Ahmet Demirhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Demirhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2019 Çarşamba

Osmanlı’nın "kuruluş" meselesi mercek altında

Dergâh Yayınları’ndan çıkan ve Ahmet Demirhan imzalı “Kuruluş Sarmalından Kurtulmak” adlı eser, çalışmalarla ve araştırmalarla aydınlatılmaya çalışılan ve epey de ilgi uyandıran Osmanlı’nın kuruluş sorununu, bu hususta kalem oynatmış isimlerin tezleri üzerinden tafsilatlı bir biçimde okura sunuyor. Gibbons’tan Wittek’e, Köprülü’den Imber, Kafadar ve İnalcık’a kadar geniş çaplı bir analiz okuması yapma imkânı elde edilebilir gibi görünüyor. Kuruluş tartışmalarının ufkunu açıcı niteliği ve külliyatı derinlemesine izah edişi itibarıyla son derece dikkat çekici ve mühim bir eser olarak meraklılarını bekliyor.

Osmanlı’nın kuruluşu bir sorun olarak çeşitli çalışmalarda ele alınmaktadır. Bu sorunun modern dönemler için başlangıcını Herbert Adams Gibbons’un “The Foundation of Ottoman Empire” adlı eserinin yayımlandığı 1916 yılına kadar götürebiliriz. Osmanlı’nın felaketi ve çöküşü derinden hissettiği yıllarda İstanbul’da bulunan Gibbons, bu dönemde imparatorluğun menşei üzerine kafa yordu. Bu çabayı şu şekilde okumak son derece faydalı olabilir:

Osmanlı kuruluşunun mevcudiyetinin anlamından ziyade köken meselesine ilk eğilişi ve ilgiyi bu araştırmalar tetikler. Gibbons’un Osmanlı kuruluş tezi yeni bir ırk varsayımı ekseninde şekillenir. Bu ırkın temelinde çok çeşitli saikler ve etnik unsurlar yatar. Ona göre:

Sekizinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar Küçük Asya’ya gelen bir dizi etnik unsur ilk saiki oluşturur. Ama Gibbons’un bahsettiği bu yeni ırk bundan ibaret de değildir. Bunların gelmesiyle beraber “emperyal kurumlara sahip Helenik örgütlenme” sahillere itilir. Böylece ortaya popüler kültür ortamı yavaş yavaş çıkmaya başlar. Anadolu’nun siyasi havası ise epey çalkantılıdır. Bizans geri çekilmiştir ve Bizans’la uzun yıllar savaş halinde olan Müslüman Araplar da pek ortalarda gözükmemektedir. Hülasa, Bizans İmparatorluğu Büyük Selçuklu zamanından beri Anadolu’ya gelen Türkler ile baskılar yüzünden oradan oraya taşınan etnik grupların ve kıyılara çekilen Rumların arasında sıkışıp kalmıştır.

Gibbons, Osmanlı’nın kuruluşuna ilişkin varsayımlarını öncesi olmayan ve tarih sahnesine yeni çıkan bir çizgiye yerleştirir. Türk’ünden Rum’una, Ermeni’sine ve Arnavut’una kadar çok sayıda unsur kan zenginliğini oluşturdu ve dönemi itibarıyla da tek benzeri Birleşik Devletler ’in ve Kanada’nın nüfusuydu.

Wittek’in gaza tezine göre Osmanlılar, Hristiyanlara karşı gaza ve mücadele ruh ve isteğini tebaası arasında diri tutabildiği ölçüde devletleşme fırsatı bulmuştur. Osmanlı’nın çöküşü de zaten teolojik varlık nedenini unutmasından ve bu hedeflerden feragat etmesinden kaynaklanır. Wittek’in gazileri tanımlayış biçimi ise kendi içerisinde bariz bir çelişki ve anlamsızlığı barındırır. Ona göre gaziler hem işsiz güçsüz ve durumundan hoşnut olmayan kişilerden oluşurken aynı zamanda bu kişilerin kâfirlerle ve sapkınlarla da mücadele etme amacı taşıdığına dair tarif son derece tutarsız gözükmektedir. Wittek’in Osmanlı öncesine ilişkin tasvirleri ise Osmanlı ve Türk tarih yazımıyla benzerlikler kuruyor gibi görünse de can alıcı bir yakınlık yoktur. Avrupalı refleksleri ve bilinci nedeniyle Wittek’in Osmanlı ile Bizans arasında çizdiği hat teolojik bir hattır. Osmanlı uç kültürü sayesinde diğer gazi devletlerin başaramadığı teşkilatlanmayı, gerekli bulunan unsurların da dahliyle beraber gerçekleştirebildi. İslami eğilimlerin temsilcisi konumundaki ulema, idareyi her ne kadar örgütleyip yürüten tek grup gibi görünse de gazileri yeni fetihler için tahrik edenler fanatik dervişler olmuştu. Wittek’in Ortaçağ gazileri ile Milli Mücadele ve bağımsızlık savaşçıları arasında kurmaya kalkıştığı paralellik ve alaka Colin Heywood’a göre aşikâr bir saçmalıktı. Her ne kadar Heywood böyle söylemiş olsa da Türk topraklarının bağımsızlığını muhafaza ettiği o dönemde bu tür söylemler pek de saçma bulunmazdı:

1922 yılında The New York Times Magazine’de yer alan Habeeb G. Istfan’ın haberine göre, Osmanlı’nın son döneminde Türklere sırtını dönen ve hatta kendi kurtuluşlarını Türklerden uzaklaşmakta arayan Ortadoğulu halklarda, İstiklal Harbi kazanıldıktan sonra yepyeni bir Türk imajı oluşmuştu. Doğu’nun Batı’ya, İslam’ın Hristiyanlığa verdiği dev darbenin altında Türk’ün mührü vardı.

Ciddi çalışmaların izini sürmek suretiyle kuruluş sorununun etraflıca ele alındığı eserde, Osmanlı teşkilatlanması ekonomik cephesiyle analiz edilir. Yazar Ahmet Demirhan, Türk sosyal bilimlerinde feodalite tartışmalarının bir tarihinin yazılmadığını belirterek bu nedenle devletin aldığı formların kavranmasında güçlük çekildiğine değinir.

Ömer Lütfi Barkan’a göre Osmanlı ilk günlerinden itibaren imparatorluk nizam ve örgütlenmesine karşı rakip olma potansiyeli taşıyabilecek soylara ve toprak asillerine karşı ciddi biçimde mücadele etmiştir. Bu mücadeleden “nizam”ın galip çıkmasında ise temelde iki etken belirleyici olmuştur:

- İmparatorluk nizamının çeşitli nedenlerle büyük toprak sahiplerinin mülklerini miri mülke çevirmesi ve böylelikle tımar sistemine dâhil etmesi,
- Mutlak ve merkeziyetçi devlet yapılanması yanında İslam miras hukukunun asillerin mülklerini inhilal ettirici tesirleri. Çünkü İslam hukukunun uygulanması çok geniş toprakların mirasçılar arasında bölünüp siyaseten idaresini kolaylaştırmıştır.

Fleischer’in yaptığı ikili bir ayrım, yasa ile töreyi yan yana fakat iki ayrı ve özsel gelenek olarak ele alır. Bu iki gelenek ile yüksek İslam geleneği ilk karşılaşma dönemlerinde birbirlerinin anti-tezi gibidir. İlk geleneğe göre her şeyin üstünde olan hükümdardır, yasası ve töresi hüküm niteliğindedir; bunun yanında ikinci gelenekte ise halife vasfıyla koltuk işgal edenler ancak şeriatın altında kendilerine bir yer bulabilirler ve sadece şeriatın koruyucusu pozisyonundadırlar. Hükümdarlar Fleischer’e göre hem iyi hükümdar, hem de iyi bir Müslüman olmak, bir yandan sultani hukukta ortaya koyulan yükümlülüklerini yerine getirirken öte yandan ilahi hükümlerin lafzını değilse bile ruhunu koruyup kollamaya özen göstermek zorundadır.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
* Bu yazı daha evvel Kitabın Ortası Dergisi'nin 33. sayısında neşredilmiştir.

6 Şubat 2018 Salı

İki kavram, iki insan: Rasim Özdenören, Sabri Ülgener

Ahmet Demirhan imzalı Nirengi Kitap’tan çıkmış olan İslamcı ve Püriten adlı eser yetmiş beş sayfalık küçük hacmine karşın oldukça yoğun bir anlatıma sahip. Daha önce farklı yerlerde yayınlanan iki makalenin müstakil hale getirilmesiyle ortaya çıkan kitap kısa bir sunuş yazısı ve iki bölümden oluşuyor. Sunuş kısmında kitaptaki yazıların nasıl anlaşılması gerektiğine dair görüşlerini belirten yazar, (İslamcı yazar) Rasim Özdenören (1940) için yazdıklarının bağlamının dışında anlaşıldığını söylerken (iktisat profesörü) Sabri Ülgener (1911-1983) ile ilgili yazdıklarının iktisadi olmaktan ziyade sosyolojik bir açılım olarak okunması gerektiğinin altını çiziyor.

Bekleyen, Ama Erteleyen 'İslamcı': Rasim Özdenören başlıklı ilk bölümde, Rasim Özdenören ortaya koyduğu metinler üzerinden İslamcı/lık kavramı ekseninde değerlendiriliyor. Özdenören’in diğer eserlerine değinilmiş olsa da ana metin olarak Gül Yetiştiren Adam seçilmiş. Demirhan, Özdenören’i konu ettiği yazıyı ‘bekleyen’ ve ‘erteleyen’ sözcükleri üzerine inşa etmiş. Demirhan’a göre Özdenören sorunları çözmüyor ve pasifliği seçerek bir taraftan beklerken bir taraftan da ertelemiş oluyor. Beklemek ve ertelemek kendi içende tezatlık taşır: O an için var olan şey ertelenirken beklenen şey o an için var olmayandır. Yazara göre, Gül Yetiştiren Adam’ın bu dünya için bir şeyler yapmayı bırakarak ölümü dolayısıyla öteki dünyayı beklemesi, bir anlamda çözümü ertelemesi İslamcılık bağlamında ideolojik ve/veya siyasi duruş açısından kabul edilemez. Buradaki sorun sadece metafiziksel değil ayrıca Rasim Özdenören’in düşünsel yönelimiyle de ilgilidir. Demirhan’ın kilit kavramları olan bekleyiş ve erteleyiş, pasif tutum bağlamında değerlendirildiğinde gerçekleşmeyecek bir vaadin çaresizliğinin yansımasıdır ve muhataplarına bunu telkin etmektedir. Demirhan’a göre Özdenören’in dili siyasi bir dil değil ‘yazı’nın kendi dilidir ve kendisi daha çok deneme yazarı olduğundan öykü ya da romanlarında estetiği dikkate almadığı için vaadini yerine getirememektedir. Müellifin buradaki itirazının ana noktası Özdenören’in İslamcı olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı. Zira İslam pasifliği kesinlikle reddederek her halükarda aktif olmayı emreden bir dindir. Buradan, İslam ile irtibatlandırılacak bir oluşumda pasifliğe yer olamayacağı anlamını çıkaran yazar, Özdenören özelinde toplumdaki belirli bir algının bu tutumu sergilediğini belirtiyor. Özdenören’in tutumumun İslamcılık olarak değerlendirilmesi halinde İslamcılığın kolaylıkla sağcılık ya da muhafazakârlığa indirgenebileceğini söyleyen müellif, zaten mevcutta böyle yapıldığı için İslam adına İslam dışı bir anlayış ortaya çıkmıştır diyor. İslamcılık ile tam olarak örtüşmeyen bu algı/anlayış üzerinden hareketle ortaya konulan tutumun “takiyye” ile irtibatlandırılabileceğini belirten Demirhan, bu tutumu daha çok mistik/metafizik bir alanla ilgili görüyor. Burada belirtmekte faydalı olacaktır. Sunuş kısmında konuyla ilgili olarak Rasim Özdenören’le olan diyaloğuna değinen Demirhan, Özdenören’in “kendisini anlamadığını” söylediğine yer veriyor. Bu bağlamda Demirhan’ın kendi İslami algısını Rasim Özdenören (özelinde benzeri tutum sergileyenlerin) üzerine giydirme gayretinin olumsuz bir yansıması olarak okumak da mümkün.

Kitabın ikinci bölümünde püriten kavramı ekseninde iktisat profesörü Sabri Ülgener değerlendiriliyor. Hatlar, Portreler, Çehreler ve Renkler Ortasında 'Püriten' ve Ülgener başlığını taşıyan bu bölümde öncelikle püriten/püritenlik kavramının ‘ne’liği üzerinde duruyor Demirhan. Oldukça geniş bir değerlendirme çizerek evvela bir metnin (dilden dile) çevirisinin mantığını çözümlemeye çalışan Demirhan, Jacques Derrida’dan (1930-2004) aldığı ‘ek’ ve ‘erteleme’ kavramları üzerinden Şerif Mardin’in (1927-2017) çeviri üzerine sosyolojik çıkarımlarını irdeliyor. Mardin’in yer yer çeliştiğini ortaya koymaya çalışan yazar aslında çevirinin tam anlamıyla ortaya konulamayacağını da göstermeyi amaçlıyor. Makalenin ilerleyen bölümlerinde, püritenliğin tarihsel açıdan ele alındığından (salt dinsel olmanın ötesinde) farklı anlamlandırılabileceğini belirtiliyor. Bu bağlamda Max Weber’e (1864-1920) göre “ideal tip” olan püriten/lik kavramı Batı’da kapitalizmin ortaya çıkmasında etkin olmuştur. “Püriten/lik kapitalizme sadece başlangıcında katkı sağlamıştır, sonrasında aralarındaki bağ kopmuştur” diyen Weber, ‘püriten ahlak’ görüşlerini realist bir düşünür olan Richard Baxter’in (1615-1691) çalışkanlığı teşvik eden ‘dindar’ yazılarına dayandırmaktadır. Söz konusu çalışmaya teşvik ‘vaazlar’ kapitalizmin başlangıç dönemine denk gelmektedir ve buradaki anlatım kapitalizm ruhundan ziyade püritenliğin mantıksal örüntüsüdür. Kapitalizm ve püritenlik arasındaki bağ çalışma kavramının tümüyle sekülerleşmesi sonucu kopmuştur. Diğer yandan Weber’e göre kanlı-canlı bir insan olmaktan çok muhayyel (ideal) bir tip olan püriten Zygmunt Bauman’a (1925-2017) göre hiç var olmamış hatta entelektüeller tarafından idealize edilmiş olan bu temsil yerini farklı bir karaktere bırakarak ölmüştür. Kolonyal dönemin mantıksal yaklaşımını ideal tip olarak sunmanın tutarlılığı üzerinde duran Demirhan, hiç var olmayan bir şey nasıl ölebilir diyerek hem Weber’in hem de Bauman’ın konu hakkındaki görüşlerini irdeliyor.

Makalenin başında püritenlik kavramına tarihsel ve sosyolojik açıdan değinen Demirhan’ın asıl amacı Ülgener’in Weber’den ne ölçüde etkilendiğini sorgulamak. Bu sorgulamanın sebebi, Ülgener’in, Weber’in buradaki görüşünü her ne kadar eleştirerek de olsa Osmanlı (Türk) toplumuna uyarlamasıdır. Osmanlı ve/veya Cumhuriyet toplumunun dinamikleri, farklı portreleri, sınıfsal tabakaları üzerinde duran Ülgener’in, tasavvufun etkilerini, dinin önemini ve ahlakın oluşumu ile toplumsal yansımalarını Batı toplumlarıyla karşılaştırmalı olarak açıklamaya çalıştığını belirtiyor. Sonuç olarak Ülgener’in Weber’den gerekenden ya da bilinenden fazla etkilendiğini söyleyen eden müellif, makalenin başına atıf yaparak kavramların net olarak çevrilemeyeceğinden hareketle her şeyi yeniden sorgulamanın gerekli olduğunu belirtiyor.

Açıkçası kitabı elime ilk aldığımda zihni bu kadar tahrik edici bir çalışma beklemiyordum. Bu bakımdan beklentilerimin üzerinde bir etkiye sahip diyebilirim. Rasim Özdenören’in İslamcı/lık ekseninde konu edildiği ilk bölüm biraz abartılı. Özellikle tespit anlamında varılan sonuç epey acımasızca geldi. Bir yazarın şahsını ‘kurgusal’ metinleriyle aynı gerçeklik düzleminde ele alarak hüküm çıkarmak ne kadar doğrudur diye sormadan edemedim. Elbette yazar yazdıklarından tamamen soyutlanamaz lakin kurgusal metinle de yüzde yüz örtüştürülemez. Bununla birlikte Demirhan’ın bu çalışması ve ‘tespiti’ kültürel kodlarımıza dair etraflıca düşünmenin bir gereklilik olduğunu da gösteriyor diyebilirim. Diğer taraftan vaat edilmişlik üzerinden yapılan değerlendirmede, Özdenören’in veya metninin (ya da benzer kişi ve/veya metinlerin) sanki bir şeyleri vaat etmiş de yerine getirmekten imtina ediyormuş gibi lanse edilmesinin doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. Demirhan’a göre Özdenören’in bekleyen ve erteleyen pasif görüntüsü bir başkası tarafından rahatlıkla aktif bir tevekküle yorulabilir. Geniş resimde bizim gördüğümüzden çok daha farklı bir sonuçla karşılaşacağımıza olan kanaat ve inanç bunu yaptırıyor olabilir. Aynı zamanda Rasim Özdenören daha çok edebiyatçı kimliğiyle ortaya çıkmış bir yazar/entelektüel. Özdenören konumunda olanların dini bir lider (imam) gibi algılama ya da yerine koyma sorunumuz ne yazık ki yeni değil. Üstelik bir türlü çaresini bulamadığımız bu hatalı algı dini anlayışımızdaki sorununu büyüttükçe büyütüyor. Necip Fazıl Kısakürek’te (1904-1983) en bariz örneğini gördüğümüz bu mesele ‘rahle-i tedrisattan geçmeden imamet makamına geçmek’ denilen durumun ayyuka çıkmış hali. En nihayetinde Rasim Özdenören Müslüman bir yazar ve bildiğimiz kadarıyla başka bir iddiası da yok.

İktisat profesörü Sabri Ülgener’in püritenlik ekseninde değerlendirildiği ikinci bölüm çok saçaklı ve haliyle oldukça kapsamlı. Birinci bölüme oranla daha başarılı bulduğum bu bölümde de ilk bölümdeki yöntem uygulanıyor. Daha açık söylemek gerekirse, Ülgener ortaya koyduğu metinler üzerinden değerlendiriliyor. İktisadi bir mevzunun sosyoloji, tarih ve dilbilimiyle harmanlandığı bir çalışma olarak oldukça ufuk açıcı bulduğumu söyleyebilirim. Eleştirinin temelini çevirinin yetersizliği ve anlam konusundaki duyarlılık olarak ele almak mümkün. Ülgener’in bazı kavramları Batı literatüründeki haliyle kullanması hem kendisinin hem de çalıştığı konunun farklı anlaşılmasına neden olmuş gibi gözüküyor. Püriten/lik kavramının yersiz ya da yetersiz kalması bir yana net bir anlamsal karşılığı bulunamayan alanın püritenlik kadar yetersiz gelen muhafazakârlık kavramıyla örtülmeye çalışılması başka sorunlara neden oluyor. Üstelik bu kavramsal sorun sadece püritenlik ile sınırlı değil. Batı’nın tarihsel sürecini tanımlayan ve açıklayan kavramların farklı dinamiklere sahip toplumlar için aynı anlamsal karşılığa sahip olmadığını görmek gerekiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp