Adem Turan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Adem Turan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2016 Salı

Borges'e dair lirizmle dolu bir merak duygusu


"Sabahları, ilk yaptığım, bir sürü kaygım üstüne kafa yormaktır. Uyanmadan önce hiç kimse değildim ya da herkestim, her şeydim –uykuya ilişkin o kadar az şey biliyoruz ki- ama uyanınca elim ayağım bağlanıyor ve Borges olma zahmetine yeniden katlanmam gerekiyor."
- N. Thomas Di Giovanni, Borges ve Yazma Üzerine

Jorge Luis Borges (1899-1986), Latin Amerika edebiyatının çok dilli, gerçeküstü yazarı; şiirde pasifizm etkisinde bir felsefe, öyküde ise yükseltilmiş gerçekliğin peşinde müthiş kurgular açığa çıkarmıştır.

Korumak ve yaratmak Cennet’te eşanlamlı kelimelerdir” der Borges. “Fakat bu eylemler dünyada birbirine düşman oldu…” diye devam eder. (Mario Vargas Llosa - Carlos Fuentes, Edebiyata Övgü) Felsefeye veya fizik bilimine ait olan ‘aklı’ kurguya dâhil eden deha yeteneklerden birisidir ve dünyada savaş sonrası edebiyatın en önemli isimlerinden olması tesadüf değildir. Savaşların korkunç yıkımlarından sonra gerçeklik, düş gücünün karşısında direnişini yitirmiştir. Yıkımları sürekli tekrarlanan, sömürgeciliğin hızla yayıldığı dünyada tarihin unuttuğu ne varsa edebiyat bize hatırlatır. Jorge Luis Borges, büyülü gerçekçilik ve katı dünya arasında bir yerde, yaşamının son otuz yılını karanlıkta ve neredeyse annesinin dizleri dibinde geçirerek öyküler, şiirler yazıp çeviriler yapmıştır.

Adem Turan (1960), son kitabı Borges Borges’te Gün Doğarken Gün Batımı alt başlıklarıyla Jorge Luis Borges’in biyografik manzumesini son derece lirik biçimde yorumlamış. Beş yıllık bir çalışmanın ardından Borges’i derinlemesine okuyup bağ kurarak selâmlamak isteği içinde; yazarın dünyasına ait insanlar, nesneler, hayvanlar, imgeler ta ki ölümüne değin (Gün Batımı) yer alıyor.

Borges’in biyografik manzumesini kaleme alırken masal söyleyişinde ve dingin bir ses içinde Adem Turan. Kendi olmaktan sıyrılıp düşlerin dünyasına, özellikle bir yazarın düşlerine doğru dönüşerek konuşmak istiyor. Borges’e merhametli, anlayışlı ve sevecen yaklaşıyor. Borges’i anlatırken sevdiği bir dosttan söz edermiş gibi toleranslı. Okurun düş gücünü kışkırtan yazarı anlatırken yine düş gücünün büyük serüvenlerine, mütevazı bir yaşamın yüce tutkularına aracı oluyor şair Turan.

Edebiyatta kurmaca, insan duyarlılığını bileyip geliştiren, içimizdeki eleştirel yönü güçlendiren bir yapıya sahiptir. Başkaldırının ilk basamağı edebiyattır çünkü. Ayrıca düş kuramasaydık fabrikalarda seri üretim yapan makinelerden, kendini asla değiştirip gelişemeyen robotlardan farkımız kalmazdı. Borges’i de güçlü ve etkili bir yazar yapan unsur öykülerindeki gerçeklikten başarıyla yalıtılmış kurmacadır. Tek düze kabilelerden küreselleşen dünyaya, sapanlardan kitle imha silahlarına kadar değişen dünyada insan kalmanın gücünü gerçek dünyanın bize sunmadıklarından almamız için yazmıştır sanki. Özellikle Alef adlı öyküsünde Borges kendini öncesi ve sonrası olmayan bir nehirde akıp giden bir nokta olarak görür. Alef, bütün noktaları içeren tek bir noktadır. Tanrı kavramına dair bir anlayış, çağdaş insana dair önemli gözlem ve öngörüler içerir. “Çağdaş insanı şöyle görüyorum, der Alef’te Danieri adlı karakter: en gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosuna bile kapanmış olsa gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramafonlarla, radyolarla, sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla, bültenlerle... Böylesine donanmış bir adam için sahici bir yolculuğun artık gereksiz olacağını belirtti" (Jorge Luis Borges, Alef). Dünyayı çepeçevre kuşatan teknolojik donanımın insanı sahicilikten uzaklaştırması vurgusu henüz şahsa özel bilgisayarların, cep telefonlarının olmadığı bir dönemde, özellikle yerin altında bulunup evreni içinde saklayan Alef’in çokanlamlılığına “İnternet”i de katmamıza imkân veriyor. Alef 1945 yılında yazılmıştır.

Adem Turan ise Borges ve Alef şiirinde şöyle tanımlar;

Alef bir taşın yüreğinde saklıymış oysa
Evren de bütünüyle Alef’in içindeymiş
İşte bu yüzden Alef’e bir kez bakanlar
Bin kez daha bakmak istermiş
İçlerindeki kafese aldırmadan 
(s.31)

Burada bir şairin diğer bir yazar-şairin evveline ve sonrasına ulaşma, onun gözleriyle bakılan dünyaya yeniden bakma arzusu çok belirgindir. Borges tıpkı Homeros gibi, Cemil Meriç gibi körlüğü tecrübe eder. Karanlığa boğulan dünyasında ruhunun kurtarıcısı olarak kitaplar vardır. Dünyaya dair daha sezgisel, daha derin, daha tutkulu kurmacalar, şiirler yazmaya devam eder.

1955 yılında Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü’ne getirildiğinde en büyük hayali gerçekleşmiş olur Borges’in. Fakat genetik bir rahatsızlık sebebiyle görme yetisini tamamen kaybeder. “Bana aynı anda hem 800 bin kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın muhteşem ironisi” diyerek teslimiyetle tanımladığı durumu Borges’in Gözleri’nde Adem Turan şöyle anlatır:

Cenneti hep bir kütüphane olarak düşlermiş Borges
Gider gelirmiş eviyle kütüphane arasında, yorulmadan
Gözleri görmese de kalp gözüyle okurmuş kitaplarını
Bayan Quinteros’un şaşkın bakışları arasında
Koklayıp dururmuş onları saatler boyu, hiç usanmadan. 
(s.37)

Borges’in mütevazı yaşamının yüce tutkuları demişken, öykü ve şiirlerinde sıkça kullandığı “kaplan” metaforuna da kitapta sıkça değinmiş Adem Turan. Bunu Borges’in bir kütüphaneci olarak yaşadığı güvenli hayatında hiç bilmediği şiddet ve tehlikenin özlemi şeklinde yorumlamak yanlış olmaz. İnsan doğasının ikiliğinden sıkça bahseder Borges. Bu zıtlıklar onu Borges, yani insan yapmıştır. Birbirinin karşıtı hem de tamamlayıcısı şeklinde var olan bu imgeler sessiz ve karanlık bir kütüphanenin koridorlarında gezen sarı bir kaplana bizi inandırır. “Beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim” demesi boşuna değildir.

Borges Borges, ortaklaşa düşler kurmaya imkân veren edebiyatın, düşlediğimiz ve yaşadığımız hayat arasındaki farkın gerilimini sunma ve bu gerilimin insanın ruhunu kuşatan gizlerini açığa çıkarmasına dair bir kitap şeklinde özetlenebilir. Lirizmle dolu bir merak duygusu gibi. Jorge Luis Borges burada o heyecanlı merak duygusunu aynalar geçidi içinde karşılayıp gideren bir imgedir. Borges’in kendini tüketerek çoğaltma eylemine coşkulu ve saygılı bir şölen havası içinde başkasının rüyasına dâhil olan ve nerede olduğunu hiç unutmayan bir dikkatle Adem Turan şahitlik etmiş diyebiliriz.

Zeynep Arkan
zeynepster@gmail.com
* Bu yazı Dergâh dergisinde yayımlanmıştır.

9 Kasım 2014 Pazar

Dilde ve kültürde sabrın timsali: taş

Eşya, şiirde insan zihninin bir yansıması olduğu için yer alır. Eşyaya bakan, onu kullanan, onu çevresinde bulan, değiştiren, üreten insan; dilinde, kültüründe, zihninde de eşyanın kendisini olmasa da bir yansımasını inşa eder. Adem Turan’ın Şiir Taşı işte tam da bu noktada sözü alıyor. Doğada kayıtsızca duran taş, dilde ve kültürde sabrın timsali oluyor. Adem Turan da taşı sıksa şiirini çıkartacak bir şair olarak işte o timsaller manzumesini şiirleştiriyor. Daha doğrusu timsaller üzerinden taşı değil taşı timsalleştiren insanı şiirleştiriyor aslında. Taş şiirin bahanesi oluyor böylece… Zaten Adem Turan da Yapı Taşı adlı şiirde demiyor mu? “Bunlar insan parçaları: bu taşlar… bunlarsız olmaz!/Böyledir işte bedenlerin inşası; bunu gördüm ve biliyorum!

Ben susarsam taş çatlar” mısrasıyla açılıyor Şiir Taşı. Rilke’nin “İçinize dönün, hayatınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kaynağında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun kar­şılığını bulacaksınız.” cümleleriyle ifade ettiklerini Adem Turan taşın sertliğinden çıkartmış besbelli.

Adem Turan’ın şiirinde taş, bize Dünya’nın ağırlığını hissettireceği bir imge olarak yer alıyor. Filistin’in ve Rachel Corrie’nin ağırlığını duyuyoruz mesela. Ebabil kuşlarının Kâbe’yi korumak için attığı taşların ağırlığını… Kendi adıma bunu sadece protest bir tavır olarak görmeyi şiiri hafife almak olarak değerlendiririm. Adem Turan şiirinde taşı ağır olduğu asli yerine koyma kaygısını görüyorum. Sınır taşı da, sadaka taşı da, eşik taşı da… Turan şiirlerinde bu taşlara gönül coğrafyamızdaki asli yerlerine koymaya yani asıl ağırlılarını okuruna hissettirmeye çalışıyor. Böylece taşa dünyasında yer veren insan da asli hüviyetine bir adım daha yaklaşmış oluyor.

“kurşun kime gitsin şimdi, taş kime
taş kimin başına düşsün, kim çatlasın!
ateşböcekleri kanaviçe işlerken kan kıvamında
bülbüller ilân-ı aşk ederken bağçenin güllerine
bu rüzgâr alıp nereye götürsün beni, hangi meclise!”

diye soruyor Adem Turan. Ya cevabı? Cevapları bulmak değil zaten şairin işi…

Daha Musalla Taşı var, Mezar Taşı var, Tespih Taşı var… Adem Turan taştan bir şiir konçertosuna imza atmaya karar vermiş. Şiir Taşı işte tam olarak bu…

Adem Turan şiirlerinde bir yanda Edip Cansever’e diğer yanda Sezai Karakoç’a selam gönderiyor. Kitap hakkında bunu da not etmekte fayda var.

Cennet Taşı şiiriyle bitiyor kitap. Tek kelimeden oluşan bir şiir bu. “Yazamıyorum”dan ibaret. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” diyen Ludwig Wittgenstein, Tractatus’unu “üzerinde konuşulamayan konusunda susulmalı” cümlesiyle bitirir. Adem Turan’ın kitapta yer verdiği son şiir ise her insanın dilinin aciz kaldığı noktaya işaret eder.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal