Ali Ayçil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali Ayçil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2021 Pazar

Şiir ve hikâyeyle irtibatlı denemeler

Edebi bir tür olarak denemenin kendi içinde gösterdiği çeşitlilik, onu sınıflandırma hususunda da farklı birtakım görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Denemecinin dikkat noktasının değişmesiyle birlikte deneme de kendi içinde ayrılmış, bu ayrılışlar yeni isimlendirmeler doğurmuştur. Yazarın herhangi bir konuya ilişkin objektif gözlemlerini içeren yazıları, edebiyat eleştirileri, makale tonuna yaklaşan denemeler, felsefe, din, toplum üzerine yazılan nesnel yazılar, yazar ve entelektüellere dair portreler, yazarın düşünme ve hayatı algılayış biçiminden süzülen birtakım öznel metinler ayrı ayrı sınırlandırılıp isimlendirilmiştir. Denemelerin konuları dikkate alınarak yapılan bu sınıflandırma, Batı edebiyatındaki yaygın kabullerden birisidir.

Bahsi geçen bu sınıflandırmaya, Türk Edebiyatı Kavramları ve Terimleri Sözlüğü’nde rastladığımdan bu yana, zihnimdeki deneme tanımları yerli yerine oturdu, diyebilirim. Sınırları ve geçirgenliği net olmayan bir türü, konularına göre sınıflandırmak isabetli bir düşünce olarak görünmüş olmalı. Bu makul yönelim, denemenin sunduğu imkân ve yazara sağladığı serbestiyet, yazıya yeni başlayanların zihninde bir “kolaylık” fikri uyandırdığından olacak ki denemeye meylettirir onları. Fakat deneme zannedildiği gibi kolaycılığın evi midir? Nilüfer Kuyaş’ın Başka Hayatlar kitabının ön sözünde geçen bir cümlesi, türün ciddiyetini ifade etmesi bakımından dikkate değer. “Deneme yazarlığın esas sınavıdır,” diyordu Kuyaş. Yazar, orada sınanır bütün çıplaklığıyla. Kendini samimiyetle anlatabildiği ve hayatla kurduğu sıcak teması ince bir görme biçimiyle sunabildiği nispetle de iyi bir metin çıkarır. Böylece yazar, denemeyi denerken hem kendini hem de kalemini sınavdan geçirir.

2000’li yılların denemesinden ve türün tabi tuttuğu sınamadan geçen isimlerden bahsedeceksek eğer, Ali Ayçil denemeciliği, zikretmemiz gerekenlerin başında gelir. Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları, Kovulmuşların Evi, Yenilgiden Dönerken ve Usta Konuşmak İstiyor isimli kitaplarından biri bile, bu kadarıyla, son dönem denemeciliğimizin tazeliğinden hiçbir şey yitirmeyecek örnekleri arasına girer. Bu denemeler, bahsi geçen sınıflandırmaya göre subjektive essays, yani öznel denemeler kategorisinde değerlendirebileceğimiz metinlerdir. Ali Ayçil’in yazınsal haritası; yaşama dair hemen her ayrıntıyı, taşrayı, okul yıllarını, otobüs terminallerini, edebi heyecanları içinde barındıran geniş bir avlu gibidir. Bir çeşmenin kurnasında on beş yıl boyunca oturan ve bilinmez bir kederle hızla yaşlanan kadın, sokakta telaşsız oynayan çocuklar, ayakkabı tamircisinin sabahları, bir masaya konup kalkan hikâyeler, yaz akşamları, ebedi göçüne hazırlanan bir ihtiyarın çocukluğunun evine dönme arzusu, ficek atmaya giden kızlar, bir heyecanla çıkan ve çok geçmeden batan dergiler, geçim darlıkları, sokağın yazı masasına ulaşan uğultusu… hepsi doğallıkla, içten gelen bir ezgi gibi sızar satırlara.

Ayçil’in meraklı bir bilgelikle nesneler ve insan hikâyeleri üzerinde dolaştırdığı bakışı muhtevanın çeşitlenmesine, şairliği de şiirin müzikal perspektifinden faydalanmasına ve kelimelerin ses çağrışımlarının öne çıktığı bir dilin yakalanmasına vesile olmuştur. Bu dilsel ritim başka başka seslere ulanır. Çağın gürültüsünden kendine kaçan ve yarasına uymayan kabuğundan avazını esirgemeyen şaire mesela. Bir yazar okurun içinden geçtiği başka yazarlara, onların seslerine, onların hikâyelerine ulanır. Üstelik yalnız dilin ve sesin değil, imgesel anlatımın da kapıları aralanır okura, “Dünya, bir meleğin kanadında titreyip duran bir su damlasından daha ağır değil. Bütün bitkinlikler, bütün meraklar, bütün aşklar, bütün kentler ve tarih, o su damlasının içinde saklı. Orada geçmiş de yok gelecek de. Bir tek “anın” iniltisi koca bir tarih tutuyor.” Bu çok yönlülük Ayçil’in, son dönem denemeciliğinin öne çıkan isimlerinden biri olmasının sebepleri arasında gösterilebilir.

Deneme, öteki türler gibi belli başlı kurallarla çevrelenmiş bir tür olmadığından üslup öncelenir. Orhan Burian’ın dediği gibi, “Anlatımda özgünlük ve zerâfet en çok denemede aranır. Üslubun gaye olduğu tek yazı nevidir.” Ali Ayçil’in denemeleri, üslubu dikkate alan, söylenene yeni biçimler ve sesler ekleyen bir yere doğru ilerler. Bu ilerleyiş, son kitabı Usta Konuşmak İstiyor’da başka bir ivme kazanır. Önceki kitaplarında, özelde Yenilgiden Dönerken’de, baskın bir içe dönüş vardır. Yazarın kendisidir ortaya dökülen. Başkalarında gördüğü, nesnelerde ve hayat kırıntılarında aradığı bizzat kendisidir. Kitabın “Sen” bölümündeki İstanbul anlatımında, gördüğü İstanbul değildir anlatılan, içte imgeleşmiş kenttir. Okur, bir şehir anlatısında bile içe yöneltilmiş dikkate odaklanır bu yüzden. Okuru metne dahil eden bu iç ses, Yenilgiden Dönerken’de sürekli olarak beslenir. Yazar da bu bağı kuvvetlendirmek için sık sık okura seslenir, onu karşısına alır, düşüncelerini okumaya ve metnin karşı tarafta uyandıracağı reaksiyonu ölçmeye çalışır, “İçinizden kimileri bu yazıyı okuduklarında, meseleyi biraz abarttığımı düşüneceklerdir. Sözü edilen kıskançlığın mağduru siz değil de ben olduğuma göre, şimdilik, kendi tecrübelerimin ayak izinden yürümeyi daha uygun buluyorum.

Ancak Usta Konuşmak İstiyor‘da denemelerin seyri değişir ve yazar, penceresini tamamen farklı hikâyelere aralar. Okur bu aralıktan anlatılanları dinler yalnızca, ona seslenilmez, buyur edilmez. Bilinçli bir tercihle dışarda, salt dinleyici konumunda bırakılır. Bir hikâye anlatıcısı tavrıyla tahkiyenin öne çıkarıldığı bu metinlerde yazar, sıradan insanlara odaklanır. Hani şu hayatları herhangi bir habere konu olmayacak ve hemen her yerde karşılaşabileceğimiz türden insanlara; monotonluğun uyuşukluğuyla çepeçevre kuşatılmışlara, bir zamanlar genç olan yaşlılara, kahvehanenin herhangi bir masasında oturan herhangi bir adama; balıkçıya, kundura tamircisine, aşçıya, yorgun kadınlara, gülümsemeleri içine kaçanlara odaklanır ve onların hikâyesinde gördüğünü yazar, hikâyelerdeki “ben”i değil.

Üstelik bu metinler, öykü olabilecek tahkiye ve yoğunluğuna sahip metinlerdir. Deneme, öykücükler anlatarak türün geçirgenliğinden faydalandığı gibi, yazarın kendi kıyısından beslenerek de ben evrenin, yani denemenin içinde kalır. Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor‘da , anlattıklarını kendi beninden geçirse de odak noktası hep ötekinin hikâyesi, ötelere gönderilen bir mektup ve bir selamdır. Hem form hem de muhteva olarak bu kitabıyla tali bir yola girdiğinden, farklı bir ivme yakaladığından söz edebiliriz.

Yazının başında vurgulanıldığı gibi, başlangıçtan bu yana çıkan denemelerinden biri bile, kuşağının önemli denemecileri arasında hak ettiği yeri almasına vesile olmuştur. Genel edebî tercihlere ve kanonik yaklaşımlara bakıldığında da denemeye edebiyatın üvey çocuğu muamelesi yapıldığını, yazarın ilgilendiği “asıl” türün yanında denemeye şöyle bir uğradığını görebilmek zor değil. Fakat yalnızca denemeyle söylenebilecek şeylerin varlığı; öyküyle, şiirle irtibatlı, söylem alanı geniş bir tür olduğu düşüncesi göz önünde bulundurulursa, fikirlerin doğuşunun ve içe yöneltilmiş dürbünün en doğal biçimde denemeyle açığa çıkacağı da kolaylıkla fark edilecektir. Ali Ayçil denemeleri bu farkındalıkla ilerleyen, türü ciddiye alan ve türün imkânlarını tanıyan metinler olarak dikkati hak ediyor.

Feyza Kartopu

17 Şubat 2021 Çarşamba

Hem yaralı hem yakını bir yaralının

Genç şairlerin günümüzde yaşadıkları ama farkına varamadıkları sorunlardan biri, eleştiriye olan ihtiyaçları. Yazdıkları şiirleri birer ev gibi düşünüp, her bir dizeyi tuğla zannederek, yıkmakta ve geliştirmekte zorluk yaşıyorlar. Bu durum sonrasında bir tabuya dönüşüyor. Bir kere yazılan ve bir daha üzerinde düşünülmeyen şiirler, edebiyat dergilerinde tabiri caizse ortamı süslüyor. Bir süs oluyor şiir, bakılıyor ve geçiliyor. Burada dergi editörlerine de büyük bir ödev düşüyor aslında.

Bir sayıda mümkün olduğunca çok şiire yer vermenin herhangi bir faydası yok edebiyat ortamımıza. Aksine bu durum şiir alanını bir oto galerisine, mobilya mağazasına, showroom'a dönüştürüyor. Okuyucu dahi dergiler arasında gezinirken neyi okuduğunu ve hangi dizenin nelere dokunduğunu fark etmiyor. Dergiler, arkadaş ortamlarının mecmuaya dönüşmüş bir hâli oluveriyor. Bu durumda şiir de ister istemez ayağa düşüyor. Bir selamlaşma, bir tebessüm kadar yer etmiyor hayatlarımızda. Ne zaman bunları düşünsem aklıma, İsmet Özel'in uzun zaman Edip Cansever'in bir şiirini ceketinde taşıması geliyor. Çünkü iyi şiir insanı dinç tutar, yeniden yaşama bağlar, yaşamayı umursama yolunda bir yolcu ediverir. Kaçımız hayatında bir şiiri cebinde uzun süre taşımıştır? Yahut bir şiir kitabını? Bunu yapmaya ne kadar ihtiyacımız olduğunu söylemeye gerek var mı? Kesinlikle inandığım bir şey de şu: şiir, başımız sıkıştığında başvurduğumuz bir şey. Son raddede, belki de son nefeste. Bu şiiri daima büyüten bir şey çünkü başımız sıkıştığımızda muhakkak bir büyüğe danışırız.

2006'da Sur Kenti Hikâyeleri kitabını okuduğumda Ali Ayçil'in metinlerinin bilhassa edebi metin üreten gençler için önemli olduğunu düşündüm. En başta da kendim için. Daha sonra denemelerinde, köşe yazılarında da bunu her seferinde yaşadım. Notlar aldım. Kelime tasarrufu, paragraf bütünlüğü, temel konuya yakınlaşma ve uzaklaşma, karakter üretme... Sonrasında din dilinin ne kadar tehlikeli olduğunu, siyasi meselelere girerken ve çıkarken nasıl bir ahenk tutturulması gerektiğini Ali Ayçil'in metinlerini didik didik ederek öğrendim ve kendime çeşitli ödevler çıkardım. Bazılarını yaptım, bazılarını yapamadım ama Ayçil'in edebi çalışmalarıyla olan bu alışverişim bugünlere dek uzandı.

Birçoğumuzun rahle-i tedrisinden geçtiği Dergâh dergisinde ilk şiirlerim yayınlandığında, yayın yönetmeni Mustafa Kutlu idi. O, e-posta yoluyla bile karşısındaki gence dersler veren, ödevler üreten bir editördü aynı zamanda. "Bu konuya temas eden bir şiir böyle kurulmaz" derdi bazen ve bir iki cümleyle kendince fikir verirdi. Bazen de "çok güzel, bu sesle devam" derdi. Bu beş kelime içindeki 'ses'i görebilmek, yakalamak ve ona tutunmak şiir alanında bana çok şey katmıştır. Zaman geldi, o ses dağıldı biraz. Tam da kendimi "bırak dağınık kalsın" diye teskin ederken Ali Ayçil'in dergiye yeni yayın yönetmeni olduğunu öğrendim. Bunca zaman birçok dergide şiirleri, yazıları yayımlanmış biri olsam da bire bir ilişki kurmamıştım hiçbir yönetmenle, editörle. Şiirden uzaklaştığımı düşündüğüm bu anda Ali Ayçil'le kurduğum irtibat sözcüklere yeniden sevdalanmamı sağladı desem yeridir.

Mart 2018'de Ali Ayçil'in son yıllarda yazdığı şiirler bir araya geldi. Dergâh Yayınları tarafından neşredilen kitap yirmi dört şiirden oluşuyor. Kapağıyla, ismiyle ve cismiyle şiir okuyucusunu sarsan bir tarafı var. En önemli tarafıysa okuyucuyu henüz ilk sayfadan itibaren koruma altına alması. Senin hikâyeni biliyorum bu da benim hikâyem, derken şiirler aslında bir arkadaşlığın da başlangıcını işaret ediyor. Çünkü arkadaşlık bir yolculuktur. Arkadaş arkadaşı iyice tanır o yolculuk boyunca. Bakar ki birbirine dokunulan hikâyeler var bu yolculukta, o zaman iki arkadaş birbirini korur. Nitekim son görüşmemizden sonra, kapıdan çıkar çıkmaz merdivene kurulup not defterime Ali Ayçil'in şu sözlerini yazmıştım: "Şiir yazarak bir cenge atılırız. Dolayısıyla o şiirin bizi koruması lâzım. İyi şiir seni korur. İnsanlardan korur." (Parantez açıp bir cümle katmıştım bu nota: Kendinden de korur.)

Ayçil'in şiirlerinde bize seslenen yürek, kendine mesken olarak bazen kenti bazen bozkırı seçer. Bize orta sınıftan da bahseder, bir bahisçinin eve dönüşünden de. Gerginliğini, şüphesini bizi incitmeden ama devamlı sarsarak aktarır. Kitaptaki birçok şiirde yakaladığım ve yeniden çalıştığım 'duyguların aktarımı' konusunda, kullandığım enstrüman üzerinden bir ders çıkardım kendime. Klarnette gam egzersizi çok önemlidir. Gam, eser hangi notaların düzeniyle (makam) kurulduysa o düzeni takip ederek notalara basılması, yani ses verilmesi yöntemiyle yapılır. Bu çok sonra, parmaklarını ve nefesini nasıl kullanacağı konusunda müthiş bir hakimiyet kazandırır enstrümaniste. Dolayısıyla düzgün sesler almak, eseri doğru biçimde yorumlamak (anlatabilmek) ve en önemlisi de özgün sesler üretmek gam egzersizi yaptıkça kolaylaşır. Ali Ayçil, yılların metin üretme egzersiziyle birlikte sanki bir yöntem daha uyguluyor gibi geldi bana. Çünkü ona şiir gönderip yanına gittiğimde ilk yaptığı şey içinden, sessizce okumak, daha sonra da sesli biçimde ve yorum katarak yeniden okumak oluyor. Böylece aksaklıklar, hatalar ve yanlışlıklar daha net biçimde ortaya çıkıyor. Onun editörlüğünün bu anlamda ciddi bir matematiği var ve bu matematik problem çözmeyi değil buluş yapmayı önemsiyor.

İnsanın bir gün muhakkak içindeki yaralarla helalleşmesi gerekiyor. Bu derleyici, toparlayıcı bir yüzleşme. Ancak her yarayla da yüzleşmek doğru değil. Bazen "bırak dağınık kalsın" demeli, diyebilmeli ve öyle devam etmeli. Bu anlamda bizi teskin eden dizeleri var Ayçil'in: "Bak nasılda oturuyor üstüme sararmış otlakların uzaktan görünüşü / trampetler çalınca toz kalkan bir kasaba gibi duruyor yüzüm / soyuldu her bir yanım günlere yapışmaktan, hâlâ sütten kesilmedi bu yara."

Hayatla olan tartışmasını yaşarken yanında birileri vardır şairin. Onları da şahit tutar şaşkınlığına. 'Güneşin altında yeni bir şeyler bekleyen' türlü cıvıltılara kanmaz. Ne yapar eder gücünü acemiliğin o yüce hayretinden alır: "Sizleri de çağırmam evlerinden kaçanlar, uykusuzlar, yetimler / zaten nereye gitsem yanımda durursunuz iridir bakışınız / hiç mi yorulmazsınız sabah güneşlerine takılarak düşmekten / herkes ustasından alır elinin ölçüsünü sizler acemilikten."

Önce kadınları ağlatan yağmur, yoksul babaları terleten doğu çiçekleri, kuşlara kedilere teyzelere göz ucuyla bakan yalnızlar, iskelede halatları korkudan titreten birileri, bir bütün olarak toplanır Ayçil'in şiirinde. Günler ve insanların vaziyeti toplaşıp bir dizeye dert olur: "Gönül yarasının vitrinlerle kapatmışlar üstünü / orada kim inanır körlerin ırmaktaki ay'ı gördüğüne."

İnsanlığın tüm hikâyesinin gizlendiği o korkutucu hazine olan çocukluk, şairin sinematografik bakışlar attığı zamanlara uzanır. Çocukluğun hatırlanışıyla birlikte kuşlardan cevap beklenir, rengârenk bir mevsimin üzüntüden sararması keşfedilir. Ama en çok da evin iklimi oturur hafızanın koltuğuna: "Hayat Bilgisi'nde konu evimiz / büyük odamızda ölüm oturur bahçede kuru nergis / babamız bir kokudur sarılmış tütünlerden."

Yaşattığı her duyguyla ve edebî zenginliğiyle, önce gençlere rehberlik edecek bir şiir kitabı. Sonra 'tecrübeli gençler' o kuvvetli sorunun peşine düşmeli: Bir Japon Nasıl Ölür?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

1 Şubat 2021 Pazartesi

Kadere şerh düşülmüş bir arzuhâl

Ruhları bedenlere pay eden Tanrı, birbirimize cümlelerden kapılar açma fırsatı vermese halimiz nice olurdu!”. Böyle sesleniyor eserinin başındaki arzuhâlinde yazar. Sayfaların arasında sakladığı gerek kendinden gerek gözlemlerinden, belki okuduğu kitaplar biraz gezdiği şehirlerden heybesine doldurduğu ne varsa okurun gözüne sokmadan ama yine de “göz açık penceredir, hayata bakan” hakikatinin farkında olarak sözü yormadan sunuyor. Gözden gönle akacak olan ve her biri iç dünyasının farklı bir nüvesini oluşturan bu yaprak demetini; bir tadil-i erkan, belli bir usul takip ederek sunduğu için bizler, her bir hikayenin kahramanıyla göğüs göğse kalıyoruz çoğu zaman. Derdiyle dertlendiğimiz arkadaş aradan çekilip hikaye nihayete erdiğinde ise başımız ellerimiz arasında, damarlarımıza kadar işleyen bu vuzuha hayret ediyoruz. Ne zaman başladık, ne zaman ortaladık ve anlatıcıyla nasıl bu kadar ünsiyet kurabildik; tam olarak ayırdına varamıyoruz. Her biri bir dertleşme faslından ibaret olan bu öyküler, yumuşatalım diye muhatabımızın bize göğsünü açması şeklinde seyrediyor biraz da. Göğüs bir cephe gibidir çünkü, yıllar sayısız savaşın kalıntısını oraya bırakıp umarsızca çekip giderler. Geriye yeni birkaç savaş ve artık tepeleri gözükmeye başlamış ölümün dağı kalır nihayet. Böyle müşterek bir zeminde, bu kadar müşahhas bir ilişki kurulmuşken kahramanları yüz üstü bırakıp çekip gitmek mümkün olabilir mi? Biz de yazarın bizi biraraya getirdiği at yarışçısı Abdullah, hükümdar Behram, her geçen kış kürküne daha bir sarılan Oblomov, Üsküdar-Beşiktaş vapur hattında kendi dünyasına dalmış sarı benizli Wittgenstein okuru ve hatta ses kaydından nasihatlerini dinlediğimiz; artık ölümün kapısına varmış olan ulu bilge Tolstoy ile imzaladığımız mutabakat metnine sadık kalıyor ve onları asla yarı yolda bırakmıyoruz.

Kitaptaki öyküler, hem yirmi dört kare kuramına sadık her biri birbirinden bağımsız birer sahne hem de hepsinin bir araya gelerek oluşturduğu bütünlüklü bir festival filmi tarzında arz-ı endam ediyor. Peş peşe seyreden olaylardan müteşekkil bir aksiyon örgüsünden ziyade hayata dair küçük bir detaydan ilham alarak kendi içinde derinleşen ve bizatihi öyle olduğu için de yükte hafif pahada ağır bir lezzete dönüşen durum öykülerini okuyoruz. Sadece onları mı, yazarın cömertçe sunduğu günlük rutinlerini, her gün yürüdüğü yolları, geçtiği sokakları, yirmi yıldır hiç sektirmeden uğradığı çorbacı ve mürettebatını, yokuşta akıttığı teri ve inişte hızlanan adımlarını da birebir takip edebiliyoruz. Pazar günleri uyandığı yerden salona geçerken terennüm edilemez bir boşluğu teneffüs ediyor; ilhamdan, öğreticilikten, hüzünden, maneviyattan, aşktan ve hatta yalnızlıktan arındırılmış o “çile yolu”nu beraber geçiyor ve apansız bir şekilde dünyaya başıboş atılmış olduğumuz gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Yazar o vakitlerde elinde demli çay bardağıyla İcadiye sırtlarından Üsküdar sahile bakarken bizler dalgın bir surette “Bu kaçıncı Pazar, üstümüzden silindir gibi geçen?” diye düşünüyoruz. Bazen bir gece metrosuna sızıyoruz; yolcular sanki bu, onların son seferleriymiş de kaderlerine boyun eğmişler gibi ya gözlerini kısarak dışarda bir yerlere ya da gözlerini indirerek içlerinde bir yere bakıyorlar. Her iki bakış da dünyanın mülklerinden soğutuyor bizleri. Yol boyunca ağırlaşan bir soru sırtımızdan soğuk bir ürperti gibi geçiyor: Dünya, şu içine çekilerek susan yorgunlara ait bir yer midir yoksa gündüzün telaşı içinde savrulan kahkaha çiçeklerine mi? Zannedildiği gibi gece midir tekinsiz olan yoksa gündüz mü? Yazarın bir iddiası oluyor konuya dair: “Karanlıkta herşey aslına rücu eder; kurt kurtluğuna, korkak korkaklığına. Oysa gündüz hepimizin bir parçasını inşa ettiği devasa bir tiyatro sahnesidir. Sıkça o sahneye çıkar, oyunumuzu oynar sonra da aşağıya ineriz. Karanlık, herkesin kendine, kendi evine, ruhuna, suretine döndüğü alışıldık bir göç yurdudur. Suratlar düşer, bedenin her bir uzvu yorgunluk yüzünden sarkmaya başlar, konuşmaların tadı değişir, temkin elden bırakılır. Dolayısıyla en sahici, en gerçek, en kıymetli vakitlerdir bunlar.

Buğdayların biçilip taşındığı, birlikte hasat edilmiş tarlalara bakarken o yaz mevsiminden önünde açılan bir boşluk kesitini tarif ettiği yerde kalp atışlarımız hızlanmaya başlıyor. Evet o boşluğun giderek büyüyeceğini, yıllar geçse de asla eksilmeyeceğini hissediyoruz. Çünkü kaderin silgisi, hafızanın bazı sayfalarına hiçbir zaman dokunmaz. Nitekim öyle de oluyor. Bu bir ayrılık anıdır, adını anmadan onlarca kez mektup yazılacak olanla verilen son fotoğraf karesidir. İnsan, belleğine yapışıp kalmış bir fotoğrafa sürekli geri dönünce, başlangıçta hiç önemsemediği bazı detaylar öne çıkmaya başlar. “Ben mesela, bir ayrılık duruşmasına benzeyen o saatlerde ne giyindiğini, ne söylediğini, kalkıp gitmek için hangi bahanenin kalbine sığındığını çoktan unuttum. Hafızamda, yan yana oturmuş iki kişinin birbirinden gözlerini kaçırmak için baktığı bir boşluk kaldı. Yıllar da bıraktığın mirası büyütmekte pek cömert davrandı doğrusu. Her yaz sonu bir öncekinin boşluğuna bir sonrakini ekleyerek beni buraya kadar getirdi işte. Kendimi şair Li Po’nun haline ağıtlar yakan sınır bekçisine çok benzetiyorum artık: O sevimli bahar, kana susamış bir güze döndü…” Ayrılık sahnesinin kader silsilesine ve külli bir kader anlayışına evrildiği o satırlarda yazara bütünüyle katılmış olarak buluyoruz kendimizi: “Bana öyle geliyor ki tek bir aşk ve tek bir ayrılık var ve bütün kuşaklar kendilerinin sanarak girdikleri bu geçici evin her iki kapısından da hep alacaklı olarak uğurlanıyor. Bu ev, kaderdir.

Kitabın ismini aldığı “usta”yla da tanışma fırsatı buluyoruz ilerleyen sayfalarda. Bu; yazarın yirmi yıldır müdavimi olduğu esnaf lokantasının hem sahibi hem de şefi olan altmış beş yaşlarında irfan sahibi bir eski dosttur. O gün, biraz tedirgin, biraz endişeli; belli ki bir derdi var ancak teklifsizce gelip açılacak bir konu da değil; nihayet yolu açmak yine yazara düşüyor. Yanından birkaç kere göz ucuyla bakarak gelip geçen ustaya, sohbete hazır olduğuna dair bir girizgah yapıyor: “Usta, yirmi senedir şu koridorda tezgahla kasa arasında mekik dokuyorsun. Ama bakıyorum ki hiç bıkkınlık yok üzerinde . Fırsat olsa yarın yeni bir lokanta açar, orayı da burası gibi yirmi yıl saat gibi işletirsin. İkimiz de aynı Anadolu’dan çıkıp geldik; aynı yalanlardan, tarla kavgalarından, kız kaçırmalardan, renkli fistanlardan, tenha camilerden. Ama kaderimiz hiç de aynı değil: Ben burada yırtık bir isyan bayrağı gibi sallanıp dururken sen maşallah, burçlara sancak açmış nefer gibisin.” Usta, bu girizgahın ne anlama geldiğini iyi biliyor, müellifinin niyetini, önünde geri dönülmesi mümkün olmayan seferi ve kendisine tanınan sürenin giderek azaldığını…

Bundan sonrası ve aslında olup biten ne varsa okura emanet ediliyor. Sadece olaylar, filler ve failleri değil günler, mevsimler, şehirler, bahçeler, kuşlar, ağaçlar, eşya ve eşyayla kurulan her türden ilişki de çevirdiğimiz sayfalarda üstümüze dökülen birer huzme oluyor. En baştaki mukaddimesinde belirttiği gibi Ali Ayçil, Usta Konuşmak İstiyor'da; kendimiz de dahil pek çok tanıdık bulabileceğimizi ifade ediyor. Öyle de oluyor; nitekim her şey, arzuhâlcinin resmettiği dünya günlerinin içinde olup bitiyor…

Hacer Yeğin
twitter.com/YeginHacer

31 Ekim 2020 Cumartesi

Anlayışlı olan ustadır, anlamak isteyen çırak

"Benden kaçan onca kuş
Meğer dallarına konarmış ustamın."
- Arastanın Son Çırağı (1999)

"Herkes ustasından alır elinin ölçüsünü."
- Bir Japon Nasıl Ölür? (2018)

Dünyayı, insanı ve kendimizi tanıma yolunda edebiyatın bize sunduğu en özel alanlardan biridir deneme. Eğer 'okumanın hâlleri' diye bir şey varsa, yani biz evi, çocukluğu, gündüzü ve geceyi, yorgunluğu, yalnızlığı, aşkı, mevsimleri, yolculukları; bir romanın veya şiirin sunduğu imkânlar dışına çıkarak da okumak istiyorsak, deneme işte orada. Zaten edebiyatın kuytu köşelerindeki tozları almaya meraklı kimseler için okurluğun en heyecan verici hâlidir deneme okumak. İyi bir okurdan bahsediyorsak, aynı zamanda iyi bir deneme okurundan ve hatta deneme yazarından bahsediyoruzdur aslında.

Denemeyi yeterince övebildiysem, Ali Ayçil'in tıpkı diğer deneme kitapları gibi ders niyetiyle okuduğum -yani çalıştığım- kitabından bahsedebilirim. Ayçil, kimi kitaplarına insanı önce yüreğinden vuran isimler koymayı başarırken (Yenilgiden Dönerken, Kovulmuşların Evi) kimi kitaplarına koyduğu isimle de "neden?" sorusunun peşinden sürüklüyor okuru. Bir Japon Nasıl Ölür'de öyle olmuştu, Usta Konuşmak İstiyor'da da öyle oldu. Önce, "Kitabın adı seni yanıltmasın. Bir şairin başına gelebilecek en büyük talihsizlik, birilerinin onun artık bir usta olduğunu söylemesi, bundan daha beteri de kendi ustalığını ilan etmesidir!" uyarısını yapıyor Ayçil. Ancak kitabı bitirince -o da kesin olmamakla beraber- "kimmiş bu usta?" sorusunun cevabı okuyucuya göz kırpıyor. İpucu baştan verilmişti zira: "Sayfalar arasında konuşmak isteyen ustanın kim olduğunu göreceksin zaten."

Ayçil'in şiirlerinde olduğu gibi denemelerinde de yaşamı usta-çırak olarak ele alışını görürüz. Dolayısıyla insanlar iki ayrılır. Pencereden bakarken gözüne göçmen kuşlar takılan bir öğrencinin hayretini 'dikkat dağınıklığı' sayan öğretmen kaybeder, çünkü öğretmenlik bir meslek olarak yapışmıştır onun üzerine, mesleği de ondan evvela şaşırmayı söküp atmıştır. Şaşırmayan bir insandan geriye ne kalır? Aynı durum, bir gecekondudan dayanıklı bir apartmana taşınan insanların önce acılarının taşındığını gör(e)meyen politikacı için de geçerlidir. Çünkü o politikacıdır ve aylaklar, dalgın bakanlar, yorgunlar onun ilk düşmanıdır. Ustalık da çıraklık da anlayış gerektiren hâllerdir. Anlayışlı olan ustadır, anlamak isteyen çırak. Bu konuda yine kitaptan son bir misal: "Tüccar, parası çıkışmadığı için mahcup olan gururlu bir müşterisinin alnındaki teri, anlayışlı bir bakışla silmeyi terk ettiği gün kaybetti.

Edebiyatın en doyurucu metinlerini -acaba bir denemeye övgü kitabı mı yazsam?- bize denemeler sunar. Çünkü iyi deneme yazarları bir konuya yoğunlaşmış gibi görünseler de pek çok konuya değinirler. Kitaplarını da bu temelle kurarlar. Bu anlamda deneme hem okuması keyif veren bir tür hem de sık sık duraklatan yapısıyla zor. Esasen bu duraklatmadaki mana okuyucuya "şu aceleye getirdiğin hayatını artık biraz yavaşlat" demektir. Git artık ne zamandır görmek istediğin o ülkeye, iki yakanın bir araya gelmediği şu şehirde karşıya bu kez vapurla geç, eve dönmeden önce otur bir yerde çay iç, gençliğinde altını çizdiğin satırları yeniden oku, "ruhum çok daralıyor" bile bunun hakkını ver. Çünkü dağılmadan toparlanmak, düşmeden kalkmak, kirlenmeden temizlenmek mümkün değil. Bu son cümlem aklına ahlakî, dinî, vicdanî şeyler getirmesin. Denemeci biraz terapist gibidir. Karşısındakinin davasıyla ve değerleriyle ilgilenmez, hayat karşısında ne kadar dalgın ve dargın, önce ona bakar. Öte yandan, belki de kendinden çok seni sahici buluyordur: "Kimi zaman otobüste, şu ayakkabı tamircisinin gerçek bir mesleği ve elle dokunulabilen, elleri kirleten, dikilen, kesilen, çakılan, boyanan gerçek malzemeleri var; peki senin mesleğinin malzemeleri nerede, diye soruyorum kendime. Çünkü insanların derdine deva olabilecek gerçek bir mesleğin malzemeleri de gerçektir; sıvacının malası, kunduracının bizi, musluk tamircisinin anahtarı. Oysa ben, bir ekranın üzerinde akıp duran harflerle boğuşmaktan başka ne yapıyorum? Bazen işi şakaya vurup, sen de bir hayal tamircisisin dediğim oluyor ama bu işin hiç de öyle şakaya gelir yanı yok. Ben de, benim gibi harflerle uğraşan öteki insanlar da deliliğimizi teferruatlı bir işmiş gibi gösterip kendimizi kandırıyoruz."

Ali Ayçil tıpkı birçok iyi okur gibi bazı yazarlara 'kafayı takmış' bir kaleme ve zihne sahip. Usta Konuşmak İstiyor'un Raf Günlüğü bölümü, birçok kitaptan bahsediyor. Bu bahsedişler kitaba dair birer inceleme yazısı değil. Daha çok, Ayçil'in gönlünde o kitabın nasıl bir yere konduğunu görüyoruz. Bazen hangi yıllarda okuduğundan, nasıl bir iklimde o metni yaşadığından ve satırlar arasından nerelere gidebildiğinden söz ediyor. Her iştahlı okuyucu için lezzetli sayfalardır bu tip sayfalar. Natalia Ginzburg'dan Kente Giden Yol, Dino Buzzati'den Tatar Çölü, Roberto Bolano'dan Vahşi Hafiyeler, Ezra Pound'dan Cathay, Mitat Enç'ten Uzun Çarşının UlularıMarguerite Yourcenar'dan Hadrianus'un AnılarıGenceli Nizami'den Heft Peyker, Juan Rulfo'dan Pedro Paramo, Ayçil'i iyi tanıyanların onun ne kadar sevdiğini gayet iyi bildiği Thomas Bernhard, onu bir kez okuyan herkesin yaşamına deliliği ve dahiliğiyle tokat gibi inen Emil Michel Cioran, gergedanından yeğenine Viyana'sından metresine kadar yaşamına en çok taarruz edilmiş düşünürlerden Ludwig Wittgenstein, ona dair daha fazla şeye ulaşmamız ve okumamız gerektiğini düşündüğüm Lev Tolstoy, hayatımızdaki yeri bir roman karakterinden çok daha derinlerde olan Oblomov ve Raskolnikov, Ayçil'in kalemiyle bize yeniden merhaba diyor. Biz de bu yeniden görüşmeyle onlarla olan tanışıklığımızın memnuniyet mi yoksa endişe mi verici olduğunu düşünüyoruz. Okurlar için nefis bir hesaplaşma...

Kitaptaki en sevdiğim metin, Raf Günlüğü içinde yer alan "Gençken Altı Çizilmiş Satırların Güzelliği" başlıklı yazı oldu. Çünkü yazı her ne kadar gençlik döneminin okuma gayretine ışık tutsa da her yaştan okuyucunun her satırın altını çizebileceği bir metin sunuyor okurlara. Altı çizilen her satır, insanın kendini arayışının ve kendi ruhundaki gedikleri tıkama ihtiyacının birer ispatıdır. İnsan, mekan ve zaman; hangi satırların altının çizileceğine karar veren üç büyüleyici imkan: "Biz o yıllarda niye bazı cümlelerin altını çizer, niye bazılarını bu onurdan mahrum bırakırdık? Pek çok ortak yanımıza rağmen, bir yazarın aynı kitabını aynı dönemde ve aynı atmosferde okumuş olsak da sıkça başka başka cümlelerin oltasına da takılıyorduk. Şimdi kalksam, yirmili yaşlarımın her iki yakasında okuduğum kitapları raftan indirsem, bu soruya kendi ruh coğrafyamdan bir cevap verebilirim belki. Ama bunu yapacak cesareti bulamıyorum kendimde; böyle bir yüzleşme için henüz hazır değilim."

Bazı kitaplar, şarkılar ve resimler sanki sonbahara özel gibidir. Çünkü mevsimler mutlaka insanlara bir şeyler söylemek ister. Usta Konuşmak İstiyor bir sonbahar kitabı gibi. Okuyucuyu ayağa kaldırma derdi olmadan dünyanın türlü dertlerinden bahseden ve insanın türlü yüzlerini yargılamadan ortaya seren bir kitap. Hayat gibi doğal ve çoğu zaman yalnızlık kokan... 

Yağız Gönüler
twitter.com/ruhunakitap

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Birbirinin akrabası olan hikayeler

"Her insanın iki güneşi vardır; biri içinde öteki dışında."

Ben Sur Kentini bir insana benzetirim: Evleri birer hücre gibi düşün, küçük ara sokaklarımızı vücudumuzdaki ince damarlar say, ana caddelerimizi kalın damarlarımıza benzet, şehrin meydanını yüreğimiz kabul et. Eskiden her yandan temiz bir kan akardı Sur şehrinin yüreğine; çarpıntısı dakik ve sağlıklıydı, ama artık değil.” diye tasvir ediyor kendisinin de içinde yaşadığı Sur kentini, Bilge Mansur.

Sur Kenti Hikayeleri, Ali Ayçil’in şiirsel ve estetik dilinden fazlaca nasibi almış, yirmi hikayeden oluşuyor. Kitap daha başlamadan önsözünden sarıp sarmalıyor okuyucuyu. Ali Ayçil, "Ben hiç farkında olmadan, birbirinden bağımsız da okunabilen ama birbirlerinin akrabası olan hikayeler yazmıştım.” diyor neşrettiği hikayeler için. Beni en çok etkileyen hikaye Sakine’nin Mil Çekilmiş Gözleri oldu.

Bu birbirinin akrabası olan hikayeleri okurken merakla ne şekilde birbirine tamamen bağlanacak diye bekledim. Kentte herkes birbirinin içinden geçiyor. Tüm hikayeler birbirinin tamamlayıcısı gibi. Bu yönüyle bir puzzle andırıyor hikayeler. Eksik bir parçasının olması halinde hikayeler bütün halini alamıyor. Zaten kitabın önsözünde de hikayelerin “bir üzüm salkımı halinde” düşünülmesi için okuyucu uyarılıyor.

Bazıları, kimsenin anlayamayacağı bir eziyetin nöbetini tutarlar, bir türlü kapatamazlar dünyayla aralarındaki uçurumu.

Kitap boyunca "coğrafya kaderdir" sözü hatta günümüzde evriltildiği "coğrafya kederdir" haliyle dönüp dolaştı zihnimde. Surlarla çevrili bir kentte insanların kaderleri ve kederleri birbirinden ne kadar bağımsız olabilir ki? Ayrıca ‘sur’ kelimesi ikinci ve halk ağzındaki anlamı ile: talih, alın yazısı, uğur manalarına da geliyor. Yazar burada ‘sur’ kelimesini her iki anlama gelecek şekilde kullanarak bir anlam zenginliği yaratmış.

Kahramanların çoğu Sur kentinde yaşamını sürdürüyor. Bir şekilde yolu düşenler ise bu kentteki insanlarla gönül bağı kuruyor. Bu kente yolu düşenlerden biri de Seyyah İbn Battuta. Kenti ilk görüşü şöyle tasvir ediliyor Battuta’nın: “O an, belleğindeki sayısız kentin gözüyle baktı ona. Sayısız kente bakmanın verdiği tecrübeyle, yanılmayacağını umarak üç kelime fısıldadı: Kasvet, hatıra, ölüm! Heyecanını yitirmiş bir kentti gördüğü; bütün bitkin kentlerin üzerini kaplayan o garip toz bulutundan anladı bunu…

Metnin merkezinde yavaş yavaş eriyen, çözülen yok olan bir kent ve kent insanları var. Hem kitabın başında hem de sonunda “Eridi, çözüldü ve yok oldu. Yeryüzü unuttu onu.” alıntısı kitabın tamamına bir motif gibi işlenmiş.

Motif diyebileceğim diğer kavramlar ise şöyle: aşk, anı, beklemek, görmek, peşine düşülen sorular, yol, göz, sessizlik. Bu motiflerin bazıları ise aşk-ihanet, gitmek-kalmak, söylemek-susmak, yaşam-ölüm, isyan-şükür vs. gibi zıtlıklarla bir arada verilmiş. Zira verilmek istenen mesaj bu zıtlıklarla daha iyi işlenmiş. “Kimse aydınlıktan kuşku duymaz; saklanmak istenen, karanlıkta değil asıl aydınlıkta saklanırdı.

Kitapta; seyyah, sarraf, seyis, nakkaş, sihirbaz, attar, nalbantlık gibi bir çok meslek dalı ile uğraşan kahramanlar anlatılıyor. Hem meslek dalları hem hikayeleri anlatılan kişilerin isimleri, eski çağrışımlar sunarak divan edebiyatından nesir bir eser okuyormuş izlenimi kattı bana. Hikayesi anlatılan erkek kahramanların birçoğunun güzellikleriyle tasvir edilmiş olması da bilindiği üzre Klasik Türk Edebiyatı mesnevi türünün özelliklerinden biri.

Hikayelerine tanıklık ettiğimiz bütün kahramanların tek tek ele alınıp incelenmesi gerektiğini düşünüyorum fakat bu bahis çok uzun ve detaylı olacağı için kitaptan bir alıntıyla kahramanları özetlemeyi şimdilik yeterli buluyorum: “dünyayla yarışmış, dünyayı yormuş ve dünya tarafından yeterince yorulmuş”.

Tancalı Seyyah İbn Battuta ve Dilber Makbule kitap içinde söz sahibi olan, kendi hikayelerini anlatan, metnin üst kurmaca kısmını oluşturan kahramanlardır. Battuta, kendi hikayesini bir seyahatname üslubu ile anlatırken; Dilber Makbule, hikayelerin birbirine bağlandığı kısmı anlatıp kalan boşlukları dolduruyor ve “insanlar insanların acılarına akrabadır” diyerek kahramanların arasındaki örüntüyü, gizli bağları, görünmeyenleri aşikar kılıyor.

Son söz niyetine kitaptan bir alıntı bırakıyorum:

Gördü ki, görünen hayatların pek çoğunun bir başkası tarafından görülmeyecek kadar kalın bir astarı vardır. İnsanlar balçıklarını tıpkı bir zırh gibi kullanıyorlardı. Bir zırh gibi kullanıyorlar, başkalarından sakladıkları ne varsa o zırhın içine doluşturuyorlardı. O zırh tıka basa dolunca bir genişliğe ihtiyaç duyuyor, ellerini çoğunlukla bu vakitte açıyorlardı gökyüzüne. Herkes içinde başka bir dünya, başka bir arzu, başka bir kişi taşıdığı için hayat, gerçek yüzü özenle saklanmış zekice bir oyuna dönüşüyordu.

Zeliha Tanbağa
twitter.com/ZelissTan

27 Temmuz 2018 Cuma

Yenilgiler çağının tarihçesi

"Ben tek kişiyimdir ama içimde biri daha vardır. Bu gizemli "o" sık sık mırıldanır, bazen ağlar, içinden çıkıp uzak bir yere gitmek ister, canı sıkılır, korkar..."
- Andrey Platonov, Birbirimiz İçin Yaşayacağız: Mektuplar 1920-1950

Cümle kurmanın har vurup harman savurmakla eş olduğu zamanlardayız. Oysa söz tohumdur, nereye bırakılırsa bırakılsın tohumdur. Kâğıda, mekâna, zamana, hatta sosyal medyaya. Elbette her sözün de bir dönüşü vardır.

Ekilen tohum ya meyve verir ya da tutmaz. Cümle kurmak, bir söz söylemek, aslında farkında olmadan bizi bir dertliye derman edebilir yahut en azından, derdini paylaşmaya imkân tanır. Hiç tanış olmadan hemhâl olabilmek gibi.

Nihayet, böyle kitaplar da vardır, yazarının okuyucusuna türlü ferahlık zamanları sunduğu. O kitapların yazarları cümle kurmanın kutsiyetini bilir. Bir marifettir bu. Zira bazı ârifler için bütün güzel huylar cennetin, bütün kötü huylar da cehennemin kapılarıdır. Güzel huyların başında ise marifet yer alır, yani bilgi. Cümle, bir bilgiyi yüklenirken yanına tevazuyu, rızayı, emniyeti, teslimiyeti, tasfiyeyi (gönül arınmışlığı), affı ve tevhidi de alırsa cennetin kapılarını tamamlamış olur. Bir cümle için bu kapıları yüklenmek zor gibi görünse de, belki on, belki yüz cümle bize bir şey söyleyebilir cennete dair. Kütüphaneler bu sebeple cennettir kimilerine.

Yenilgiden Dönerken, ismiyle ve rengiyle sonbaharın rayihasını yüklenmiş bir kitap. Tevafuk bu ya, Kasım 2011'de neşredilmiştir ilk baskısı. Sonbaharın son ve en yüklü ayında. Bu rayihada Ali Ayçil'in anıları, öyküleri, denemeleri bir arada tütüyor. Bölümlerinin isimleri de yukarıda bahsettiğimiz tanış olmadan hemhal olabilmeye bir misal sanki: Benden Önce, Ben, Sen, O, Keyur ve Diğerleri, Benden Sonra. İlk bölüm tek bir metinden oluşuyor ve bir telkinde bulunuyor. Çıktığın yol, aradığın kapı ne olursa, nerede olursa olsun: "önce göğsünü arala."

Bir yola çıktığımızda, geçmişin izlerini de yakamıza bir rozet gibi takıp öyle ilerleriz yönümüzde. Bazen bu izler çok katılaşır. Öyle katılaşır ki yakamızdan ayaklarımıza kadar iner ve yol biter. Yolun bittiğini, arayışın son bulduğunu anlayan yolcu kendine yeni bir geçmiş yükü inşa etmeye kalkar. Aslında bu bir inşa değil daha çok hatırlayıştır ve her hatırlayış gibi de tehlikelidir. Ayçil şöyle diyor: "Pek çokları, bu telafi edilmez yenilginin ağırlığından kurtulmak için, kendilerine bir müze kurmaya girişir: Çocukluk ve gençlik müzesi. Bu kötü girişim, katı olanı daha da katılaştırır ve geçmişimizi kötü bir çeviriye dönüştürür."

Cioran, "Meçhul olmayı sev" diye yazmış, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine'de. Ayçil'in yazdıkları da sanki kendi tecrübelerinin dışında birçoğumuzun gerilimini, sancısını, keşfini, yolculuğunu barındırıyor. Bu anlamda bazen bir çocukluk anısı, bazen de yetişkin umutları hepimizin yaşadığı yahut yaşamakta olduğu günlere işaret ediyor. "Kendimi kendi üzerime atılmış bir suç gibi hissediyorum" derken yazar, okuyucularının belki de yarısına bu yükü dağıtıyor. "Kederlendim, sustum, açıkta kalmayayım diye en güvenli yere, kendi dilimin altına saklamdım" derken de diğer yarısına yük aktarıyor. Her insanın bir macera olduğunu hatırlatırken susmanın da bu maceraya dâhil olduğunu hatırlatıyor.

Ayçil'in kendi kendine konuşmalarında bir başka düğümler var. Gençlik arızalarımız yüzümüze çarpıyor bu konuşmalarda. Üstelik bir resim sergisinde: "Sergide, kırmızı ve yeşil ışıklı vitrin tabelalarının yerleştirildiği duvara bakarken, "senin olgunlaşmış, kararlı bir bakışın yok," diye geçiriyorum içimden. 'Sayısız bakışın var. Sayısız bakışın olduğu için, bir yolcuya değil, bir kavşak yerine benziyorsun..."

Ustalığa değil çıraklığa talip olanlara koca koca binalardansa duvardaki taşları görebilmenin, onlarla konuşabilmenin değerini anlatıyor Ayçil. İnsan bazen kendini sayısız sorunla boğuşurken bulur. Çok kısa bir süre sonra da bir ağaçla konuşurken. Derken ölümü hatırından çıkarmadan yaşadığını anımsar ve her şeyde ölümü gördüğünü, ölümle konuştuğunu, ölümle hissettiğini.

Yenilgiden Dönerken'de Sevgili Tütün ve Ekmeğin Güzelliği gibi yıllar sonra, tekrar tekrar okunabilecek yazılar da var. Uzun Samsun'u hayatında çok ayrı bir yere koyduğu belli olan Ayçil "seni kanunlara karşı aşkla savunacağız" diyor. Türk evlerini ayakta tutan bir gaye, bir kutsiyet olan ekmeğe içten iki cümleyle veda ediyor: "Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin."

Metin yazmanın, kitap okumanın üzerine eğilen çok değerli denemeler de var bu kitapta. Büyük Yapıt başlıklı deneme Don Quijote üzerinden bizi hem yeni bir kitap hazırlayan yazarın heyecanına, sancılarına ortak ediyor hem de bir romanda kahramanın ne denli önemli olduğuna. Sadece Don Quijote değil, Oblomov ve Raskolnikov da 'nasıl kahraman olunur'a birer misal teşkil ediyor. Bir Şairin Çantasında, özellikle dünya edebiyatı ve felsefe okumaları yapmaya yeni başlayan, bilhassa genç okurlar için lezzetli bir yazı. Bol bol not alabilirler, okuma listesi çıkarabilirler. Ayçil'in bu denemesinde andığı edebiyatçılardan yabancı olanları şöyle sıralayabiliriz: Georges Perec, Gabriel Garcia Marquez, Dino Buzzati, Andre Malraux, Thomas Bernhard, Nick Hornby, Louis-Ferdinand Celine, Anton Çehov, Guy de MaupassantEdgar Allan PoeJorge Luis BorgesMarguerite Yourcenar... Yerlilerden de şu isimler geçiyor: Halide Edip, Safiye Erol, Sadık Hidayet, Yusuf Atılgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Refik Halit Karay, Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Mustafa Kutlu... Madem isimlerin hepsine değindik, düşünürleri de yazmak lâzım: Karl Popper, Ortega y Gasset, Ali Şeriati, Daryush Shayegan, Anthony Giddens, Michel Foucault, Emil Cioran. Şairler? Çok güzel bir üçlü var burada da: Ezra Pound, Turgut Uyar, Yunus...

Bir yazarın eski kitaplarını yıllar sonra yeniden okumayı, kurcalamayı, yeniden 'kendime notlar' çıkarmayı seviyorum. Bu, evi ikinci kez temizlemek gibi bir şey.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf