Alberto Manguel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alberto Manguel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2020 Cuma

Merak ederiz çünkü anlamakla zenginleşiriz

"Benim mizacım pek çok çocuksu özelliği barındırdı kendisinde, pek çok merak duygusunu ve oyun dürtüsünü, boşa zaman harcamaya yönelik pek çok hevesi barındırdı."
- Hermann Hesse, Bozkırkurdu

Bir çocuğun kendini izah etmeye başlaması “ne?” sorusunun en sık duyulduğu dönemi işaret eder. Mesela önce göğü sonra bulutu gösteren çocuğun “bu ne?” sorusu bir meraktır. Cevabın bulut olduğunu işitip ikinci ve belki de insanın varoluş mücadelesine geçtiğini belli eden asıl soru gelir: “Neden?

Neden sorusunu karşımızdakine yöneltmemizin ardında bilmek isteme kaygısı yatar. İnsan neyi bilir, neyi bilmek ister, bildiğiyle ne yapar gibi sorular bunun peşi sıra, biraz da olgunlaşma dediğimiz dönemle birlikte ortaya çıkar. Yani biz insanlar aslında soru sorarak bir yol inşa ederiz yahut merdiven. Kurduğumuz yolda ilerledikçe yeni sorular ve yeni cevaplar karşımıza gelir. Elbette bu sorular düşüncelerimizle, fikirlerimizle ve yorumlarımızla gittikçe dallanıp budaklanır. İşte bu çatışma ve karışma hâli her ne kadar yorucu gibi gözükse de burada bizleri merak duygumuz zinde tutar. Merak ettikçe zinde kalırız. Soru sordukça insanlığımızı taçlandırırız, cevap buldukça bu taç daha da zenginleşir. “Kabını doldurmak” dediğimiz hâl işte bu hâldir. İnsan basamakları kabını doldurarak çıktıkça ağırlaştığını fark eder. Bu esasen anlamı arama yolunda lezzet verir. Keyif ise soru sormayan insanların en çok hissettiği şeydir. Geçicidir ve dünyevidir, burada kalır. Öteye varmaz. Çünkü cevaplar oldukça yapaydır. Tıpkı içinde yaşadığımız ve merak duygusunu gittikçe kaybetmemize vesile olan çağ gibi. Behçet Necatigilçok çiğ çağ” diyordu evet ancak İsmet Özel bizi her zaman diri tutmaya çağırıyordu bu çağda: “Merak bir devrimcinin hazırlığıdır.

Grimm Kardeşler’in Masalları, Binbir Gece Masalları ve İlahi Komedya, Alberto Manguel’in merakı enine boyuna tartışmaya açtığı kitabında aynı masada oturan birer arkadaş gibidir. Hatta hepsi aynı kişi de olabilir. Yazarın kitabında en çok üzerinde durduğu hikâye ve hikâye anlatma sanatı, günümüzde tartıştıran ve çatıştıran düşünce dünyasına nazaran birleştiren ve bütünleştiren bir özelliğe sahiptir. Hikâyeler de merakla ortaya çıkan ve hakikati anlatırken “yalanla süslenebilen” bir sanat türüdür. Buradaki yalan abartı bir söylem olabilir ancak Manguel’in açıklaması oldukça gerçekçi: “Bir okur olarak, hikâye edilen şeylerin ötesinde, bir iyilik perisinin ya da kötü kalpli kurdun varlığına inanmadan da bir hikâyenin anlamına inanma konusunda hak iddia ediyorum. Hakikatlerine inanmam için Kül Kedisi ve Kırmızı Başlıklı Kız’ın gerçek olması gerekmez...Bizi ikna eden, hikâyelerdir.

Dante’yi rehber ediniyor kendine Manguel. Onun sorularıyla yol kuruyor ve cevaplar arayarak ilerliyor. “Asıl hikâye”yi merak ederek. Çünkü: “Neler olup bittiğini anlatmaya çalışırız ama kelimelerimiz hep yetersiz kalır ve pek çok başarısızlığın ardından, gerçeğin doğru bir versiyonuna en yakın benzerliğin sadece uydurduğumuz hikâyelerde bulunduğunu öğreniriz.

Dilimize çevrilen bu kitaplardan sonuncusunun adı Merak. Sokrates’in “Kendini tanı” öğüdünün yanına Montaigne’nin “Ne biliyorum?” sorusunu ekliyor Manguel. “Merak nedir?” sorusuyla başlayıp “hakikat nedir?” sorusuyla bitiriyor kitabını. Okuyucuyu cesur ve sürükleyici bir okuma serüvenine davet ediyor. İlginçtir ki bir şeylere merak duymak da aslında kişinin insanlığa yönelmesine bir davettir. Merak duyarız çünkü insan oluşumuzu anlamlandırmak ve bu dünyaya neden geldiğimizi bilmek isteriz. Bilme gayretimiz bizi her seferinde yapaydan doğala doğru götürür. Çünkü merak insan hayatındaki en doğal duygudur; has, temiz ve kalıcıdır. Zor kazanılır, kolay yitirilmez, sadıktır. Tüm sanatların ve dolayısıyla sanatçıların annesidir merak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Haziran 2018 Perşembe

Okuma Günlüğü'nü okuma denemeleri

“İnsanların bana kitapları özetlemesini sevmem. Bir başlık, sahne, bir alıntı bana çekici gelir, evet ama öykünün tamamı, hayır. Bizim gibi meraklılar, kapaklardaki tanıtım yazıları, öğretmenler ve yazın tarihleri, durmadan olay örgüsünü anlatır, okuma hazzını büyük ölçüde yok ederler. İnsan yaşlandıkça, bellek de bundan sonra ne olacağını bilmemenin verdiği hazzı bozabilir.”
- Alberto Manguel

Kitabından böyle bir alıntıyla başlayarak özrüm olsun istedim yazardan. Kitabı özetlemek niyetiyle değil de anlamak çabasıyla yazdım diyebilirim ancak.

2016'da Tanpınar’ın izinde Beş Şehir’i çıkarmış olduğu için yollara düşüşüyle konuşulan Alberto Manguel’i Okuma Günlüğü kitabı ile konuşmak istedim ben de.

Öncelikle türüyle ilgili çelişkiye düştüğüm için böyle bir başlığı kullandım. Günlük-deneme diye nitelendirebileceğimiz bir kitap Okuma Günlüğü. Bu nedenle de okumaların günlüğünü okuma denemeleri çabası çıktı ortaya.

Kitap Manguel’in kurmaca bir metinden ziyade bir yıl içerisinde her ay başka bir kitabı okuyarak ve notlar alarak aktardığı bir günlük denemesinden oluşuyor. Kitapların içeriğine dair eleştiri yapmıyor, kendisine hissettirdikleriyle günlüğünü sunuyor. Çünkü hedefi kurmaca bir metinle yazıp “iyi bir yazar” olarak anılmak değil, öncelikle “iyi bir okur” olmaya çabalamak. Daha önce okuduğu hatta çocukluğunda daha çok sevdiği kitapları yeniden keşfederek, neler hissedeceğini gözlemlemek istemiş bana kalırsa. Nesnel bir dil yerine tutulan günlükler, notlar, izlenimler, anılar, hatta evdeki kedisiyle kitaplığında geçirdiği vakitler dâhil; her şeyi olanca sadeliğiyle kaleme almış yazar.

Kitap iki bölümden ve on iki kitap incelemesinden oluşuyor. Birinci bölüm 2002 yılının haziran ayında başlıyor. İkinci bölüm ise 2003 yılının mayıs ayında son buluyor. Okuduğu kitapların anlatımıyla var olan notları değil, günlük yaşantısını ve hislerini paylaşıyor yazar.

Kitap listesini sıralayacak olursak şöyle:

Haziran - Adolfo Bioy Casares’ten Morel’in Buluşu
Temmuz - H. G. Wells’ten Dr. Moreau’nun Adası
Ağustos - Rudyard Kipling’den Kim
Eylül - François Rene de Chateaubriand’dan Mezar Ötesinden Hatıralar
Ekim - Sir Arthur Conan Doyle’dan Dörtlerin Simgesi
Kasım - Johann Wolfgang von Goethe’den Gönül Yakınlıkları
Aralık - Kenneth Grahame’den Söğütlükte Rüzgâr
Ocak - Miguel de Cervantes’ten Don Quijote
Şubat - Dino Buzzati’den Tatar Çölü
Mart - Sei Şonagon’dan Yastıkname
Nisan - Margaret Atwood’dan Yüzeye Çıkış
Mayıs - Joaquim Maria Machado de Assis’ten Bras Cubas’ın Ölüm Sonrası Hatıraları

İlk anlatımda daha çok melankolik bir havayla, çocukluğuna ve yaşadığı yere duyduğu özlemle dile getirilen notların yerini; kitap anlatımı, seyahatleri ve düşünceleri takip ediyor. Kitapların içeriklerinden uzun uzadıya bahsetmek yerine kitabı okumaktan duyduğu mutluluğu, sebebi ya da sadece o an ki hissini anlatıyor. Her okumada daha çok sevdiğini belirtiyor.

Açıkçası yer yer duyduğu hisleri anlatırken, samimi bir dil kullanarak kitaplardan bahsetmesi romantik bir açıdan yaklaştığı fikrini uyandırdı. Kipling’in Kim isimli kitabından bahsederken bu cümleleri kurmasını örnek olarak verebilirim: “Anlatım tonunu, yan karakterlerden her birinin canlılığını, bir nehri aramakta olan oğlan çocuğu arasındaki dokunaklı dostluğu seviyorum. Onların bu uzun ve çetin yolculukları hiç bitmesin istiyorum.

Manguel sık sık dedektif romanlarını sevdiğinden bahseder. Hatta listesini yapar romanların. Aslında Manguel liste yapmayı sever. Okuduğu kitapları, okumayı istediği kitapları, okumaktan keyif alabileceği kitapları. Hatta “Liste yapmada, anlam yalnızca çağrışımla yaratılacakmış gibi, belli bir büyüsel keyfilik vardır.” diyerek özetler.

Yazarın anlattığı kitaplara dair zerre kadar bilginiz olmasa da anlatılanlara yabancı kalmıyorsunuz. Dili, anlatımı ve o an ki duygu durumunu paylaşımıyla hissedebiliyorsunuz bunu. Üstelik yazar kitabın bir bölümünde: “Yazarın yazdığını değil, okumak istediğimizi okuruz.” diyerek bu durumu çağrıştırıyor bana. Metinlerin arasında değişiklikler göstererek aktarması kafa karışıklığı yerine, birbiriyle ilintili bağlar kurdurabiliyor. Yazar bir anda başka bir kitaptan bahsettiği vakitlerde, günlüğünü okuduğumu unutmamam gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Kitaplığında dolaşırken bir anda okuduğu kitaptan sıyrılarak sırf son cümlesi için başka bir kitaba uzanabiliyor çünkü. Hep başvurduğumuz bir durum değil midir bu? Son cümlesini, altını çizdiğimiz yeri, bazen sadece basım yılını hatırlamak için bile olsa karıştırmıyor muyuz kitapları?

Kitabın bazı kısımlarında romantik bir hava içerisinde sadece duygu durumlarını paylaştığını düşündüğümü belirtmiştim. İlerleyen sayfalarda Manguel bambaşka konularda fikrini yazarak şaşırtıyor beni. Kitap bahsinden bir an sıyrılarak bu ve benzeri düşüncelerini aktarması şaşırtıyor.

Çökmüş ulaşım sistemi ve korkunç yüksek fiyatlarıyla Londra, azıcık bir parayla yaşamak zorunda olan birisi için dünyanın en rahatsız edici kentlerinden biri olmalı. İngiliz Turizm Bakanlığı acaba nasıl reklamlar aracılığıyla inandırıyor dünyayı, böyle olmadığına?” diyor. Gözümüzde görkemiyle canlanan Londra’ya dair fikirlerimiz değişebiliyor böylelikle.

Batı, Öteki’ni sadece daha fazla aşağılamak için tanır, sonra da bunun geriye yansıyan yanıtını görünce şaşırır.

Herkesçe bilinen eski gerçekler hâlâ geçerli; şiddet şiddeti doğurur; her türlü iktidar kötüye kullanmadır; her tür fanatizm aklın düşmanıdır; propaganda, bizi kötülüğe karşı çıkmaya çağırdığında bile propagandadır; savaş, Tanrı’nın büyük taburların yanında olduğuna inanan galiplerin gözleri dışında hiçbir zaman şerefli değildir.

Artık kitapta bahsettiğimiz zaman dilimi 2003 yılının şubat aylarıdır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’a savaş açtığı yıllar. Yazar bu konu hakkında ya da savaşın genel pozları hakkında fikirlerini sürer ortaya. Dile getirilenleri gözümüzün önüne serer. Sakin ama içten içe kızgın. “Savaş aynı zamanda hem kaçınılmaz hem de olanaksız görünür. Avrupa gazetelerinin sunduğu anlaşmazlık görüşü sadece alegoriktir: Bildiğinden şaşmayan bir canavar şeklindeki Amerikan gücü, öteki canavarlara saldırıyor. Ejderhalara inandığımıza göre, bu alegori boşunadır. Londra Daily Telegraph gazetesinde yayımlanan bir başyazı, ‘Dünya Ekonomisinin Savaş Makinesine İhtiyacı Var’ diyor bize. Süslü, büyük baş harfler ülkesindeyiz.

Bir yandan okuduğu kitaplarla, varsaydığı tutumları bağdaştırmaya başlar. Buzzati’nin Tatar Çölü ile Amerika’nın tutumunu birleştirerek anlatır.

Uzakta korkunç bir hayal gibi beliren savaşın hiçbir kahramanca yanı yok; İngiliz-Amerikan güçlerini harekete geçiren nedenler insani olmaktan çok parasal. Öte yandan, Buzzatin’nin öyküsünde, okuru çok etkileyen trajik saçmalık duygusu, büyük ölçüde kahramanca girişimin su katılmadık anlamsızlığından kaynaklanıyor. Hiçbir insani ya da parasal neden ileri sürülemez. Sınırda hiç sorun yok, Tatar Çölü’nde bugüne kadar bir Tatar görülmemiş, kahramanlara kahraman olma şansı tanınmamış.

Artık mart ayına gelinir ve savaşla beraber notlarını almaya devam eder Manguel: “Amerikalılar, Birleşmiş Milletler’in aksine kararına rağmen Bağdat’ı bombalamaya başladı. Televizyonda gösterilen tek şey, ara sıra roketlerin çarptığı yerlerdeki patlamalarla aydınlanan, siyah bir ekran.

Buradan hareket ederek şu kanıya varabiliriz: Bir entelektüel yeniden okumaya karar verdiği kitapların günlük-denemesini tutarken, dış dünyada yankılanan savaşa kulaklarını tıkamaz, gözlerini kapatmaz. Propaganda yapar gibi çığlık çığlığa karşıt fikirlerini dökmez ortaya. Sakinliğini koruyarak, okuduğu kitaplardan alıntılarla kıyaslamalar yaparak, var olan bir durumu aktarır. Bana kalırsa gerçek bir entelektüelin de yapması gereken budur. İzlenimlerimiz ve okuduğumuz kitaplar ve dış dünyada olup bitenler bizi çığlık yerine, sükûta teşvik etmeli; kuyulara kitapların çerçevesinde eğilmeliyiz. “Savaş var evet, gözüm kulağım orada fakat kitaplara sığınmayı tercih ediyorum. Çünkü akıl sağlığını korumanın başka bir yolu mümkün görünmüyor.” diyerek belki de.

Belki bunun için okuyoruz, karanlık anlarda bunun için kitaplara dönüyoruz yüzümüzü; zaten bildiğimiz şeyler için sözcükler bulmak üzere diyerek özetliyor aslında Manguel.

Rüya Bağ
ruyabag@gmail.com