İlber Ortaylı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlber Ortaylı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Aralık 2019 Cuma

Tadına doyulmaz bir İstanbul derlemesi

"Övünmekten çok, omuzlara ağırlık yükleyen bir sorumluluk duymak gerek. Herkesin dilinde ayrı isim, ayrı renkte menkıbelerde yaşayan böyle bir şehir, evrensel bir sorumluluk yükler sahiplerine; bunu düşünebilenin Boğaz rüzgârlarının bile bastıramayacağı kadar ter dökeceği açık."

İstanbul'a dair bu memleketin şairi, yazarı, seyyahı, memuru, sufisi ayrı dil dökmüştür. Herkes gönül hanesinden süzülen ve kendi dünya tasavvurunun biçtiği ölçüde İstanbul'u anlatmış, kimi zaman hüzünle kimi zaman neşeyle bu güzide şehrin yaşayışına can, yoluna yoldaş olmaya çalışmıştır. Hiç şüphe yok ki bu işi en iyi yapanlar da tarihçilerdir. Özellikle tarih dışında birçok disiplinle hususi olarak ilgilenen tarihçilerin yazdığı İstanbul kitapları son derece lezzetli bir okuma yapmaya, başka kitaplara ve yazarlara, hatta yaşam biçimlerine dair merak duymaya da vesile olmuştur.

İlk baskısını 1987 yılında yapmış bir kitap İstanbul'dan Sayfalar. Otuz yılı aşmış olsa da her sayfasında ayrı bir güncellik yakalamak mümkün. İlber Ortaylı, Alkım Yayınları'nın neşrettiği dokuzuncu baskı (Kasım 2006) için yazdığı önsözünde "Hiç şüphesiz ki İstanbul için yazılan ilk kitap bu değil, sonuncusu da bu olmayacaktır. Hatta yazar açısından da bu böyledir." diyerek İstanbul'u ve onun tarihini okumayı sevenleri müjdelemişti. Kendisinin hem gazetedeki köşesinde hem de televizyon programlarında sık sık yaptığı bir şeydir İstanbul'a dair konuşmak. Sebebini şu cümleleriyle aktarsak hata etmeyiz: "İstanbul Türklerin mülküdür, Türkiye’nin ikinci başkentidir, ama bütün insanlığın zenginliğidir. Bu iki bin yıllık dünya metropolünü gözümüz gibi sakınmalıyız."

Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun fermanlarında ve kayıtlarında “Be makam-ı Konstantiniyye el-mahmiyye" diye geçermiş İstanbul. Ortaylı, son döneme kadar basılan bazı kitapların ilk sayfasında da "Konstantiniyye ... Matbaası" künyesi olduğunu, ayrıca Osmanlıların Büyük Konstantin’in kurduğu bu dünya başkentine sahip olmaktan daima gurur duyduklarını hatırlatıyor evvela. İsim konusunda şu paragraf da son derece önemli: "İsimleri çoktu büyük şehrin; Âsitâne, Deraliyye, Dârü’l-hilâfeti’l- aliyye, Dârü’s-saâdet veya Dersaâdet (saadet evi/saadet kapısı), İslambol gibi... İstanbul “stinpolis/şehre doğru” deyiminden gelir. Nedense Konstantinopol isminden bucak bucak kaçanlar, bu kelimeyi Türkçe sanırlar. 15. yüzyıldan beri şehre gelen seyyahlar onun düzineyle ismini saymadan edemezler; Byzantion, Nea Roma gibi... Slavlar Tsarigrad der. Balkanlar’da hâlâ böyle, “çar şehri” ismiyle yaşar. İsmi çok, eseri çok, uzun geçmişi şanlı bir şehirdir İstanbul..."

Ortaylı, henüz 1984'te yazdığı bir yazıda şehrin büyüdükçe kirlenmenin de büyüdüğünü yazmış. Özellikle Haliç ve çevresinin kirlenme konusunda en dikkat edilmesi gereken yer olduğuna dikkatleri çekmiş. Nüfusun artmasıyla çoğalan yapılara rağmen 'akıllı'ların seferber olmamasına ve önlemler alınmamasına dair "acaba bu şeyler, bin yıllık dünya başkentinde kıyamet alameti mi?" diye sormuş. İşte buna tarihçi sezgisi deniyor. Zira yaşadığımız zamanlarda, İstanbul'un başına gelmemiş bela kalmamışken hâlâ ciddi değişiklikler ve keskin kararlar alınmaması, bu şehrin sorununun sadece toplu taşımaymış gibi gösterilmesi bile bir felaketin kapıda olduğunu gösteriyor. Allah şehrimizi ve oranın sakinlerini korusun.

İstanbul'dan Sayfalar şehrin tarihi dokusunu anlatırken aynı zamanda rehberliğini de yapıyor. Ancak bu rehberlik takdir edersiniz ki günümüzün basmakalıp bilgileriyle yapılan rehberliği gibi değil. İstanbulluların dilinden mezarlıklara, kahvehane sohbetlerinden eski İstanbul evlerine, meydanlarından ulema semtlerine, Bizans'tan Osmanlı'ya kalmış miraslarına, sokaklarından aydın portrelerine varıncaya dek Bâbıâli'ye, Pera'dan Tarlabaşı'na, Fener'den Balat'a, Eyüp'ten Kumkapı'ya, Gümüşsuyu'dan Taksim'e uzanan ve tadına doyum olmayan bir yolculuk saklı kitapta. Özellikle "İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet Vilayetine" başlıklı yazı, 1920'ler İstanbul'unu keşfetmek için bol not aldıran bir bölüm. Okudukça yaşanmamış o günlere hasret duymamak da mümkün değil elbette: "Şehrin hemen her tarafında denize girilir ve İstanbul’un her semtinin çocukları yüzmeyi İstanbul’da öğrenirdi. Langa bostanlarının hıyarı, Yedikule’nin marulu, Arnavutköy’ün çilekleri İstanbulluların anılarında değil, zenbillerinde taşınmaktaydı henüz. Ama İstanbul’da hayat gene zordu, asırlardan beri de zor olmuştur. Ulaşım zordu. Aksaray’dan Çengelköy’e giden ancak ertesi gün evine gelir, ziyaretler yatıya diye yapılırdı. Et ekmek derttir. Sular gürül gürül akmaz, hele Pera’nın apartmanları su kesintisine başından beri alışıktır. Çeşmelerden akan suları kana kana içilebilen mahalleler pek azdır. Gözler hep mahalle sakasının getirdiği iyi çeşme suyundadır."

Eski(mez) İstanbul'da deniz ulaşımının nasıl yapıldığını, tramvayın neden İstanbul'un 'asalet beratı' olduğunu, şehrin beslenme ihtiyacının karşılanma yöntemlerini, İstanbul halkının ramazanı nasıl yaşadığını, hepsi olsa da hangi kütüphanelerin çok mühim olduğunu ve kitapseverlerin türlü mücadelelerini, İstanbul'un meyhanelerindeki eğlence biçimlerini, dilencilerden levantenlere günlük yaşamın her yönüne eğilmiş İlber Ortaylı. İstisnasız her yazıda geleneğin insan hayatında nasıl rol oynadığının altını çizmiş. Mesela İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne dair yazdığı bir yazıda, müzenin ardındaki 'koruyucu' geleneği de işaret etmiş: "Osmanlı arkeolojisi ve müzeciliği Osman Hamdi Bey’le uluslararası saygınlığa ulaştı. O 1881’de müzenin başına geçti. 1882’de kaçakçılığı önleyen sert hükümlerle donatılmış Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’ni çıkarttırdı. Bugünkü Eski Şark Eserleri Müzesi’nin olduğu yerde ilk Güzel Sanatlar Okulu’nu da o kurdu. Sayda kazılarında ünlü krallar mezarını buldu ve müze dünyaca ünlü lahitlerle bezendi. Aynı yıl bu kazının raporuyla Osmanlı arkeolojisi beynelmilel literatürde yerini aldı. Haziran 1891’de de bugünkü Arkeoloji Müzesi açıldı. Mimar Vallaury binayı, müzedeki ünlü Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin motiflerini ve üslubunu izleyen bir projeye göre yapmıştı."

Zannedilmesin ki kitap sadece mazi sayfalarında gezinip günümüz sorunlarına değinmiyor. Tam aksine, hemen hemen her yazıda İlber hoca önem verilmesi gereken mevzuları, en uygun dille aktarıyor. Kimi zaman uyarıyor kimi zaman öğüt veriyor. Bu şehir için şikayet etmek sadece hocaların ve görevlilerin değil, hepimizin hakkı. Ortaylı'nın da okuyucudan istediği bu. Özellikle "Biz eski İstanbulluyuz" diyenlerin İstanbul'un nereye gittiğinden haberdar bile olmadığını söylerken, İstanbul'un güzelliğini herkesin zaten bildiğini fakat özellikle son yıllarda 'Güzel İstanbul' sözünün "gün geçtikçe çirkinleştirilen İstanbul’u âdeta alaya alan anlamsız bir tekerleme" hâline geldiğini de önemle hatırlatıyor. İstanbul güzeldir şüphesiz ama hep güzel kalacağına dair elimizde bir teminat da yok. Hocanın "Başka İstanbul Yok" başlıklı yazısı da güzelliğin baki olması için herkesi sorumluluk almaya davet ediyor: "İstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve tarihî mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiçbir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmamalıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tartışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu şehre layık hemşehriler ve İstanbul’un bulunduğu ülkeye sahip yurttaşlar olacağız demektir."

İstanbul'dan Sayfalar, hakikaten de ismi gibi bir kitap. Bu güzide ve korunmaya muhtaç olan ulu şehrin her yönüyle ve her fırsatta yeniden düşünülmesi gerektiğine dikkat çeken, hüzünlendirdiği kadar mücadele şevki de veren bir eser. Kitabın kaynakçasının da bu yönde okumalar yapmayı sevenler için oldukça faydalı olacağını belirtirken, İlber Ortaylı hocaya yeni İstanbul kitapları için bereketli ve hayırlı ömürler diliyoruz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Aralık 2018 Pazartesi

İlber Ortaylı'nın gözünden Türkiye'nin yakın tarihi

Türkiye'nin Yakın Tarihi, Mart 2018'de Kronik Kitap'tan çıktı. İlber Ortaylı hoca 5 ayrı başlıkta Türkiye'nin yakın tarihini ustalıkla mercek altına alıyor:

1- Anayasa Tarihimiz
‎2- Yakın Tarihimiz Üzerine Notlar
‎3- Türkiye'nin Dış Politikası
‎4- Tarihten Miraslar
‎5- Eğitim Sistemimiz

İlk bölümü bir hukuk tarihi incelemesi olarak da okuyabiliriz. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminin toplumsal ve siyasal alandaki sancılarını ve arka planda sosyal reaksiyonlarını bu kitapta zihnimize kazıma imkanı buluyoruz. Batılı devletlerin, Rusya'nın ve Osmanlı'nın 19. yüzyıl ekseninde anayasal değişimleri mukayeseli olarak ele alınıp inceleniyor. İlk meşrutî idarenin oluşumu ve toplumsal karşılığı üzerine eğilip hiçbir yerde duymadığımız bir anekdotu da ayrıca paylaşıyor yazar.

"Reis Ahmet Vefik Paşa valiliklerinden edindiği hoyrat bir üslupla meclisi yönetiyordu. "Söyledik ya, bu böyle olacak." gibi cevaplarla söz kesiyordu, hatta bir Rum milletvekilini "Otur yerine eşek herif" diye haşladı."

I. Meşrutiyet'in oluştuğu dönemde milletvekillerinin içinde Türkçe bilmeyenlerin dahi olduğuna değinen İlber Ortaylı, bu manzaraları ortaya koyarak çağdaşlaşma başlangıcının zorluklarını ve bugün hayretle karşıladığımız acemiliklerini gözler önüne seriyor.

24, 61 ve 82 anayasalarının getirisi ve götürüsü ile de ele alındığı bu bölümde yazılanları kavrayabilmekte geniş okur kitleleri zannediyorum güçlük çekmeyecektir. Hukuk gibi teknik donanım gerektiren bir alanda, teknik detaylara boğulmadan yapılan aktarımlardaki dil işçiliğini de ayrıca takdir etmemiz gerekiyor.

Ortaylı'nın okuru yoran kuru tarih aktarımından oldukça uzakta kalan, yer yer tebessüm ettiren magazinsel bir üslubu da var. Fakat bu magazinsel oluşun altında dayanağı olmayan ifadeleri değil tarihsel realite ile uyumlu yaklaşımları görüyoruz.

"Aslında çok partili siyasi hayata DP'den evvel Nuri Demirağ'ın kurduğu Milli Kalkınma Partisi ile girdik. Bu parti Demirağ Korusu'ndaki halka açık kuzu ziyafetleri ile birlikte düzenlenen propaganda toplantıları dolayısıyla "kuzu partisi" diye adlandırıldı."

İçerde yaşanan bazı siyasi hadiselerin bir başka ülkede de benzerlerinin yaşandığı ifade edilerek, okura geniş perspektiften bir tarih okuması yapma imkanı da tanınıyor aynı zamanda.

"Daha birkaç hafta evvel birbirleriyle meydan muharebesi yapan liderler, birlikte durum muhakemesi yaptılar. Bu tip siyasi hapishane arkadaşlıkları geleceğin inşasında olumlu rol oynar. Nitekim benzetmek gibi olmasın, Avusturya'nın sosyalistleri ve merkez muhafazakarları, Nazi döneminde geçirdikleri hapishane yıllarında; geleceği daha kolay inşa edebilecek hareket tarzını benimsemişlerdi."

Gündemimizi yer yer işgal eden, üzerinde çokça kalem oynatılan güncel tartışmalara ise yazar, romantik değil teknik, rasyonel veriler ve konjonktürel gerçekler ışığında bir yerinden dahil oluyor.

"Hilafetin bu asırda restore edilmesi mümkün mü? Şüphesiz hayır. Bu kadar çok milli devletin, liderlik iddiasının ve maalesef mezhep çatışmalarının dorukta olduğu İslam dünyasında bu kurumun ihya edilmesi mümkün değildir. Bir yerde herkes kendinin halifesidir. Hilafetin kime nasıl geçeceği konusunda da sarih hüküm yoktur. Hilafet iktidar ister. Cihanşümul iktidar Osmanlı ile tarihe karışmıştır."

Okur yer yer milliyetçi reflekslerle dile getirilmiş kısımlarla karşılaşsa da, bunun kuru fanatizme yaslanan bir milliyetçi tavır olmadığını hemen fark edecektir. Gerçeklikle kurulan ilgi ve ciddiyet düşünüldüğünde, oldukça kıymetli değerlendirmelerdir bunlar. Çeşitli toplum kesimlerinin günden güne aşağılık kompleksine kapıldığı günümüzde, kendi devlet ve millet geleneğine özgüvenle yaklaşan entelektüellere ihtiyacımız var elbette.

"Bu ülkede 60 yıllık kesintisiz seçim yapıldı. Hatta darbelere, anayasa değişikliklerine rağmen seçim dönemleri pek aşılmadı ve Türk halkı usulüne uygun rey vermeyi alışkanlık edindi. Adil seçimin çoğu ülkede bir problem olduğu ve seçimlerin beynelmilel gözlem konusu haline geldiğini unutmayalım."

"Ne olursa olsun, bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca sorun olan kanuni ve sağlıklı seçim icrası Türk demokrasisi için büyük bir sorun değildir. Türkiye bazılarının küçümsediği sandık demokrasisini başından beri götürebilmiştir."

İlber Ortaylı'nın 1947'de doğmuş olması aynı zamanda kendisini yakın tarihimizin tanığı haline de getiriyor. O kadar ki 6-7 Eylül olaylarını, bizzat o günleri yaşamış olan yazardan dinleme imkanı buluyoruz. Eser bir anda anı niteliğini de kazanmaya başlıyor burada.

"Hatırladığım ilk olay Yeşilköy'deki şarküterinin encamıydı. Dükkan darmadağındı, havyarlar saçılmıştı; yağmacılar garip peynirleri tatmadan dağıtmışlardı, anlaşılan tahin helvası ile beyaz peynir aramışlardı."

Eserin ilerleyen bölümlerinde, İtalya ile olan diplomatik ilişkilerimizin tarihi ele alınırken birdenbire kendimizi etimolojik tespitlerin içinde buluyoruz. Bu durumu Ortaylı'nın entelektüel yelpazesinin genişliğiyle açıklıyorum ben.

"Gemicilik terimleri dışında, İstanbul ve İzmir argosu da İtalyanca deyimlerle doludur; "mantenuta" (kapatma-metres) karşılığı olarak "montinata" veya "manita" diye geçer. "Alırım façanı aşağı" diyen adamların bu kelimenin "faccia"den geldiğini bildiklerini sanmayız. "Bu işin raconu böyledir" diyenler, "racon" kelimesinin İtalyanca "raggione"den geldiğini belki bilmezler."

Son olarak Hoca'nın mimariye ve imara dönük eleştiri ve yaklaşımlarını görüyoruz.

"Şam ve Halep'in nüfusu da Ankara ve İstanbul gibi 10 misli artmasına rağmen ne gökdelenler şehri boğuyor, ne eski yapıların yerini briket binalar istila etmiş, ne de yeşillik alanlara kaçak yapılar dikiliyor. Zaten yeşillik alan Suriye'de bütün Ortadoğu şehirleri gibi en son düşünülen şey ama İstanbul'un hele Bahreyn'in imar gaddarlığı buralara çok uzak."

Aslında toplumun her ferdinin neoliberal mimariye duyduğu öfkenin dile getirilmesi bu. Metropollerdeki yapılaşmanın çarpıklığı, son dönemde Türk aydınını halkla uzlaştırdı bir bakıma.

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

19 Ocak 2017 Perşembe

Büyük tarihçinin rehberliğinde coğrafî keşifler

Kimileri okur öğrenir, kimileri gezer öğrenir, kimileri de hem okuyup hem gezerek öğrenir... Uzun zamandır cevabı bulunamayan bir sorudur, çok gezenin mi çok okuyanın mı bildiği. Ülkemiz coğrafyasında gezip görülecek yerlerin azalması tefekkür kaybına da sebebiyet verdiğinden, insanları yine okumak kurtaracak gibi görünüyor. Yine de tefekkür için şartları zorlamak, akıntıya karşı koymak gerekiyor. Bunun için hem okuyup hem gezmek biraz lüks gibi görünse de bazı alışkanlıklardan fedakârlık yapılarak bu zevki tatmak mümkün. Hem okuma hem görme zevkini.

İlber Ortaylı, zevk sahibi bir tarihçimiz. Tercihlerini kendi yapmış, sürüyle gezmektense kurtlarla kapışmayı tercih etmiş, genç yaşlarından itibaren dünya işlerini fazla umursamadan yollara düşmüş. Bir küçük bavul, not defteri, gezi rehberleri ve elbette kitaplar. Çoğu zaman bir kitapla gidip yüz kitapla dönmüş. Buradan çıkan ilginç bir netice var: "Muhibban-ı kütüb" insanların nezdinde gezmek, yeni okumalar için bir keşif imkânı sunuyor. İşte, tarihçiliğinin yanına gururla seyyahlığını da yazmamız gereken Ortaylı hoca, 50 yıl boyunca arşınladığı memleketlere dair öz bilgilerle, meyve veren dallardan diğer meyve veren dallara atlayan üslubuyla; okuyucuyu koluna girmeye davet ediyor. 'Hem oku hem gez' diyor, bu dünya kimseye kalmaz.

Kronik Kitap tarafından neşredilen 280 sayfalık İlber Ortaylı Seyahatnamesi, Suriye'den başlıyor. Rotası şöyle: Ürdün, İsrail, İran, Azerbaycan, Rusya, Kırım, Özbekistan, Tuna, Bosna, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Macaristan, Romanya, Eski Avusturya, Yunanistan, İtalya, Roma, Venedik, Malta, İspanya, Portekiz, Litvanya, Estonya, İsveç, Hindistan, Japonya, Singapur. Kitabın son sayfalarında ise "Müzeler Dünyasından" başlığıyla Louvre, British Museum ve Çarların Sarayı Ermitaj Müzesi üzerine yazılar yer alıyor.

İlber Ortaylı kitabını takdim ederken dil, tarih ve coğrafyanın beşeriyetin macerasını kavramak açısından son derece önemli dallar olduğunu belirtiyor ve şöyle devam ediyor: "Gezilerimiz sırasında bir ülkede asıl dikkat etmemiz ve bilmemiz gereken alan beşeri coğrafya ve tarihidir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya bize göre merkezdir. Fakat bu “bize göre”lik, tarihî olayların beşeri maceranın akışına bakarsak, insanın nesnel varlığına ve macerasına da yakındır. Türkiye gibi önemli bir coğrafyayı ve tarih alanını öğrenmek için onun kuzeyindeki Güney Rusya ve Kafkasya, doğusundaki İran ve Hindistan, güneyindeki Suriye, Filistin ve Mezopotamya’nın yanı sıra Balkanları ve Akdeniz ülkelerini anlamak da kaçınılmazdır."

İlber hocanın Suriye üzerine notlarında, günümüze değinen yaklaşımları oldukça önemli. "Asıl önemlisi bizler Türkiye tarihini öğrenirken Suriye-Lübnan- Filistin çizgisini ihmal edemeyiz. Buraları tanımayan, bilmeyen bir gençliğin, bırakınız uzak tarihi, çok yakındaki Türkiye tarihini bile anlayıp kavraması mümkün değildir." diyor hoca. Maalesef günümüzde coğrafi bilgi konusunda büyük sıkıntılar yaşıyoruz, harita bilmiyoruz. Sadece kendimizi merkeze alarak yaptığımız coğrafi yorumlar havada kalıyor, ayakları yere basmıyor. Bu da hem teorik hem de pratik açıdan kavram boşluğu oluşturuyor. Oysa kavramları netleştiremeden, kendimizi açıklamamız da mümkün değil.

"Bizim diplomalılar tarih ve coğrafyada yavan" diyor Ortaylı, İran'ı anlatırken. Onun mukayeseli yaklaşımları, okuma genişliği sağlıyor: "Üst sınıf politikacıların arasında da sözü sohbeti yerinde insan bir hayli fazladır. Arşiv ve kütüphaneler düzgündür; ayrıca teessüfle bildirelim ki İran Hariciye Vezareti arşivlerinin düzeni ve neşriyatı bizim Dışişleri Arşivi ile mukayese kabul etmez. Demir-çelik, sanayi, mühendislik dallarında patlama yapan Türkiye’nin diplomalılarının tarih, coğrafya ve edebiyat dalındaki yavanlığı, maddi zenginliklerimizin geleceği için de bir tehlikedir. Zira kimliğini inşa edemeyen aydının toplumunu da nerelere götüreceği belli değildir."

Hocanın Tebriz detayı da oldukça mühim: "Türkçenin nelere kadir olduğunu Tebriz aydınları arasında anlıyorsunuz. Unuttuğumuz dil, unuttuğumuz müzik ve etrafa bakma sanatı Tebriz’de. Ara sıra Türkçe konuşulan dünyanın merkezlerini görmek lazım ama bakmayı ve dinlemeyi bilmek şartıyla."

Bizim yakın ve uzak coğrafya olarak tanımladığımız ülkelerle şehirler, hocaya göre bizimle doğrudan irtibatlı yerler. Dolayısıyla bakışımızı netleştirmeli, daha geniş bir perspektifle tarih okumaları yapmaktan çekinmemeliyiz. Diğer ülkeleri yalnız genel kültür icabı değil, kendi tarihimize ve geleceğimize katkı sunması açısından da öğrenmeliyiz. Hiç şüphe yok ki bu öğrenim, bizi daha farklı, daha çok boyutlu düşüncelere götürecek.

Unutmadan, Kronik Kitap tarafından neşredilen İlber Ortaylı Seyahatnamesi'nde, her okuyucuya özel bir kartpostal da var. Bu kartpostallar okuyucu da yeni yerler görme duygusunu harekete geçirecektir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Kasım 2016 Çarşamba

Hukuk ve idare adamı olarak Osmanlı Devleti'nde kadı

Kadılık müessesesi yalnız Osmanlı Devleti tarihinin değil, esasen İslâm tarihi ve Roma tarihini de ilgilendiren bir konudur. Keza Osmanlı devlet yapısındaki bazı kurumlar, Roma devlet yapısından tezahür eder, bir takım küçük farklılıklarla devamı sağlanır. Kadılık da böyle bir kurumdur. Arapça kaf ve dad harflerinden oluşan (kada) yargılama kelimesinden türer ve yargıç anlamına gelir. Dünya üzerinde devlet ve insanlar arasındaki terazinin işleyişi için adalet ne kadar elzemse, yargıç da o kadar elzemdir.

Kadının görev alan(lar)ını İlber Ortaylı şöyle özetliyor: "Osmanlı’da kadı, bir mahkeme yargıcı olduğu kadar aynı zamanda bir noter, şehirdeki vakıfların müfettişi ve tabii ki belediye reisidir. Aynı zamanda, şehrin asayişini yürütmekle görevli zabitleri, subaşı, asesbaşı gibi görevlileri denetler, onların amiridir. Çarşı ve esnafın kontrolünü yapan muhtesip dediğimiz memurlar da ona bağlıdır. Burada çok ilginç bir görev birliği olmakla birlikte, bu durum diğer imparatorluklarda da aynı şekildedir. Eski Roma’da ve Bizans’ta şehri yöneten kişiye eparh denir. Bu eparha bağlı agoranomos yani pazar düzenini sağlayan adam da tıpkı bizim İslam devletlerindeki muhtesip gibidir. Osmanlı İmparatorluğu, son Roma İmparatorluğu olarak bütün Akdeniz’in hayatında çok geniş bir coğrafyada önemli ölçekte bir merkezî idare kurduğunu ön planda böyle bir memuriyetle gösterir."

Görüldüğü gibi çok ciddi bir kapsama alanı var kadıların. Bu onları ne kadar saygın bir statüye oturtsa da Osmanlı adalet düzeninde statü, yapılan işin niteliği yanında bir hiçtir. Kadı görevini doğru işler için kullanmaz ve layıkıyla yerine getiremezse, bir başka kadı onu görevinden alır ve yeniden kadılık yapması imkânsız hâle gelir. Teftiş, sorumluluk ve güven; şüphesiz Osmanlı adalet mekanizmasının belirli asırlar boyunca en kuvvetli üçlüsünü oluşturmuştur. Kadıların görev sürecine dair İlber hoca şunları belirtiyor: "Genç bir kadı Anadolu’da veya Rumeli’de seçtiği rütbeye göre küçük bir kazada görevine başlar. Bu ne demektir? Mahkemeye gelen harçlardan kendi maaşını alacaktır, yoksa orada oturup mahkemenin tüm gelirini kendisine alması söz konusu değildir. Zamanla terfi ederek dolaşır ve bir yerde iki seneden fazla kalamaz. Çünkü mahallî halkla yüz göz olacağı düşünülür. Bir yerde kale varsa ki umumiyetle vardır, kalenin içindeki kale erlerinin ve başlarındaki kale dizdarının görevini yapıp yapmadığını o bölgenin askerî komutanı olan sancakbeyi veya beylerbeyi değil kadı denetler. Bu çok önemli bir görevdir. Kadıları teftiş için başka kadılar görevlendirilir. Daha da önemlisi, kadılar bazı hallerde ahalinin önüne düşerek merkeze dilekçe verebilirler. Çünkü şeriata göre kadı merkezî devletin bir memuru olduğu kadar aynı zamanda idare edilen ahalinin, bilhassa Müslüman ahalinin temsilcisidir. Bu çok önemli bir noktadır ve mahkemede tek hakim esası caridir."

Kadıların mülkî görevlerinde ona yardımcı olanları şöyle sıralayabiliriz; subaşı, yasakçılar (asesler), kale dizdarları, muhtesib (ve dolayısıyla narh işlemi). Bunca yardımcı olan kuruma rağmen kadıların bizzat teftiş ettikleri meseleler de var. Yine kitaptan ve hocadan gidelim: "Osmanlı kadısının en önemli bir görevi de büyük şehirlere taşradan sevk edilen, koyun (et ihtiyacı için) tahıl ve hatta üzüm ve harp için gerekli stratejik maddelerin kaçakçılık konusu olması, yabancı tüccara devredilmemesidir. Bu nedenle merkezden sıkça gelen fermanlar istekleri ve pazar noktalarının denetimini kadıya emretmekteydi. Örnekler sayısızdır. Rumeli’nin sağ ve sol kolu (yani kuzey ve güney yolu ögesi) kadıları İstanbul’a koyun gönderilmesi hakkında bir divan-ı hümayun hükmü (BA, Mühimme 3, selh-i Muharrem 967/1 Kasım 1559, hüküm 479) veya İstanbul’dan Boğaz Hisarı’na varan bütün kadılara, “deryada küffâr-ı hâksâra tereke verilmemesi”, yani ecnebi gemilere tahıl devredilmemesi hususuna dikkat edilmesi hakkında hüküm (Rodoscuk Şer‘iyye Sicili, Nr. 1511, s. 83, evâil-i CA 958/Mayıs 1551 ortası)."

Elbette kadıların mülkî dışında malî görevleri de mevcut. Bu görevler arasında askerî ihtiyaçları karşılamak (yol, köprü, su), civar köylerden orduya mal sevkiyatı, şehrin altyapısı ve tesisleri, vakıf kontrolleri ve vakıf mütevellilerini azletme yetkisi, medreselerin kontrolü, müderrislerin tayini ve azli, kaynak temini, iaşe kıtlığı gibi durumların giderilmesi sayılabilir. Burada, en başta değindiğim gibi İslâm devletlerinden miras kalmış bir kadı görevini hocadan okuyalım: "Esasen vakıf, medrese gibi kurumlar üzerinde kadı’nın otoriter kontrolü daha eski devirlere kadar uzanmaktadır. Kadılar Memlûk Devleti’nde de vakıf gelirleri ve mali meseleler kadar, şehrin mektepleri ve mali idarelerinden sorumlu idiler."

Kronik Kitap, ülkemizde tarih alanında yepyeni, ciddi ve titiz bir yayınevi olarak merhaba dedi ve tarih okuyucularına 4 özel kitap sundu. Bu 4 kitaptan biri ise İlber Ortaylı'nın Kadılık müessesesi üzerine yaptığı çalışmaları barındıran "Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti'nde Kadı" adlı kitap oldu. Kadılık kurumu üzerine hem bir başvuru kaynağı hem de rehber kitap olarak hazırlanmış eseri okumak hem bir hayli zevkli hem de o dönemin iktisadî yapısı ve sorumluluk bilinci üzerine düşünmek adına oldukça verimli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Türkler ve tarihin inşası

"Geleceği kurmak isteyen kişi geçmişini anlamlı kılar."
- Nietzsche

Akıllı Türk Makul Tarih adlı kitabında İhsan Fazlıoğlu, her milletin doğal yerinin o milletin tarihi olduğunu, bir milletin doğal yerini yani tarihini bulmasıyla özünün gürleşeceğini, yani özgürleşeceğini söyler. Aksi durumun milleti yapay bir hâle sokacağını ve dolayısıyla iç çatışmaların yaşanacağını belirtir. Bunun devamı ise maalesef şöyledir: "Sonuç, maddi ve manevi/zihni imkanların tükenmesi ile birlikte o milletin de tarih sahnesinden silinmesidir. Unutulmamalıdır ki, tarih yalnızca ibret alınacak değil, aynı zamanda kuvvet alınacak/devşirilecek bir zemindir."

Bizim tarih yazımında övgü ve sövgü üzerinden ilerleme İlber Ortaylı ile son bulmuştur. Bilhassa son kitaplarında daima aynı şeyi vurgulamıştır hoca: Millet olabilmek için tarihle ilerlemek gerekir. Tarihi önemsemediğin sürece millet olamazsın, olduğunu zannedersin. Lakin tarihini önemseme meselesi de müspet ya da menfi yorumlarla kafayı yeme meselesiyle bir değildir. Özellikle "muhafazakâr tarih" yazımına dair yorumuyla hocamız takdiri hak ediyor: "Muhafazakâr olmak tarihi verileri yorumlarken maskaralık yapmak değildir; ciddi bir yöntem ve dürüstlükle de muhafazakâr tarih yapılabilir." (Hürriyet, 24.04.2016)

Son dönem tarihçilerimiz içinde okuyucuyla barışık bir üslupla, soru-cevap şeklinde ve kronolojik olarak ilerlemesiyle İlber Ortaylı yine farklı bir yer tutuyor. Burada bilhassa gençlere ve eğitime verdiği önemi anlayabiliyoruz. Türklerin Tarihi 1, yayımlandıktan kısa bir süre sonra birçok okulda ders kitabı olarak okutuldu. Zira gencinden yaşlısına tarih bilgisini bir yerden bir yere götürmek isteyenler için en ideal kitapların başında geliyor Türklerin Tarihi. Anlaşılan o ki bu seri devam edecek, hoca hem yorumlardan hem de kitabın okunan, kullanılan bir kitap olmasından memnun gibi görünüyor.

İlk kitap, Orta Asya'nın bozkırlarından Avrupa'nın kapılarına kadar Türklerin tarihini konu edinmişti. İkinci kitapta ise Anadolu'nun bozkırlarından Avrupa'nın içlerine Türkler ve onların tarihi konu ediliyor, yine soru cevap şeklinde. Dünya, Avrupa ve Anadolu tarihinde Türkler, Türklerin imparatorluğa yürüyüşü, Türklerin tarih sahnesine yeniden çıkışı, Türkler balkanlarda, Türkler karşı karşıya - Bayezid ve Timur  çekişmesi, Fetret döneminden İstanbul'un fethine, Türk İmparatorluğunun doğuşu, tarihin dönüm noktası: İstanbul'un fethi, Fatih'in ölümü ve taht kavgası gibi Türk tarihinin en kritik dönemleri kitapta yer bulan bölümler.

Kitap üç kıtaya yayılan Türk imparatorluğunun hem Balkanlarda hem de Anadolu'da attığı temeller üzerine kurulmuş. Padişahların karakteristik özelliklerinin dışında fetret devri gibi son derece kritik bir zamanda devletin ayakta tutan prensipleri de öğrenmek mümkün. İlber hoca bir devri anlatırken o devrin doğuda ve batıda ne durumda olduğunu da anlatarak okuyucuya çapraz okuma yapmanın önemini de idrak ettirmiş oluyor. Biz Fatih devrini yalnız kendi yazdıklarımızla okuyamayız. Dukas'ın kroniğini de Kritovulos'un tarihini de okumamız gerekir. Halil İnalcık'ın "Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar" kitabı ise bu alanda hem ilk hem de tektir. Neden Fatih devrini örnek verdiğimi de söyleyeyim; İlber hocanın külliyatından çıkardığım sonuç şu ki Osmanlı padişahlarından en çok Fatih'e ve onun dönemine değer veriyor. Hemen kitaptan yorumlarını okuyalım: "Fatih çok büyük bir kişiliktir. Ölümü de bir dağın çökmesi veya devasa bir geminin batması gibidir. Ardında bıraktığı toplum onun hedeflerinin hepsini anlamış değildir. Fatih, fikir ve özlemlerini açıkça da ortaya koyamamıştır. Fatih Sultan Mehmed Han'ın kendinden sonrakilere hiç tesir etmediğini söyleyebilir misiniz? Asla söyleyemezsiniz... En azından onun sarayda kurduğu kozmopolit kütüphane torunu Kanuni Sultan Süleyman tarafından zenginleştirilmiştir. Fatih, iki kıtanın, iki denizin hakimi ve iki medeniyetin sahibi aydın bir insandır."

Osmanlı devletinin batıya doğru büyüyen ve dolayısıyla kesinlikle bir Avrupa imparatorluğu olduğunu belirten İlber hoca, cihan hakimiyeti kurmuş Osmanlıdaki Osmanlılık anlayışı hakkında şunları söylüyor kitabında: "Osmanlılık, Katolisizm karşısında gerileyen Ordodoksinin desteklenmesidir. Osmanlılık, Sırplar karşısında eriyerek dağlara çekilen Arnavutlara arka çıkıp onların tekrar Kosova'ya iskân edilmesi demektir. Osmanlılık, Balkanlardaki büyük feodalleri ortadan kaldırıp küçük feodallere fırsat tanınması ve onların toplumla bütünleşmesine olanak sağlanması demektir. Osmanlılık, İtalyan şehirlerinin Doğu Akdeniz'deki rekabetinden istifade edip onları birbirine kırdırmaktır. Nihayet Osmanlılık, devletlerin hayatlarında hiç şahit olmadıkları biçimde farklı dinlere ve dillere saygı gösterip, gerektiğinde bunların birbirine karşı kullanılması demektir."

İlber hocanın dikkate değer yorumlarından biri de üzerinde oturduğumuz mirasın Bizans - Osmanlı mirası olduğu ve bu ikisinin birbirinden asla ayrılmayacağına dair. Tüm bu topraklardaki bilhassa İstanbul'daki tarihi mirasın böyle bir ikilikle ayrıştırılmasının tarihe ihanet olduğunu belirten Ortaylı, Timur'un Orta Anadolu'yu yıkmasının karşılığında bizim hakimiyetimizin Balkanlarda devam ettiğini, bu sebeple de tam bir yıkılma gerçekleşmediğini, fütuhatın sürdüğünü söyleyerek meseleyi şöyle özetliyor: "Dolayısıyla bir Rumeli imparatorluğu ve nitelik olarak da bir anlamda Roma İmparatorluğu hâlini aldık. Zaten devlet kendini başından beri o adla anıyordu, yani mirasına sahip olmak istediği Roma İmparatorluğu'nun adıyla. Kendini Rum diye takdim etmesi bu yüzdendir. (İklim-i Rum gibi)... Akdeniz dünyasında üç tane Roma İmparatorluğu vardır. Bu üç Roma, yeniçağların ulusçu imparatorluklarından farklı, kendilerine özgü geleneksel yapıları ve ideolojileri olan siyasal toplumsal sistemlerdi. Bu geleneksel Roma İmparatorluklarının üçüncüsü ve sonuncusu Türklerin imparatorluğu olan Osmanlı'dır."

Milliyetçilik tartışmaları, anayasadan Türk kelimesinin çıkarılması, Balkanların unutulması, tarihi mirasın yok sayılması ve Neo Osmanlıcılık anlayışına dair İlber Ortaylı'nın güncel, siyasi ve yakın tarih üzerine kıymetli yorumlarını da bu kitap vesilesiyle öğrenebiliyoruz. Şu kesin ki peşin hükümler ve "yapılsaydı, olsaydı" tarihçiliğine en büyük tepkilerden birini hoca gösterir. Osmanlının bir imparatorluk ve fakat işgalci olmadığını "Balkanlar'da  Osmanlı hâkimiyetinin bittiği gün, kitlelerin birbirlerini katletme olayları başlar" diyerek izah eder. Dışarıya tarihten bu yana fazlasıyla ilgisiz olmamızı ise "Timur Anadolu'ya fillerle geldi. Osmanlı'nın savaş tekniklerinden haberdar olması aynı zamanda savaşı kazanmasına da yardım etti" tespiti açıklar.

İlber Ortaylı'nın son olaylarda hayatlarını kaybeden gençlerimize ithaf ederek başlayan 288 sayfalık kitabının "Ekler" bölümünde iki sürpriz var. "Fatih Sultan Mehmed'in İtalya Politikası" ve "Genç Okuyuculara Tarih Üzerine" başlıklı iki makale yer alıyor bu bölümde. Her iki makale de tarih okumalarını farklı biçimde yapmak, yeni rotalar keşfetmek ve daha derine inebilmek için yardımcı makaleler.

"Tarih bilgisi için lazım olan şey önümüze gelen ve ilgimizi çeken kaynağı okumaktır; özellikle bir Türk'ün dünya tarihi bilgisi edinmesi şarttır. Dünya tarihini 20 yaşından sonra okumak ve öğrenmek önceden hiçbir temel birikim yoksa gerçekten iyi netice sağlamaz. Tarih bilgisi tıpkı spor gibi, musıki gibi erkenden beceri edinmemiz gereken bir alandır... Tarih zamanlarda ve mekanlarda ustalıkla gezinmeyi gerektirir. Bu gezinti için tıpkı piyanistin erken yaşlarda talimi gibi coğrafyayı ve dünya tarihinin ana hatlarını ezberlememiz gerekir... Tarih okumayı sevmek için, garip, fakat gerçektir ki, mitoloji yani menkıbe ve efsane okumayı sevmek ve alışmak lazım. Zira mitoloji okumanın evvelen bizim dışımızdaki bir dünyayı ilgiyle izletmek gibi bir alışkanlık verdiği açık. İkincisi mitolojiyi ve menkıbeleri iyi okuyan, bilen ve ustalık edinen okuyucuya birtakım tarihçi geçinen acemilerin gerçek dışı olguları yutturması mümkün değildir."

Genç okuyuculara nasıl tarih okumaları yapmaları gerektiğine dair olan makaleden aldığım bu cümlelerle yazımı sonlandırıyorum, dizinin üçüncü kitabını merakla bekliyorum. Eh, tarihin kökeninde merak var...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Nisan 2015 Salı

Tarihin her yerinde ve her anında Türkler

İlber Ortaylı'yı seversiniz sevmezsiniz ayrı fakat yazdığı eserler kadar yaptığı yorumlarla da ülkemizin kıymetli tarihçilerinden biri. Maalesef milli bir tarih okutulmayan okullarımızda da, televizyonlarda da Türk adının gerçeklerinden söz eden, bu gerçeklerin gözle görülür biçimde yok edilmesine doğal olarak karşı koyan ve taraf olmadığı için hiçbir yere konamayan adamlar sevilmez. Bilhassa ilki, birçokları için doğrudan sevmeme sebebidir. Allah kalplerindeki putları devirsin. Âmin.

1930'larda tarih müderrisi ve aynı zamanda yüzbaşı olan Ahmet Refik Altınay'a "Tarihi sevdiren adam" denirmiş, İlber Ortaylı'ya da çağımızın "tarihi sevdiren hocası" demek mümkün. Dedikoducu, popüler ve slogancı tarihe her şartta bir refleks olmuştur Ortaylı. Fakirin üzerinde de hakkı vardır zira kronolojik bir külliyattan ziyade, eserlerinde hep farklı alanları keşfetmeye ve bilhassa çapraz okuma yapmaya götürmüştür beni. An gelir VII. Henry'nin elini sıkmış gibi endamını tüm detaylarıyla görürsünüz, an gelir Mısır'daki bir kahvehanenin duvarlarını yorumlar. İstanbul fethedilirken batıdaki ve orta doğudaki vaziyeti detaylıca çapraz sorguya tutar ki olması gereken de budur. Cennet Kültür Merkezi'ndeki bir söyleşisinde "Sözde İslam ülkesi olan bir ülkede, barların kapısına kocaman Mekke yazılıyor, bunu kınayan ve umursayan kimse yok." demiş ve kimsenin dikkatini çekmemiş bir konuyu dile getirmişti. Yine bu söyleşide "İkinci harpte Yahudilerin toplandığı konsantrasyon kamplarında Nazi subayının birisi, Tevrat rulolarını var ya kutsal şeyler, deridir onlar. Onlardan kendine yelek diktirmiş ayı, iyi mi?" diyerek de kolay kolay bir yerde okunamayacak notları geçmiştir kulaklara. Çünkü Türkler asla dini itikatla, dini inançla alay etmez hocaya göre.

Klasik batı müziğini sever, gazete tarihçiliğinden haklı olarak hazzetmez, yabancı dil bilgisine önem verir. Laf üretilmesine karşıdır, eser görmek ister. Hala Osmanlı tarihçiliğinin 14. yüzyıldan başlamasına içerler zira sağlam belgelerin çoğu Vatikan arşivindedir. Tarihi değil tarihçiliği böler, ayırır, anlamlandırır. Deniz tarihi, idari tarih, savaş tarihi, askeri tarih, iktisat tarihi, hukuk tarihi uzmanlarının eksikliğinin tedavi edilmesi gereken bir hastalık boyutuna ulaştığından sıklıkla bahseder. İlahiyat fakültesi hocalarının Türkçelerinden, milletvekillerinin konuşma üslubuna ve hatta okunan ezandaki üsluba kadar el attığı çok konu vardır, haklıdır. Topkapı Sarayı'nda yaptığı müdürlüğünde yaşına ve şeker hastalığına rağmen kendinden vererek çok ciddi düzenlemeler yapmıştır. O zaman alkışlanmıştır, saraydan çıkıp orada yaşadığı zorlukları anlatınca da yuhalanmıştır. Hala Galatasaray Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesinde Türk Hukuk Tarihi dersleri vermektedir. Edebiyattan doğal olarak çok iyi anlar, öyle ki "Türklerin Tarihi"ni okurken Figânî'ye mâl edilen "Dü İbrāhīm āmed be-deyr-i cihān / yekî büt-şiken şod yekî büt-nişān" beytinin Firdevsî'ye ait olduğunu veya İdrîsî'nin yazdıkları üzerinden giden Avrupalı tarihçilerin "Rus" isimlendirmesini evvela Müslümanların ve Türklerin yapmış olduğunu öğrenince şaşırabilirsiniz. Yani İlber Ortaylı size "dıgıdık dıgıdık" oradan buraya geldik, şunu yaptık bunu ettik diye tarih anlatmaz. Üslubu başta karışık gibi görünse de alıştıkça keyif verir, lezzetlidir zira kronolojik bir ilerlemeden çok kapsamlı, çapraz, sorgulayıcı bir anlatımı vardır. Maalesef youtube üzerinden tarih videoları izleyerek yahut köşe yazarlarından, siyasetçilerden okuduklarıyla, duyduklarıyla tarih öğrendiğini, bildiğini zanneden bir karakterden Ortaylı'yı anlamasını bekleyemeyiz. "Amma da övdün be" diyenlere de naçizane şu iki hatıramı anlatıp kitaba geçeyim: Merhum kıymetli tarihçimiz Yılmaz Öztuna'ya Türkiye gazetesindeki bir yazısı için "Sizdeki bu Enver Paşa düşmanlığı ne ola ki? Hâlâ anlamak istemediğiniz şeyler var!" deme cür'etini de göstermiştim, "Şiirle düşünülmez, tarih şiirle yorumlanamaz" diyen İlber Ortaylı'ya da "ancak" bir fanzin üzerinden "Hoca orada dur! Bu vatan şiirle kurulmuştur!" deme hiddetini gösteren de bendim. Kimsenin olmayacağı gibi, hiçbir tarihçinin her yorumuna "Eyvallah" deme hakkımız yok. İster öğrenci olarak, ister tarihçi olarak, ister şair olarak, isterse de öylesine bir meraklı okuyucu olarak. Lakin bazı doğrular insana ağır gelir, okuduktan yahut işittikten sonra yüzündeki ifadeden ağırlığını anlayabilirsiniz.

İlber Ortaylı'nın önsözünden anlaşıldığı kadarıyla kitap TRT kökenli Engin Atatimur'la birlikte editöryal bir çalışmadan sonra ortaya çıkmış. Yani uzun bir sohbet, kitap hâline gelmiş. Metni gözden geçirip yayımlanır duruma getiren ise Timaş Tarih editörü sevgili Adem Koçal olmuş. Ortaya 300 sayfalık, yoğun olmasa da kronolojik bir hassasiyeti olan, soru cevap şeklinde ilerleyen son derece akıcı bir tarih kitabı çıkmış. Türklerin ortadoğu sahnesine çıkışı, Türklerin devlet anlayışı ve İslam'la tanışmaları, dünya tarihinde Türklerin yeri, Türk yazısı, alfabesi ve dili, Sasaniler, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Malazgirt Savaşı, Selçuklularda devlet yönetimi, toplumsal yaşam ve dil, şehir hayatı, Anadolu Selçukluları ve Bizans, II. Kılıçarslan dönemi ve Osmanlı beyliği, Osmanlı'nın kuruluş zamanında Orta Asya ve Anadolu, Osmanlı'nın doğuşu kitabın bölümlerini oluşturuyor.

İlber Ortaylı soruları cevaplandırırken, okuyucunun daha derine ulaşması için çeşitli kitaplar da işaret ediyor. Çalışmaların dallanıp budaklanması hususunda isimler zikrediyor. Mehmet Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, Mehmet Genç, Mübahat Kütükoğlu, Mustafa Akdağ, Claude Cahen, Speros Vryonis, Michel Balivet bu isimlerden bazıları.

Türkiyeli ile Türk arasındaki farkı sık sık vurgulayan ve Türkiyeli diye bir kavramın olamayacağını söyleyen İlber Ortaylı, bir röportajında şöyle diyor: "Türk Türk’tür, Türkiyeli diye de bir şey yoktur. Bu kadar açık. Beğenmeyen Türklüğü, başka kimliği varsa söyler! Böyle Türkiyeli – Mürkiyeli diye bir şey olmaz, bunlar özenti. Türk vardır, Türk’tür. Beğenmeyen Türk olmayı, başka bir kimliği varsa söyler. Ama tabii gülünç olmasın, mesela Gürcü’yse Gürcüce bilsin, çok rica edeceğim..."

Kitaptan bazı kritik cümleleri peş peşe sıralarsak:

- Türkler olmadan bir dünya tarihi yazmak mümkün değildir.
- "Türkiyeli" ismi tercüme edilemez, içeriği bakımından bu kelimeyi teklif edenlerin amacını da zaten karşılamaz.
- Oğuz boyları, 10. asırda İslamiyet'i kabul etmiş ve Ortadoğu tarihinde bir güç olmalarıyla İslam tarihinin de seyrini değiştirmişlerdir.
- Bizim hayalî Türk kahramanlara ihtiyacımız yok; her devirde, coğrafyanın her yerinde varız zaten.
- Türk kimliğini anlamanız için sadece etrafındaki bölgeyi değil, tüm dünyayı bilmeniz gerekir.
- Eski Türk tarihini izleyebileceğimiz bir sentez eser bulunmadığı gibi, bir müracaat kitabının noksanlığı da ortadadır.
- Türkçenin eski metinlerinin okunması ve bilinmesi dar bir zümreye mahsus kalmamalıdır.
- Türkiye'de nesillerin tarih şuurunu ve edebiyat ustalığını kazandıracak tipte bir dil eğitiminden uzak kalındığı açıktır.
- İran bizim için sadece komşu kültür değildir; medeniyetimizde, edebiyatımızda ve dilimizde yeri çok büyüktür.
- Sahip olduğu mirası tutamayan, bir toplumun medeni kimliğini, medeni kişiliğini, medeni zenginliğini ispat edip ortaya koyması fevkalade zordur.
- Küçük Asya'da tarikatların rolü, İslam tarihinin hiçbir çağında görülmediği kadar etkin ve örgütlü.
- Anadolu homojen ve yeknesak bir Helen ülkesi değildi. Öyle olsaydı biz de Yunanca konuşan Müslümanlar hâline gelebilirdik.
- Türkler bilinçli olarak yer adı değiştirmezler, bu isimler zaman içinde telaffuzlara göre değişir.
- Kitabe okumak, eski Türkler arasında bir spordur; şimdi de olabilir fakat anlaşılan o ki yeni Türklerin başka merakları var.
- Ahiler bütün beyliklerin ortasında, beylik değil, adeta bir cumhuriyet gibiydi.
- Üsküdar 1300'lerin ikinci yarısında, hiç değilse Ankara Savaşı'ndan evvel ve II. Murad devrinde artık Türklerin oturduğu bir yerdi.
- Anadolu'nun idari yapısını ve coğrafyasını öğrenebilmek için yapılacak tek şey var; Roma dönemindeki idari yapılanmayı öğrenmek.
- Osmanlı'da sadece asker değil, saraydaki Enderunlu da çamaşırını yıkamayı bilmek zorunda... Şehirdeki halk için de temizlik önemli; neredeyse hamamsız mahalle yok.

Kitap, tarih meraklılarına ilginç bir seyir rehberi olabilir. Nereden okumaya başlanılacağı konusunda ufuk açabilir. En önemlisi de gündemi, daha dikkatli bir yerden yorumlamak gerektiğini gösterebilir. İlber Ortaylı’nın son dönemde artan popülaritesi ciddi bir tarihçi için çok hoş görünmüyor. Ondan yeni eserler beklemek ve bu hususta onu teşvik etmek ise hem tarihçilerin hem de tarih okuyucularının görevi olmalı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Temmuz 2014 Cuma

Cahil cahil gezmeyin!

İlber Ortaylı ismi, internet mizahının geldiği son nokta olan tek kare resim görseliyle çerçevelendirilmiş kırmızı banner üstüne beyaz yazı formatının yani capture akımının en önemli güncel malzemesi olarak pop-ikon seviyesinde bir yaygınlık kazanmış durumda. Ortaylı’nın ‘her şeyi bilen, birikimli, sempatik ihtiyar’ profili, cehalet ve bilgelik üzerine yapılan oldukça eğlenceli esprilere özne olmasına yol açsa da, ‘gerçek cahil kimdir?’ sorusuna verdiği cevabıyla capture akımına kapılanlara karşı bir erken teşhis koyma girişiminde bulunmuştu. Ortaylı’nın bu konuda raconu yine derin birikimiyle kendisine yakışacak bir biçimde kestiğini söyleyebiliriz. Anladığım kadarıyla hocanın halkın irfanıyla değil, keskin tondaki yarı-cahillikle bir meselesi var. Biliyorsunuz, erken teşhis hayat kurtarır, sonuçta Turgut Uyar’ın askerleri olduğumuz kadar İlber Hoca’nın da cahilleriyiz. İlber Ortaylı sevilen, saygı duyulan ve ilgi çeken bir sima. Peki, kitaplarını okuyan kitleyle, capture akımına kapılan sanal kitle eşdeğer bir oranda mı seyrediyor, tabiî ki hayır. Nihat Genç de böyle sevilmişti; muhteşem edebiyat eserlerini okuyan binlerce okur, buna mukabil politik ikon olarak takip eden milyonlarca hayran. Kitaplara uzaklığımız meselesi elbette başka bir bahis. Uluslararası arenada tanınan saygın bir bilim adamı olan İlber Hoca'nın, II. Dünya savaşı sürgünü vatansız bir tatar mültecisi olarak -hem de 1947'nin o zorlu koşullarında- evinden yani Kırım'ından çok uzakta bir şehirde, Viyana'da, dünyaya gözlerini açması ve ailesinin vatan olarak Türkiye'yi tercih etmesiyle başlayan büyük göç-sürgünü, gerçekten çok trajik hikâye. İlber Hoca’nın Timaş’tan çıkan Eski Dünya Seyahatnamesi isimli gezi yazıları toplamından oluşan kitabı, iki yaşında geldiği yeni ve kadim ülkesindeki sürgün seyahatine bir nazire olarak da okunabilir.

İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda şöyle bir ifade geçer; “Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.”. İlber Ortaylı da şahit olduğu şehirleri anlatıyor, gezdiği, gördüğü, sezdiği, özlediği şehirleri, eski dünyaya ait en güzel ve en kadim şehirleri… Ecdad toprağı olarak adlandırdığı Kırım’dan başlayan bu seyahat hikâyeleri; Ortadoğu, Mısır, Bahreyn, Yemen, Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Bosna, Macaristan, İran, Rusya, İskoçya, Finlandiya, Kafkasya, İtalya, İspanya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan, Çin ve Japonya’ya kadar uzanıyor. Çağdaş bir seyyah gibi yarım asırdır hiç durmadan gezen ve bu gezileri sırasında gördüğü coğrafyalara turist dikkatiyle değil, derinlemesine bir hayretle bakan bir adam olarak Ortaylı’nın seyahatnameleri en az konuştukları kadar önem arz etmektedir. Bu sebeple farklı kültür ve gelenekleri hem kendi perspektifinden, hem de bu kavramsallığa dâhil toplam bir coğrafi referans üzerinden değerlendirebilecek engin birikim ve derin yorumlama kabiliyetiyle oluşturduğu Eski Dünya Seyahatnamesi kitabı kıymetli bir eser olmasının yanında bir rehberdir de. Ben özellikle İran, İtalya, Endülüs, Kırım ve Kudüs’ü anlattığı bölümleri çok sevdim. “Ticaret yeryüzünde kaybolsa Azerbaycan halkı yeniden bulur” gibi bazı milletler hakkında yapılan muzip tespitlere kitap boyunca sıklıkla rastlayabilirsiniz.

Hem geçmişi hem de bugünü aynı bakış içersinde buluşturan, kendi gözlemlerini tarihi bir fragmanın fonu ve referansıyla sunan ve İbn-i Haldun'un “coğrafya insanın kaderidir” sözüne nispetle ülkelerin ve sınırların kaderlerini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir rehber olan Eski Dünya Seyahatnamesi çok amaçlı havasıyla; gezi rehberi, tarih kitabı, coğrafya atlası ve kültür broşürü gibi farklı anlam ve misyonlara açılan bir kapı olma özelliğini de taşıyor aynı zamanda. Seyahat ettiğimiz ülkelerde meselelere turist dikkatiyle odaklandığımız sürece asıl görmemiz gereken hiçbir şeyi göremeyiz. Turizm bunun için vardır zaten. Turistler için özel ayarlanmış oyun alanlarında oynamanızı sağladıktan sonra, sizi oradan hemen göndererek yeni müşterilere yer açmaya çalışır. Müze gezmeyi sıkıcı bulup alışveriş yapmayı çok sevmek; bu durum Evliya Çelebi’nin torunlarına ait bir tutku olmasa gerek. İlber Ortaylı’nın sözüyle bitirecek olursak; gezin tamam ama öyle cahil cahil gezmeyin, bir seyahatname falan bulundurun yanınızda. Eski dünyaya selam olsun.

Güven Adıgüzel
twitter.com/guvenadiguzel
* Bu yazının tamamı Star Kitap'da yayımlanmıştır.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Yüzyılın yorumunu okumak

"En utanılacak yönümüz tarih yaptığımız halde tarih öğrenmemek, tarih yazmamak konusundaki cahilce ısrarlarımız."
- İlber Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, Timaş Yayınları, Ekim 2006, sf.62.

Türk tarihçiliğinin önemli hocalarından İlber Ortaylı bu kitapta, Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın sorularını cevaplıyor. Şunu mutlak suretle belirtmek isterim ki, bu kitabı normal bir tarih veya güncel siyaset okuyucusunun dışında her yaştan; hukuk öğrencisinden öğretmenine, futbolcusundan siyasetçisine, taksicisinden inşaat işçisine kadar herkes mutlaka okumalı. Zira bu kitapta "en ciddi" ve "en gerçekçi" yorumlar bulunmakta. İlber hoca her ne kadar "her türlü değerlendirmeyi şükranla karşılayacağını" belirtse de, bu kitaptaki tüm yorumlarının altına ülkesine gerçekçi ve vicdani bakan herkesin imzasını atacağını düşünüyorum.

"Türklerin son iki asrı bütün Doğu dünyasında ve Balkanlar’da dikkatle gözden geçirilmesi gereken büyük bir tarihî yolculuktur. Bu nedenle de Dünya Tarihi’nin önemli bir parçasıdır ve dikkatle üzerinde durulmalıdır."

Kitap 7 bölümden oluşuyor ve "1923'e Giden Yol"dan başlayıp "2023'e Doğru Türkiye / Yüzüncü Yılında Cumhuriyet" ile bitiyor. Çok kritik sorular ve çok akılda kalıcı yorumlar var. İlber hocanın tespitleri, okuyucunun ufkunu açmanın ötesinde; vicdanının da çalışmasını sağlıyor. Zaten kendisinin bu yüzden "hoca" olup diğer tarihçilerimizden kolayca ayırt edilebileceğini de yorumlarıyla anlayabiliyoruz.

"Türk çocuğu, etrafının sorumluluğunu taşıyan bir insan olmalı ki olmak zorundadır, yarın bir gün etrafımızda içtimai, iktisadi ve siyasi bir zelzele olduğu zaman seyirci kalmayalım."

Kalamıyoruz zaten; bugün fakruzaruret içindeki Gürcistan bizden medet umuyor. Yangın içindeki Azerbaycan bizden medet umuyor. Asya'da bir şey olsa bize bakıyorlar. Balkanlar'da yangına uğrayan, bize bakıyor. Peki, biz buna "hayır" mı diyeceğiz? Diyemiyoruz. Onun için "Kabuğumuza çekiliriz" fikrini unutalım. Niye kabuğunuza çekilemezsiniz? Çünkü bir imparatorluğun bakiyesi üzerindesiniz. Burası Lüksemburg Dükalığı değil, birtakım sorumluluklarımız var; o sorumluluk gelip yakamıza yapışır. Oraya yardım etmek zorundasın. Niçin yerinde oturamazsın? Çünkü üzerinden daha 100 sene geçmemiş, biz oralardaydık. İşte onun için II.Abdülhamid devrine bakıyoruz. Mükemmel müesseselerimiz var. O müesseselerimiz tarihten geliyor ve o müesseseler o haliyle yaşamaya devam ediyor."

İlber Ortaylı'nın 1-2 kitabı hariç tüm kitaplarını okudum diyebilirim gönül rahatlığıyla. Seminerlerini de mümkün mertebe kaçırmıyorum, kendisini hem ilgiyle, hem sevgiyle, hem de ciddiyetle takip ediyorum. Onu okurken sadece tarih değil; politika, kültür, sanat, mimari, müzik, spor, kentleşme ve sosyolojiye dair çok şey öğreniyorum. Henüz okumadıysanız bu kitapla başlamanız iştahınızın açılmasını sağlayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf