Şermin Yaşar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şermin Yaşar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2024 Çarşamba

Sen hiç ben oldun mu?

“Baktığın benim, gördüğün sensin."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Her insan bilmecedir. Aile, kimsenin çözemediği ama bir kenara da bırakıp gidemediği bulmacaların tek sayfada toplanmış hali gibidir. Herkes herkese çok yakındır. Ama kimse kimseyi çok da tanımaz aslında. Yakınlık körlüğü getirir çünkü. İnsan en çok aşina olduğunu ihmal eder.

Şermin Yaşar'ın ilk romanı Söyleme Bilmesinler'de aslında bir ailenin yirmi dört saatine tanıklık ediyoruz. Alelade bir yirmi dört saat yahut tanıklık değil ama… Yazarın da dediği gibi “Bazen yirmi dört saate gereğinden fazla şey sığıyor.” İnsan içine doğduğu ailenin izlerini taşır yüzünde, gözünde, sesinde. O izler her bir kardeşte farklı tezahür eder. Ama değil mi ki ana baba aynıdır; kopamaz o izlerin getirdiği bağdan. Kaderin cilvesi mi, insanın kendi kendisini tutsak etmesi mi bilinmez, dönüp dolaşıp aynı kuyuya düşmekle, anne babanın yazgısını yeni sürümüyle yaşamakla sınanır. Baş karakterlerimiz Emin, Ethem ve Ekrem paylarına düşen kaderi ve kederi anlatır bize kitapta. Yalnız onlar mı? Aileye gelin gelen eşleri de girer söze. Aile büyüdükçe yumak karışır. Hatta ölüler bile söz alır sırları açığa kavuşturmak için. Zorunlu birlikteliklerin daima karanlık tarafları da vardır. Sırlar, yalanlar, bilmezden gelişler... Her aile ayrı dinamiklere sahiptir muhakkak. Ve her aile, matruşka bebekler gibi içi açıldıkça yeni tanışılan oldukça eski yaralarla yüzleşecektir zamanı geldiğinde.

Öyledir. İnsan anne babasından yalnız huyunu, suyunu, kaşını gözünü almaz miras olarak. İçinde kapanmayan yaralarını, korkularını, söylenmeyen sırları, vicdan azaplarını, boş bakışları da alır. Her aile sıradan görünür dışardan. Her ev dışardan huzurludur. Hayat bir şekilde akıp gitmektedir ve sükûnet her şeyin yolunda olduğuna inandırır ötekileri. Ama öyle kesin yargılarla yürümez hayat. Evin duvarlarına siner içinde olup biten. Önceleri isyana başvurulsa da bir noktadan sonra herkes birbirinin dilini çözer. Her ailenin kendi arasında kullandığı ayrı bir dili de oluşur zamanla. Yahut ortak bir sessizliği… Hoş görmek ayrıdır tahammül ayrı. Aynı çatıyı paylaşmak aile olmaya yeter mi?

Sıradan bir ailenin sıradan fertlerinin hikayesini okuyoruz romanda. Yazarın ilk romanı, ancak karakterler sıradan oldukları kadar iyi de kurgulanmış. Karakterlerin kurgu olduğunu bildiğimiz halde kanlı canlı. Sokakta, otobüste, hastanede her an karşımıza çıkıp bize hikâyenin doğruluğunu teyit edebilecek kadar canlı. Sıradan insanların sıradan dertleri, kırgınlıkları, sevinçleri, kayıpları, boşlukları, sevilmeyişleri, kayboluşları, sözleri ve sükunetlerini anlatırken yanımızdan geçip giden herhangi biri olabilir hissiyatıyla okutuyor kendini roman. Yalın ve bir o kadar da gerçek. Hakikatin insanı inciten, yüzleştiren yönünü de görüyoruz romanda. Her karakterle empati yapmak mümkün. İnsan hakikati satırlardan öğrenemez elbet. Ama okudukları sadra işleyen şeyler olduğunda kendi hakikatine bir adım daha yaklaşmış sayabiliriz. Bilhassa Ethem karakterinin başlarda “ortanca çocuk görünmezliği” zannedilen hikayesi sona doğru evrildiği noktayla, yıkılmadan inşa edilmenin, tamamlanmanın, yüzleşmeden yaraların geçmeyeceğinin kanıtı gibi. Öyle ki yazar dahi kitabı kendisine ithaf etmiş; “Ethem hayali bir karakter. Ancak onu yazarken sıkıntısını, yalnızlığını, el yordamını o kadar derinden hissettim ki, bu kitabı Ethem’e ithaf ediyorum.” Ethem’in şahsında, hissettiği yalnızlığa geçerli bir sebep bulamayan, sıkıntısını ve içsel boşluğunu anlamlandıramamış, aidiyet kuramamış herkesin, Ethem’in hikayesiyle kendi hakikatini sorgulayacağı ve belki de bir anlama kavuşacağını düşünürsek, okur kimliğinden sıyrılıp, eserin ithaf edildiği karakter siz de olabilirsiniz.

Tüm ailenin tek tek içini döktüğü bu roman, çapraz bir sorgu olmadan “Aslında nasıl oldu?” sorusuna cevap arıyor her bir konuşmada. Karakterler konuştukça, aslında herkesin kendi açısından ne kadar haklı ve fedakâr olduğunu da görüyoruz. İletişimin olmadığı tüm ilişkiler yanlış anlaşılmalara ve akabinde hazin sonlara gebedir şüphesiz. Aile gibi bir kurumdaki iletişimsizliğin, kopukluğun nelere haiz olabileceğini gayet “bizden” ve “içimizden” bir üslupla anlatan yazar, o iç döküşleri bir cesaret anına çevirmeyi, her şeyin düzelmesi için olan düzenin yıkılması gerektiğini, yüzleşmenin başta acı verse de yaradaki cerahati akıtıp nasıl rahatlattığını içtenlikle aktarıyor okuyucuya. Ve sorguluyor;

Evlenip aynı çatı altında yaşıyorlar diye karı koca olur mu insanlar? Aynı ana babadan oldular diye birbirlerine sahiden kardeş olur mu çocuklar? Yıllar kalbini dağlasa da içlerinde o kor söner mi aşıkların? Her şeyi aşikâr olanların sakladıkları sırlar daha mı çoktur?

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

21 Aralık 2021 Salı

Kabustan uyanmak yahut yerini bulmak

Belki çok iyi bir işiniz vardır, belki çok paranız, belki herkesin imrenerek baktığı bir aileye sahipsinizdir, belki muhteşem bir dış görünüşe, belki dışarıdan sizi gören ne kadar mutlu olduğunuza şaşırıyordur. Belki siz bile kendinize çerçevenin dışından bir göz gibi baktığınızda ne kadar şanslı olduğunuzu düşünüyorsunuzdur ama içinizde bir yer, bir şeylerin yanlış gittiği fikrini fısıldıyordur kulağınıza. Belki her şey oynamanız gereken bir yalandır, belki de sadece olmanız gereken yerde değilsinizdir. Tüm aile salonda toparlanmış televizyon izleyip sohbet ederken siz koltukta uyuyakalmışsınızdır çocukken, bir kâbusun pençesindesinizdir, size bakan ne kadar da huzurla uyuduğunuzu söyleyip gülümsüyordur, oysa siz, belki bir rüyada kaçıp kovalamaca oynuyor, belki bir canavarla yüzleşiyorsunuzdur. Bir an önce uyanabilmek için dua ederken o sihirli kelimeler dökülüyordur annenizin ağzından; evladım, “kalk yerine yat”. İşte şimdi her şey tam da olması gerektiği gibi, öyle değil mi?

2021’in sonlarına yaklaşırken yeni öykü kitabı Kalk Yerine Yat ile okuyucunun karşısına çıkan Şermin Yaşar da kitabın içinde yer alan on iki öyküsü ile beraber, adeta şefkatli bir anne gibi yerine yatırıyor kahramanlarını. Bu kahramanların hepsi, Şermin Yaşar’ın daha önceki kitaplarında da olduğu gibi ailemizden, komşularımızdan biri ya da sokakta yürürken yanımızdan geçen bir adam, bir kadın olabilir hissiyatına sebep oluyor. Yerlerinde olmadığı için belki beli tutulmuş, belki boynu ağrımış, belki yüreği sıkışmış, belki zihni bulanmış ancak her seferinde bir arafta kalmış tüm kahramanlar bir şekilde yerini buluyor öykülerde. En azından, anlatıcı bunun için çabalıyor. Kitaptaki öykülerin yarısında kahramanlar yerini buldu, tamam diyebiliyoruz ancak on iki öykünün bir diğer yarısı kekremsi bir tat bırakıyor ağzımızda. Bu öykülerdeki kahramanlar tam olarak kurtuluşa ermiş değil. Öte yandan yine de bir kâbustan uyanıyorlar, uyku sersemi olsalar da en azından uyanmayı başardılar diyebiliyoruz onlar için de. Haliyle okuyucu olarak öykülerin tamamının son cümlelerini okuduğunuzda bir tamamlanmışlık duygusu ile rahatlama yaşıyorsunuz. Bu rahatlamanın en büyük sebeplerinden biri de yazarın bu sefer bazı öykülerinde başrol verdiği anti kahramanlar.

Kalk Yerine Yat kitabında, anlatıcı kimleri uyuyakaldığı rahatsız koltuklardan kaldırıp da kuş tüyü yataklarına yatırmaya gayret ediyor, kısaca değinelim. Kendine çocukken yapılmış ve bir ömür içini yiyen haksızlıkla yaşamak zorunda kalmış Besim Usta’nın ömrünün yetişkinlik yıllarında almayı başardığı zekice kurgulanmış intikamını, hayatında küçük yaşlardan itibaren yaşadığı tüm tersliklerin müsebbibini ismi olarak gören Cevriye Teyze’nin ellisinden sonra adını değiştirerek sahiden de feraha kavuşmasını, bir kış günü soğuktan titrerken maddi koşullarıyla asla alamayacağı bir paltonun sevdasına tutulan Sevgi’yi ve yaşadığı ikilemin çocukluğuna dayanan sebeplerini, kocası tarafından el üstünde tutulan Ayla Hanım’ı ve kızının kendi izin vermediği için geç de olsa kavuştuğu aşkını, bu vesile ile Ayla Hanım’ın büyük bir dertten kurtuluşunu, çocukluğundan itibaren sahip olduğu bir hastalık nedeniyle gürültüye dayanamayan Nasuh’un kendi sessizliğini bulmasını ve en önemlisi kendisini de ailesini de affedişini, dokuz defa evlenmiş ve boşanmış Rosetta’nın ve menajeri(!) Arif’in yaptıkları işe başlama sebebi olan kalp ağrılarını ve aynı işin o ağrıları nihayetinde dindirişini okurken çok açık bir şekilde öncesinde bahsettiğim o tamamlanmışlık duygusu sarıyor sizi.

Öte yandan geçmişin kağıt toplayıcısı, bugünün zengin patronu Selim’i ve onun iç dünyasından zerrece haberi olmayan ailesini, kiracısını adeta bir köleye çeviren Neriman Hanım’ı, yıllarca emek verdiği işinden emekli olunca hem evine sığamayan hem de kendini kenara atılmış hisseden Değerli Emekliler Derneği kurucu başkanı Süleyman Bey’i, sürekli şikayetleri için çevresinde dokunduğu herkesi telefonları ile taciz eden Cemile Hanım’ı, otorite sevdasının peşinden koşarken bu yolda ailesinde eşi ve kızı dahil, herkesi tek tek kaybeden albay kızı Habibe’yi, orta refüjde gül budayan, genç yaşta önce kardeşine sonra kendi çocuklarına annelik eden Seher’le kız kardeşinin hikâyelerini de okuyor ve bu kahramanların ya da bir şekilde olumsuz anlamda etkiledikleri çevrelerinin de uyanmalarını ve yerlerini bulmalarını diliyoruz.

Sanki hemen komşu sokağımızda yaşam mücadelesi veren, ekseriyetle kimsenin de farkında olmadığı insanlarımızı gerçekçi bir şekilde, son derece samimi ve sade bir anlatımla karşımıza getiriyor, muhatabımız kılıyor Şermin Yaşar. Bunu yaparken de okuyucusuna sanki bir kahve içip sohbet ediyormuşuz gibi aynı anda hem ironiyi hem hüznü çok başarılı bir şekilde aktarıyor.

Feyza Gönüler

18 Aralık 2021 Cumartesi

Bizi bize anlatan öyküler

Tarihi Hoşça Kal Lokantası, Şermin Yaşar’ın yirmi dokuz öyküden oluşan bir öykü kitabı. Yazarı ilk önce çocuk kitaplarıyla tanımış ve çocuklar için yazdıklarını çok kıymetli bulmuştum. Yetişkinler için yazdığı bu kitapta da kendimden bir şeyler bulup öykülerini beğenerek okudum.

Kitaptaki “Kaya Bakkaliyesi” adlı ilk öyküde şu cümleler dikkatimi çekiyor: “İnsan burada her aradığını bulabilir, bazen ne aradığını bilmeyen insanlar da gelir; ama onlar dahi aramadıkları şeylerin dışında, aslında aradıkları ama aradıklarını unuttukları bir şeyler alıp giderler.” Yazar burada bakkaldaki ürünlerden bahsediyor fakat cümlelere yoğunlaştıkça öyküden bağımsız olarak hayatla bağdaştırdım bu okuduklarımı. Dünya da insanların her aradıklarını bulabildikleri yerdir. Bazı insanlar vardır; hedefleri, istekleri, ne aradıkları bellidir. Öyle insanlar da vardır ki akışa kapılıp giderler, nereye gittikleri belli değildir. Fakat öyle ya da böyle bu dünyadan herkes payına düşeni alır. Hedefi için yeterince savaşan insan aradığını alır, bir hedefi bile olmayan insan ise payına düşene zaten razıdır. Öyküye dönecek olursak yazar öyküyü bitirirken söz konusu Kaya Bakkaliyesi’ne gelen herkesin “yine bekleriz” diyerek uğurlandığını söylüyor. Az önceki benzetmeyle ilişkilendirelim; biz bu dünyaya yine beklenecek olsak bile gelmek ister miyiz? Üzerinde günlerce düşünecek olsak bile sanırım bu soruya net bir cevap veremeyiz.

Kitabın ilerleyen sayfalarında “Kusura Bakma Dağları” adlı bir öyküye düşüyor yolumuz. Yazar kalp için kurduğu şu etkileyici cümlelerle giriş yapıyor öyküye: “Kalbim, tüm vücudum içerisinde, hassaten jeolojik bir öneme sahiptir. Şimdi şu çorak halini görünce insanın inanası gelmiyor tabii ama sizi temin ediyorum, buralar eskiden hep dutluktu. Öyle ki bakmaya doyamazdınız.” Bu cümlelerden sonra söz konusu kalbin yorulmuş, kırılmış ve yıpratılmış olduğu kanısına varıyoruz ve devam eden cümlelerde kalbi kıran kadar kalbin sahibinin de buna izin vermiş olduğu için kendisini suçlu hissettiğini görüyoruz: “Mal sahibi zamanında araziyi iş bilen bir müteahhide verseydi; o ağaçları yerinde bırakır, cevherin kadir kıymetini bilir, orayı öyle güzel imar ederdi ki rahmetli Tanpınar altıncı şehir diye kalbimi yazardı.” Bir yerde bir sorun, bir olmaz, bir çıkmaz varsa oradaki sorun asla tek taraflı değildir. Bu öyküde de gördüğümüz üzere kalbin kırılma mevzusu da aynı şekilde… Kalbi kıran zaten tartışmasız bir şekilde suçlu fakat o kalbin sahibi de buna izin verdiği için kusurlu. Hâl böyle olunca “sevdim” diyerek çıkmaya çalışıyoruz bazı meselelerin içinden, fakat yaptığımız her hataya sevgimizi şahit tutmak yerine mantığımızı da devreye sokarsak belki de olası kalp kırıklıklarından kendimizi korumuş oluruz. Çünkü bunca kusurdan sonra “kusura bakma” deyip işin içinden çıkacak kadar da “umursamaz” olabiliyor bazen kalbi kıran taraf. Her şeyin bu kadar kolay olmaması gerektiğini de şu cümlelerle anlatıyor yazar: “Beş dakika gecikince ‘kusura bakma’ dersin, birine kazara bir omuz geçirince dersin. Fakat insanın kalbini dağlayınca denir mi?” Ama diyorlar… İnsanı kırıklarla dolu bir kalple yapayalnız bırakıveriyorlar. Hatta hiç ardına bile bakmıyor bunu yapanlar. Yıllara, hatta bazen koca bir ömre mal oluyor belki de o hatalar. Bunu da ne güzel ifade ediyor Şermin Yaşar: “Yine de kusura bakmadım. Sadece kusura değil, kimselere bakmadım, kendime bakmadım, önüme bakmadım, arkama bakmadım… Ardından, ömrü billah kimseyle aynı yastığa baş koymamış, kimseye inanıp güvenememiş, suratsız ve depresif bir coğrafya öğretmeni olarak öylece kalakaldım.

Kestane Karası” başlıklı bir öyküyle karşılaşıyoruz kitabın sonlarına doğru. “En büyük umutsuzluk, neyi aradığını bilmeden aramak diye okumuştum bir yerlerde.” diyor yazar bu öyküde. Çağımızın en büyük sorunu, umutsuzluk… Yarından umudu olmayan pek çok insana rastlıyorum bir yerlerde ve bu durumu değiştirmek için elimizi taşın altına koymazsak çok daha büyük sorunlarla karşılaşacağız uzun vadede. Umudu çoğaltmalı ve etrafımıza yaymalıyız. Umut etmek için kendimize sebepler aramalı ve bulmalıyız. Evet, kötülüğün kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Fakat kötülerin varlığı kadar iyilerin çabasını da görüyoruz. Yağmur yağdığında “Yaşasın, susuz kalmayacağız!” diyen bir çocuğun masumiyeti, bu hayat için hâlâ umut etmemize yetebilir. Bir kitapta da arayabiliriz umudu, okuduğumuz bu öykü kitabında da bulabiliriz. Biz yeter ki isteyelim, umut etmekten hiç vazgeçmeyelim. Kitapları ve kelimeleri kendimize dost bilelim.

Bizden, içimizden, sokağa çıkıp biraz yürüsek rastlayacakmışız gibi hissettiğimiz kişilerin olduğu öykülerden oluşan bir kitap Tarihi Hoşça Kal Lokantası. “Umudunu kaybetme, yalnız değilsin, hepimiz benzer dertlerle sınanıyoruz.” diye fısıldıyor âdeta, okurlarının kulağına…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

21 Ocak 2021 Perşembe

Sıradan hayatların sıra dışı hikâyeleri

Okuma eylemi gerçekleşirken bazen kendimizden bazen çevremizdeki insanlardan birtakım izler görmek isteriz anlatılarda. Bu bizi öykülere, romanlara bağlayan en önemli araçlardan biridir. Tam da burada sanatçının gücü devreye girer; sıradan olanı sıra dışı hale getirip, belki de söylenmeye layık bulunmayanı kalem ile dile getirip önümüze servis etmek. Çoğu zaman başımıza gelen olayların bir öykü haline geleceğini düşünemeyiz ama biri çıkar, yaşananları size öyle bir anlatır ki bunun sizin yaşadığınız ya da şahit olduğunuz bir şey olduğuna inanamaz, şaşırır kalırsınız. İşte Şermin Yaşar bunu çok başarılı bir şekilde gerçekleştiren yazarlarımızdan birisi.

2020’nin son demlerinde raflarda yerini aldı Deli Tarla. İçinde on altı farklı öykü bulunuyor. Kitaba adını veren öykü aynı zamanda kitabın açılışını da yapıyor. Dördüncü kitabında da daha önceki kitaplarıyla benzer bir üslubu var yazarın. Bir yandan gülüyor, bir yandan ağlayabiliyorsunuz. Mizah, psikolojik ögeler, duygusal sahneler, antikahramanlar, iyiler ve kötüler, hepsi iç içe anlatılarda. Zaten girişteki cümlelerimin sebebi de bu. Son derece gündelik, olağan konuları işliyor aslında ama o konuları öyle güzel işliyor ki bir kere okurken aynı zamanda izliyor gibi bir hisse kapılıyorsunuz, hatta bu edilgenliğin dışında öykünün bir parçası oluveriyorsunuz, hayatlarımızın doğal akışında nasıl gülüp ağlayabiliyorsanız kitapta da benzer bir duygu geçişini deneyimliyorsunuz.

Öykü kitaplarında genel bir durumdur, bazı öyküleri çok seversiniz, bazılarını ise başarısız bulursunuz. Deli Tarla, o kitaplardan biri değil. On altı hikayenin on altısı da kendi içinde hem üslup hem olay örgüsü hem kullanılan teknikler açısından oldukça başarılı. Her bir öykü, okuyucuların şaşkınlıkla noktalayacağı bir son barındırıyor kendi içinde. Burada da şu eksik kalmış diyebileceğim tek öykü yok.

Başlıkları dahi çok güzel belirlenmiş bu on altı öyküye kısaca değinmek isterim. Deli Tarla, sıklıkla şahit olduğumuz kardeşler arası miras kavgalarına farklı bir bakış açısı getiriyor. Bu öyküde olayların ortasında üç kardeş tarafından da istenmeyen bir miras var. Mizahi yönüyle öne çıkan bu öykü gerçekten de öyle güçlü ki adını kitaba vermeyi hak ediyor. Adieu Hala, göçmen ailelerin çocuklarıyla yaşadıkları zorunlu ayrılıkların sonuçlarını anlatan, okuyucuyu hüzünlendiren bir hikaye. Bir Garip Külkedisi Masalı’nda zengin kız-fakir oğlan evliliğinin ortaya çıkarabileceği absürtlükleri görürken ve yine gülümserken, Cebimdeki Osman’da bir antikacının dükkanında bulunan, tuhaf bir hikayesi olan bir fotoğrafın peşinden gidiyoruz. Ama Böyle Olmadı öyküsünde yazar, anne ve babası olmayan, hormonel bir sorun nedeniyle dev halini alan Ramiz’in acı hikayesini anlatıyor bize. Çitile öyküsünde ise aşkın gücünü, aşk için insanların neleri sineye çekebileceklerini bir temizlik hastası kadın kahraman etrafında izliyoruz. Senden Çocuğum Olsun, kitaptaki mizahi yönü güçlü öykülerden biri, kaçarak evlenen iki aşığın ve etrafındaki herkesin çiftin ilk çocukları İlker ile olan imtihanını okuyoruz. Çıksın Halim, işsiz kalan bir üniversite mezunu gencin yaratıcılığını kullanarak nasıl bir patrona dönüştüğünü anlatıyor bize. Marş Marş, öyküsünde üşengeç ama gerçekten tam anlamıyla üşengeç bir adamın hayatını pratikleştirme çabaları sonucunda başına gelenlere şahit olurken, Geçinip Gidiyoruz İşte öyküsünde evlilikte anlayışın nasıl sağlanacağı konusunda mizahi bir yorum görüyoruz. Kamil’in Denizkızı, annesini küçük yaşta kaybeden bir adamın kendine çare için oluşturduğu savunma mekanizması anlatırken, Büyük İkramiye’de umutları çeşitli nedenlerle tükenen bir adamın yeniden ayağa kalkmasını ve mutlu sonunu okuyoruz. Seni Seviyorum, Nice Senelere Aşkım öyküsü içten içe travmaları olan bir anne ve eşin terörüne maruz kalmış bir koca ve çocuklarını, tesadüfen ortaya çıkan bir aldatmayı anlatan birkaç konuyu ve kahramanı aynı anda paralel irdeleyen bir anlatı. İki Elma, bir vazgeçiş, bir iç hesaplaşma anlatısıyken Dünya Ahiret Abimsin tesadüfen iyi olmuş bir adamın eğlenceli hikayesi. Son olarak, Muazzez ve Yelkovan Çetesi’nde terk edilen ve tabir-i caizse yavaş yavaş deliren bir adamla sonlanıyor kitap.

Öykülerin tamamına kısacık birer cümle ile değinmeye çalıştım okuyuculara fikir olması açısından. Özetlemek gerekirse, gündelik hayatta rastlayabileceğimiz aslında sıradan olayların bile bu denli ustalıkla ve yaratıcılıkla işlenmiş olması ve en başta da dile getirdiğim gibi sıradan olanı sıra dışı hale getirmesi açısından Deli Tarla çok başarılı bir öykü kitabı. Şermin Yaşar’ın okurken bir yandan duygulandırıp, belki gözlerinizi doldurup hemen arkasından sizi güldürebilecek dolu dolu, akıcı, yormayan üslubu da bu öykülere bambaşka bir lezzet katacak.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

10 Ocak 2021 Pazar

Her zaman gülmeyi başarabilen memleket insanları

Popüler ve kitapları çok satan yazarlardan mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştım, bundan birkaç sene önceye kadar. Daha sonra Şermin Yaşar’ın kitaplarıyla tanıştım. Doğan Cüceloğlu, yazarın bir kitabını öven tweet atmıştı. Ben de kısa süre içinde yazarın o zamana kadar yayımlanmış üç öykü kitabını da okudum. Deyim yerindeyse “bir çırpıda” okudum. Ve her “çok satan” yazardan uzak durulmaması gerektiğine karar verdim. Aynı zamanda iyi bir çocuk kitabı yazarı da olduğunu öğrendim Şermin Yaşar’ın öykülerinin, Türk Edebiyatı’nda sağlam bir noktada bulunduğunu fark ettim.

Tarihi Hoşça Kal Lokantası, Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu ve Gelirken Ekmek Al kitaplarından sonra yazarın dördüncü öykü kitabı, Deli Tarla ismiyle kasım ayında Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. İlk üç kitabındaki tarzın devam ettirildiğini gördüğümüz kitap, 16 öyküye sahip ve 190 sayfadan oluşuyor. Öykülerin birçoğunun ismi de yazarın diğer kitaplarındaki öyküler gibi gayet ilgi çekici ve okuru bir mizah şölenine ya da dramatik bir duruma davet ediyor: Senden Çocuğum Olsun İstiyorum, Geçinip Gidiyoruz İşte, Cebimdeki Osman…

Kitapta 4-5 sayfalık öyküler olduğu gibi 20-21 sayfalık öyküler de bulunuyor. Son söyleyeceklerimden birini şimdiden söylemek istiyorum. Orhan Pamuk nasıl ki kısa romanlarında seviyesinin altında kalıyorsa Şermin Yaşar da kısa öykülerde bildiğimiz yazarlık yeteneğini çok sergileyemiyor. Yazarın iyi diyebileceğimiz öykülerinin çoğunun on sayfa ve üzeri sayfadan oluşması, bence bu durumun tesadüf olmadığını gösteriyor.

İçinde en az 10-15 öykü barındıran kitaplarda her zaman ilk birkaç öyküye, özellikle de ilk öyküye dikkat ederim. Bu öykünün kitabın daima en iyi öykülerinden olmasını tercih ederim, çünkü okuru avucuna alması gerekir yazarın. Şermin Yaşar’ın kitaplarında ilk öykü her zaman kitabın da ismine sahip oluyor. Bu da Şermin Yaşar’ın aslında en sevdiği/güvendiği öykünün hangisi olduğunu gösteriyor bize. Bu kitapta da ilk öykü Deli Tarla ismine sahip ve kitabın belki de en iyi öyküsü. Kişiyi mükemmel gözlemlemesi ve karakterleri bütün özellikleriyle işlemesi açısından da son derece başarılı olan öykü hem komedi hem de dram özelliklerini taşıyor. Zaten Şermin Yaşar’ın öyküleri insanı ya kahkahaya boğuyor ya da duygusallığın zirvesinde dolandırıyor. Çok az öyküsü var yazarın, normal duygu seyrinde devam eden.

İlk öyküsünde derli toplu bir anlatım, başarılı bir son görüyoruz. Hem de “öyküde şurası açık kalmış” diyebileceğimiz noktaları yazar sağlam sosyolojik bir temele oturtmuş. Dört kardeşin ilginç bir miras meselesini anlatıyor öykü. Kardeşlerin, babalarından miras kalan bir tarlayı –ailede deli tarla olarak bilinen yeri- istememesiyle başlıyor hikâye. Evet istememesiyle. Genelde paylaşamamaktan çıkan miras kavgaları yazarın öyküsünde istememe üzerine kurulmuş: “Bu miras işleri zordur, kardeşler arasında illa anlaşmazlıklar çıkar, millet birbirini bıçaklamaya kadar vardırır işi, derlerdi de inanmazdım. Gerçi bizimki başkaydı. Millet en büyük hisse bende olsun diye uğraşır, biz kim daha az alacak diye didişiyorduk.

Deli Tarla, aynı zamanda kitabın en uzun öyküsü. Çocukluğunu veya gençliğini köyde geçirmiş, köy toplumunun içine karışmış kişiler için çok tanıdık karakterleri/olayları içeriyor. Ve yirmi sayfada inanılmaz duygu geçişlerine yer vermiş yazar. Önce komik bir öykü okuyacağız derken bir anda drama dönüyor, sonra yine bir es verip komedi unsurlarına geçiş yapıyor ve vurucu bir son darbeyle öyküyü bitiriyor. Okuru oradan oraya vuruyor adeta. Ölümün, aile ilişkilerinin, akrabalık durumlarının başarılı bir mizah ve dramayla işlendiği öyküde bazı rastlantılara yer verilse de bunlar hikâyeyi rayına oturtmak için kullanılmış, sırıtmıyor. Şermin Yaşar’ın imza öykülerinden biri Deli Tarla. Şermin Yaşar kimdir deseler, bu öykü onu anlatmaya yeter.

İkinci ve üçüncü öyküler de en az ilk öykü kadar başarılı ve çarpıcı. Biri dram diğeri mizah yönünden. İkinci öyküde (Adieu Hala) yazarın bildiğimiz şen şakraklığından sıyrılıp insanın içini buran, sızlatan bir anlatıma ve konuya geçtiğini görüyoruz. Göç olgusunun acı yönünü işleyen yazar, bu duruma geride kalan birey tarafından yaklaşmış. Anne ve babası Almanya’ya çalışmaya gidip orada ölen bir yaşlı kadının hep aynı noktada takılı kalmasını ve yeğeniyle geçirdiği bir ömrü işliyor öyküsünde yazar. İnsan psikolojisinin sınırlarını da görüyoruz. Üçüncü öyküde ise, ikinci öyküdeki ağır dramdan sonra insana kahkaha attıracak bir öyküye geçiş yapıyor okur: Bir Garip Külkedisi Masalı. Komik, yer yer ironik ve baş kahraman olarak Hallederiz Kadir'in olduğu bu öyküde Fikret’in çapkınlık öyküsünün hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlere vardığını görüyoruz. İlk üç öyküyü kitapta ayrı bir yere koyuyorum; çünkü insanı ve toplumu en iyi gözlemleyen öyküler bunlar olmuş kitapta. Ve en başarılı üç öykü diyebiliriz. Şermin Yaşar’ın duru anlatımının ve üslûbunun en seçkin örnekleri bu üç öykü. Bunlardan sonra biraz sendelemiş kitap.

Sonraki dört beş öykünün nitelik açısından biraz daha düştüğünü görüyoruz. Aynı zamanda öykülerin sayfa sayısı da azalmış. Yine mizahi anlatımın ve konuların ağırlıklı olduğunu görsek de dramatik öyküler var aralarda. Ancak yazar kitabın genelinde okura keyifli öyküler okutmayı seçmiş.

İki öyküye daha özel olarak değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Bunlardan biri Marş Marş diğeri ise İki Elma. Marş Marş mükemmel bir öykü. Modern bir Oblomov karakteri oluşturmuş yazar bu öyküde. Üşengeçliğin zirvesindeki karakterinin günlük on bin adım atma cezasına çarptırılma sürecini çok başarılı anlatmış. Mizahi dozu en yüksek öykülerden. İki Elma ise öykü olarak da harika ancak genişletilseydi çok başarılı bir novella çıkabilirdi ortaya. Kırk beş yaşındaki bir erkeğin annesiyle ilgili çocukluğundan getirdiği soru(n)ların evliliğinde ne gibi yıkımlara yol açabileceğinin işlendiği, psikolojik yönü çok ağır basan bir öykü. Karakterlerini özellikle ruhsal yönde çok iyi işlemiş yazar. Kitabın en iyi beş öyküsünden biri diyebilirim, keşke kısa bir roman olsaydı, bu hâli de çok iyi olmasına rağmen: “Bu yaştayım ve hâlâ annemi düşünüyorum. Hele şurada, İstanbul’daki yaşantımdan çok uzak olan bu köy evinde yalnız geçirdiğim her gece kapının açılıvermesini ve içeriye annemin girmesini istiyorum. Nasılsın Serdar, dese yeterli gelebilir. Ben ona yine iyiyim derim. İyi değilim ama öyle derim. Sonra ona ‘Anne beni niye böyle bir insan yaptın?’ diyebilmeyi çok isterim. Bu soruyu çok soruyorum hayalimde ve çok cevap veriyorum.

Gelelim bazı eksiklere. Bir kere Şermin Yaşar’ın en iyi kitabıyla karşı karşıya değiliz bu bir gerçek; ancak belki de duygu geçişlerinin en başarılı yapıldığı kitabıyla karşı karşıyayız. Duygusal, komik, heyecanlı ve hızlı bir kitap. Çok sağlam öyküler var, daha vasat öyküler var fakat kötü öykü yok kitapta. Bazı öykülerde “son” problemi var. Ya yazılan son o öykünün niteliğinde olmamış ya da öykü bıçakla kesilir gibi bitirilmiş. Fakat bu tür detaylara dikkat etmeyenler için keyifle okunabilecek bir kitap. Sadece ilk üç öyküsü için bile okunabilir Deli Tarla.

Şermin Yaşar iyi bir öykücü. Onun kitaplarının çok satması veya sosyal medyada oldukça aktif olması, nitelikli okurları yazarın kitaplarından uzaklaştırmasın. Memleketimizden insan manzaralarını daha iyi anlatan az öykücümüz var.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

25 Ocak 2018 Perşembe

Biz, güzel kaybedenler

Sevgili okurlar,

Daha çok biz annelerin, anne adaylarının, belki ana sınıfı öğretmenlerinin, belki de bir şekilde bir nedenle onu fark edenlerin okuduğu ve dilinden düşürmediği şahane insan Şermin Yaşar’ın son kitabı huzurlarınızda: Tarihi Hoşça Kal Lokantası. Yalnız bu sefer onu bildiğimiz Şermin gibi görmeyeceğiz, şimdiden söyleyeyim. Anneliğin kitabını yazmış, hem de bunu esprili, kendiyle zaman zaman dalga geçen, asla didaktik olmayan ama güzelliklerle paylaşan sevgili yazarımız bu sefer bizim için (yani yetişkinler için) bir öykü kitabı hazırlamış. Doğan Kitap’tan yakın zamanda çıktı, birçok kitapçı rafının baş köşesinde yerini buldu. Ne güzel oldu. İçinde tam 29 güzel öykü var. Hayallere dalıp komşu olabileceğiniz tam 29 dünya.

Kitabı alırken tereddütteydim. Şermin Yaşar yani bizim -benim- aslında tanıdığımız adıyla Oyuncu Anne nasıl bir öykü kitabı yazmış olabilir acaba? Hayal kırıklığı mı yaratacaktı yoksa “vay be bunu da başarmış o arı gibi çalışkan kadın” mı dedirtecekti? Dedirtti vallahi. Nefes almadan okuttu. Bazen ağlattı, bazen güldürdü, bazen hayal kurdurdu, bazen öfkelendirdi, bazen mutlu etti, bazen çocukluğuma götürdü ama nihayetinde “vay be” dedirtti bana.

Üslubu son derece akıcı olan kitapta bir öyküden diğerine geçmeden önce durup düşünmek için mola verme ihtiyacı hissediyorsunuz. Çünkü insanlık hallerini, anları öyle güzel resmediyor ki Yaşar, bulunduğunuz dünyanın gerçekliğinden koparıp alıyor sizi ve öykünün geçtiği mekâna ışınlayıveriyor. Kitaba başlarken “Kaya Bakkaliyesi” öyküsünde Şükrü Kaya’nın tezgâh altı kolonya şişesiyken, biraz daha ilerleyince “Tarihi Hoşça Kal Lokantası”nda sucuklu yumurta oluveriyorsunuz.

Anlatılara genel olarak baktığımda bir Sait Faik Abasıyanık tadı aldım diyebilirim konuları bağlamında. Neden derseniz, anı hissettiren, insanın iç dünyasına, mekanın ruhuna dokunan öyküler bunlar genelde. Birçoğunda girizgâhta pat diye anlatının içine düşüveriyorsunuz, sonra flashback tekniğiyle neden, nasıl, ne zaman sorularının cevabını buluyorsunuz? Dünle bugün arasında bir beşik misali sallıyor sizi kelimeler. Bu demek değil ki öyküleri okurken merak duygusunu hissetmiyorsunuz. Tam aksine o pat diye girdiğiniz girişte öyle bir detay yakalıyor ki o konunun mazisine inme ihtiyacı hissediyorsunuz. Diyebilirim ki giriş bölümü aslen bir düğümlenme ile başlıyor ve öyküde ilerledikçe çözüme kavuşarak tatmin oluyorsunuz. İşte o çözüm bölümlerinde yine bir “vay be” dedirtmeyi başarıyor anlatıcı.

Ben bu yazımda tek tek tüm öykülere değinemedim elbette. Genel bir tanıtma amacıyla sizlere kitabın “kesinlikle okumalıyım” listenize girebileceğini anlatmaya çalıştım. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bazen bir hikaye kitabı alırsınız; içinde harika öyküler, güzel öyküler, sıradan öyküler ve vasat öyküler olur. Bir istisna olarak Tarihi Hoşça Kal Lokantası’nda tüm öykülerin tadı damağımda kaldı. Tamamı ince ince nakış gibi işlenmiş. Bir kelimenin yerini oynatsanız o dünya yıkılıp gidecek gibi. İşte usta kalemini böyle kusursuz bir şekilde kullanmış Şermin Yaşar.

Kitabın kapağında Tarihi Hoşça Kal Lokantası altında küçük bir motto var: “kaybetmek bizim işimizdir”. Bence bu bir davet. Bu, çok ince bir zekanın ürünü üzerinde çalışılmış bir davet. Bu, açık bir davet. Çünkü insan olarak hepimizin kaybetmekten daha güzel yaptığımız neyimiz var ki? O zaman, nâmağlup kaybedenler olarak mutlaka okuma listenizin bir yerine kaydedin hemen.

Şimdiden keyifli okumalar dilerim.

Bu vesileyle Şermin’ciğim Yaşar’cığımı tebrik eder, kendisine sevgilerimi iletirim.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler