almaya, kısacası tüketmeye olan düşkünlüğü bu ölçüde değerlendirilebilir. Keza her fırsatta evinden kaçıp dışarıda gezerek iyileştiğini düşünmek de çok kısa bir rahatlamanın tezahürüdür. Kolayca anlaşılabileceği gibi "varolmak" tamamen insanın manevi boyutuyla alakalı. Diğer verdiğim örneklerse geçici olan, maddi olan 'şey'lerle alakalı. Bu şeyler maalesef ki günümüz insanını tahakkümü altına almıştır, onu derin bir uykuya yatırmıştır. Uyku insana iyi gelir, kendini iyi hissettirir. Ancak her uyku faydalı değildir ve birçok inanışın büyükleri tarafından fazla uykunun da tıpkı fazla yemek gibi 'hayvan nisbeti'ne delalet ettiği söylenegelir. Bir gerçek daha var ki günümüzde yaşamak zorunda kaldığımız hayatta insanlığa dair bir şeyler bulabilmek çok zor. Sanki illede hayvan(lar) gibi yaşamak zorundayız. Yani tek gayretimiz yemek yemek, biraz dolaşmak, uyumak olmalı. Artık kapitalizm, neoliberalizm ya da diğer başka kavramlar üzerinden konuşulamayacak bir noktadayız sanki. Yani her şeyin bittiği yerde. Heyecanın kalmadığı, gerçekçi üretimlerin yer almadığı bir dünyadayız. Gelip geçici bir hayatta gelip geçici işlerle uğraşan ve uzaktan bakıldığında ördek sürülerini hatırlatan bir hâle büründük. Burada oraya, oradan şuraya. Vak vak.

Aşkın Halleri'nde en önemli konulardan biri bağlanma. Yani çocukluktan başlayan, başlaması gereken ve ömür boyu kişinin hâl ve hareketlerini etkileyen mesele. Bağ meselesi çoğu zaman anne ve çocuk arasındaki ilişki üzerinden temellendirilir. Hasanoğlu, günümüzde yapılan birçok araştırmadan çıkan sonucu yeniden hatırlatıyor: "Uzun süre, babanın çocuğun gelişimindeki rolü dikkate alınmamıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda, babaların iki yaşlarındaki çocuklarıyla kurdukları oyun ilişkisi, çocukların 10 yaşlarında olumsuz duygularıyla nasıl başa çıktıklarını, 16 yaşlarında bağlanmayla ilgili konularda nasıl bir algı geliştirdiklerini belirler. Eğer baba oyun sırasında yeteri kadar duyarlı değilse, çocuk ergenlikte ilişkilere karşı reddedici bir duruş sergileyebilir."

Bağlanma ve bozuklukları kitabın başından sonuna kadar farklı farklı konu başlıkları altında karşımıza çıkıyor. Bu da konunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor. Hasanoğlu, çocukluktan itibaren gelişen güvenli olmayan bağlanmanın ortaya çıkma sebepleri olarak şunları söylüyor: gerçek ayrılık deneyimleri (boşanma, sık yalnız bırakılma gibi), yoksunluklar (açlık, susuzluk kadar korunma ve şefkat), yardıma gereksinim duyulduğunda geri çevrilme (reddedilmenin sonucunda çaresizlik), kötü muamele (ciddiye almamak, cesaret kırmak, sert davranmak), dikkate almama (takdir etmemek, dinlememek), yüklenme (aşırı kontrol, fazla çalıştırma, sorumluluk vermeme), agresif engellenme (duygularını dışa vurmasını engelleme: erkekler ağlamaz!), anne babanın keyfî ve önceden kestirilemeyen davranışları (güvenli hissedememe, her başvurduğunda yardım ve teselli bulamama). Bu sebeplerin üç önemli de sonucu var: ömür boyunca sürebilecek kaybetme korkusu, insan ilişkilerinde karşısındaki herkese hak ettiğinden fazla ve neredeyse hayatî değer verme, kaybetmemek için her şeyi yapma. Her üç durumda da görülebileceği gibi çocuklukta sağlanamayan güvenli bağlantı, kişinin hayatını berbat edebilecek sonuçlara gebe. İş, aşk, akraba, eş, dost ne olursa olsun kişiye her an zorluk çıkarabilecek bir sıkıntı, çözülmesi gereken bir büyük problem. Çok insan var ki bu problemi çözmek için 'türlü türlü' terapiste servet döküyor, 'yeni dünya dinleri'ne merak sarıyor, haplara yahut uyuşturuculara saldırmak zorunda kalıyor. Bir süre sonra da yaşamına amansız bir melankolik olarak devam ediyor: "Melankolik birey çocukluğunda kişiliğine yönelik çok az takdir gördüğü, duyguları ve canlılığıyla ilgili çok az sevgi dolu bir aynalama deneyimlediği için, güçlü bir kendilik bilinci ve kendilik değeri geliştiremez. Bunun sonucunda da kendi değerinden durmaksızın kuşkuya düşer, sevilmeye layık olmadığını sorgular. Kendiyle ilgili ikircikliğinden kurtulabilmek için de başkaları için vazgeçilmez, yani onların işine yarar biri olmak için çırpınıp durur."

Aşk, dünyanın en çetrefilli meselesi. Zorluklarıyla, gizemiyle, yaşattıklarıyla, yani ve kısacası her şeyiyle. İki insan arasındaki bu 'olağanüstü duyguların' ilişkisi, bir ilişki olduğu için, yani iletişimin tüm sırlarını barındırdığı için aslında çocukluktan gelen tüm eksiklikleri ve tamlıkları da yanı başında taşıyor. Bu anlamda çocukluk bir kez daha değer kazanıyor. Birini 'ölümüne' sevmek ne kadar ürkütücüyse, ilgiye doyamamak da o kadar ürkütücü. Her ikisinin de çocukluktan başlayan bir 'öykü' olduğunu söylemeye gerek var mı? Büyüdükçe, yani aşkla tanışmaya başlayınca ise dilin önemi çıkıyor ortaya. Konuşmanın, dinlemenin ve dolayısıyla anlamanın, 'bir' olabilmenin: "İnsan ruhu doğrudan gözlenebilen bir nesne değildir. Ruh ancak bıraktığı etkilerle anlaşılabilir, dil aracılığıyla görünür kılar kendini. Dil aracılığıyla birey ruhsal süreçleri anlatabilir ve kavrayabilir. Ruh kendini Öteki'ne dil aracılığıyla gösterir ve tanıtır. Dil bireyin kendisine ait olan bir şey değildir, birey ile Öteki arasındaki o karşılaşmanın ürünüdür. Dil ilişkidir. Aşk, ruhun kendini en özgür hissettiği, kendini en rahat ifade ettiği, hatta gevezeleştiği ve dolayısıyla gelişme olanağı bulduğu yerdir. Ruha bu fırsatı vermeliyiz."

Alper Hasanoğlu, birkaç yıl önce ölen annesinin bir gün, bundan yirmi küsur yıl önce ölen babasıyla ilgili sözlerini aktarıyor. "Biliyor musun oğlum, bugün beni baban uyandırdı. Sesi o kadar gerçekti ki, başımı kaldırıp kapıya baktım.". Birbirine ait olma durumu aşkın en büyüleyici unsuru. Meseleye dışardan bakanlar ve "ben kendime yeterim!" diye(bile)nler için ne kadar da mistik! Oysa Goethe, 1776'da dostu Wieland'a, Charlotte von Stein'a olan aşkı üzerine şunları yazmıştır: "Bu kadının benim için anlamını, benim üzerimdeki gücünü ruh göçü tanımı dışında hiçbir şekilde açıklayamam. Evet, biz erkek ve kadın, bir'iz! Bize verebileceğim bir ad yok; geçmiş, gelecek, şimdi; her şey."

Sosyolojiden, antropolojiden, felsefeden, edebiyattan ve mitolojiden yararlanılarak aşkın her türlü hâlinin döküldüğü, her hâliyle güzel bir kitap. Aşk denen o sırlı kapıdan içeri giren her cesurun kalbine dokunacaktır muhakkak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Haziran 2018 Çarşamba

Her hastalık hayat sancılarımızın birer yankısı

"Uzun bir yolculuğa çıkmamız gerekir gerçek duygulara ulaşabilmemiz için."
- Alper Hasanoğlu, Hayat ve Diğer Hastalıklar, sf.72

Bir kitabın ismi bazen yalın görünse de aslında çok şey söyler. Psikiyatr ve psikoterapist Alper Hasanoğlu, hayatı diğer her şeyden daha fazla önemsediğini göstererek aslında çok olumlu bir taraftan sesleniyor Hayat ve Diğer Hastalıklar'da. Yalnız bu olumlu taraf, içeriğin de iyimserlikle bürünmüş olduğu anlamına gelmesin. Hasanoğlu son derece ciddi, gerçekçi ve sert biçimde eleştiriyor yaşadığımız hayatı, yani yaşamak zorunda kaldığımız hayatı.

Bir şeyi yapmak için zorunda olmak, yani mecburiyet hissetmek, insan için en acımasız durum ve davranışları beraberinde getirir. Oysa herkes içinden geldiği için, içinden geldiği gibi yapmak ister bir şeyi. Böyle olduğunda, yani doğal bir sürecin işlemesi hâlinde her şeyden daha fazla tat alır, yaşamı anlamlanır, varlığı taçlanır. Öğrencilere sık sık edilen bir tenbih; sevdikleri yahut sevecekleri işi meslek edinmeleridir mesela. Evet sabah erkenden kalkıp işe gitmek zorunda olmak çağın bir açmazıdır. Ancak bu iş bizim varlığımıza anlam katan, yaparken mutlu olduğumuz ve iyi hissettiğimiz bir işse, tutkuya dönüşmesinde bile sakınca yoktur. Bu durum gerçekten işimizi iyi yapmamızı ve alanımızda parmakla gösterilen, 'ehil insan' olduğumuzu belli eden bir hâle gelebilir. Bu durumda ortaya iki şey çıkıyor: doğal olmak-yaşamak ve sevmek. İkisi bir araya gelince hangi insan "yaşıyorum çok şükür" demez ki? İnsan yaşadığını dahi hissedemiyorsa, hastalıklardan hastalık beğenmeye de başlıyor demektir çoğu zaman.

Zaman gerçekten de hastalıklardan hastalık beğenme zamanı. Kendimize hastalıklar üretmemiz yetmiyormuş gibi bir de el âlemin söylediklerinden hastalıklar devşiriyoruz. Biraz dalgın mı bakıyoruz dünyaya? Kesin depresyondayız ve bir 'deli doktoru'na görünmemiz gerek. Biraz tedirgin mi hissediyoruz kendimizi? Kesin panikatak olduk ve hemen hapa başlamalıyız. Biraz içimize kapanmak, nefes almak ve yalnız kalmak mı istiyoruz? Kesinlikle su katılmamış bir melankoliğiz ve bu durum mazallah intihara bile götürebileceğinden hemen kliğine yatmalıyız. Oysa tüm bunlar hem bedenin hem de ruhun doğal bir tepkisi. Şu içi-dışı kötülük kokan zamanlarda beden ve ruh tepki göstermesin de ne yapsın? Devreye mumyalama fikrini sokan bile var. Belki başka bir zamana uyanma hayali. Evet kesin delirdik ve hemen toplumdan tecrit edilmeliyiz.

Kimse kusura bakmasın ne biz insanlar olarak bu kadar ucuzuz ne de yaşam bu kadar ciddiye alınması gereken bir süreç. "Ekmek aslanın ağzında" ve "pabuç pahalı" sözleriyle yetişen bir neslin yan gelip yatarak ömür sürdüreceği elbette düşünülemez. Oraya buraya yetişmek, çelik gibi sinirlere sahip olmak, evlilik-aşk-çocuk üçgeninde tüm sorumlulukların farkında olarak mücadele etmek kolay şeyler değil. Eğer buna kira-borç gibi insanın ömründen ömür yiyen gerçekler de eklenirse hayat ve hastalıklar iki yönde kümeleniyor sanki. İnsan ya hayatı seçecek her duygusunu (elem-neşe) dimdik yaşayabilmek için ya da sürekli bir hastalık etiketleyecek kendine doktor doktor gezmek için. Bir de bunun 'yanlış doktor' tarafı var. Hepimiz google vasıtasıyla birer doktora dönüştüğümüz için hastalığın da doktorun da iyisinden kötüsünden çok iyi anlıyoruz. Mürşidini beğenmeyen birer müride dönüştük hepimiz. Eh, suçlu kesinlikle biz değiliz. Suç önce, bu doktorlara hastayı müşteri olarak gösteren ve sürekli yeni 'fırsatlar' sunan sistemde. Sistemi delip geçmek bizim elimizde olmasa da en azından bireysel bir çıkış noktası bulabiliriz. Sözcükler ve kitaplar bize çok yardımcı olabilir. Müzikler ve filmler de. Mühim olan neyin içimize seslendiği, gerçekten seslendiği. Hasanoğlu'nun bu konuda güzel bir yorumu şöyle: "Hayatla başa çıkabilmenin en zevkli yollarından biri, biriyle birlikte kitap okumak olsa gerek. Edebiyat dışında her şey kirlendiği için belki de."

TEDxReset organizasyonundaki "Kendi Uçurumuna Bakmak" başlıklı konuşmasında, "Kaosumuzu anlamanın bir yolu olmalı" demişti Hasanoğlu. 392 sayfalık geniş kitabında ise bu yolları tabiri caizse kurcalıyor. Hem de sadece klasik psikoloji okuyucusuna değil, çağın zorluğu altında ezildiğini hisseden veya hissetmeyen herkese sesleniyor. Neticede bu kitabı terapi terapi gezmiş, bir türlü aradığı şifayı bulamamış kimseler de okuyacak diye düşünerek, onların da derdini anladığını gösteriyor birçok konuyu hırpalarken. Her sertifikasını duvara yapıştıranın terapist olamayacağına değinirken İsviçre'de aldığı eğitimlerden anılarını hatırlatarak başka topraklardan misaller veriyor. Topraklar başka, dertler aynı. Bazen çok tecrübeli gibi görünen bir doktor dahi, ya dikkatsizliğinden ya da hastayı 'test materyali' gördüğünden sadece hastaya değil mesleğine zarar, hatta kalıcı hasarlar verebiliyor. Çıkış noktası insanlık, tespit şöyle: "Anlam ve sevgiden gittikçe uzaklaşan mutsuz insanlar. Artık psikiyatri muayenehanelerinin o hiç istenmeyen duygudan kurtulmak için yuttukları antidepresanlarla "iyileşemediklerinden" yakınan insanlarla dolmasının nedeni budur."

Kitabını birkaç bölüme ayırmış Hasanoğlu. Muhtemelen daha önce yazılmış olan makalelerden birbiriyle ilişkili olanları ya da belirli bir konu etrafında şekillenenleri aynı bölümde toplanmış. "Garip ve içten yazılar", "Hayatın manası", "Ben sende oluyorum", "Babam, babalık ve Aydın ağbi", "Kadınlık halleri", "Psikiyatrinin içinden", "Okurken mırıldandıklarım" bölümlerin başlıkları. Girişte Hasanoğlu hem nasıl biri olduğunu çok kısaca anlatıyor hem de bir eleştiriye değiniyor: "Ekşi Sözlük'ten birileri benim kendimi bulamadığımı savrulup durduğumu yazmış. Ben aklı karışık olmayan insandan çok korkarım. Çünkü aklı karışık olmayan insan mutlak doğruyu bildiğine inanır ve bir dine inanır gibidir."

Bu koca kitaptan birçok ders çıkarılabileceği gibi, insanın kendi sorunlarına bazı pratikler geliştirebilmesi ve kendini keşfetme yolunda bazı perdeleri yırtması mümkün. Çünkü Hasanoğlu bildiklerini tüm detaylarıyla ve o detaylara nasıl ulaştığını da belli ederek yazmış yazılarını. Bazen anlatması çok kısa sürebilecek bir konuyu dallanıp budaklandırmış, bu esasında okuyucuya işin hiç de kolay olmadığını ve sabretmek gerektiğini gösteriyor zaman zaman.

Kitapları okurken birçok cümlenin altını çizer, paragraflar işaretleriz. Ben bazen her okuduğum kitaba bir 'son cümle', 'son paragraf' bulurum. Bu hem kitabı hatırlamamı kolaylaştırır hem de o kitabın bendeki en büyük yankısını ifade eder: Hayat ve Diğer Hastalıklar'da da şu cümleleri kendim için özel olarak işaretledim: "Otomatik pilotta ve son sürat giden çıldırmış bir hayatı yavaşlatabilmenin, onu daha iyi anlayabilmenin bir yolu olabilir. Belki de hepimizin günde on dakika dünyaya ona herhangi bir değer atfetmeden kulak kabartması gerek."

Hayat tüm hastalıklardan üstündür ve her hastalık hayat sancılarımızın birer yankısı sanki...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf