Öyle miymiş? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öyle miymiş? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Eylül 2020 Pazar

Yakın çağın düşüş sancıları

Şule Gürbüz, Öyle miymiş? diye bir kitap yazmış, iyi ki yazmış, var olsun. Eser, İletişim Yayınları'ndan 2016'da çıkmış. Yazar Öyle miymiş? diye soruyor biz de ya öyle miymiş diye gah soruya soruyla cevap veriyor, gah ya işte öyleymiş diyerek sormaya cesaret edemediğimiz soruların cevabını buluyoruz. Yazarın hem Cambridge'de felsefe eğitimi almış olması hem de bir mekanik saat ustası olarak bilfiil çalışıyor olması kitaptaki zaman mefhumunu ince ince tatlandırmasının sebebi olabilir. Yazar zamanın, inancın, ümidin ne olduğunu kafamızda şekillendiriyor. Kitap roman değil, hikâye değil ama hikâyeleri var bir kahramanın fikir sancılarını ele alan. Tür olarak ne olduğunu adlandırmak konusunda zorlansak da iç seslerin yoğun olarak kullanıldığı bir deneme kitabı diyebiliriz. Ya da bu konuda hiç telaşa düşmeden kelimelerin tadını çıkarabiliriz.

Yazarın kafasından geçen kuyruğu birbirine çarpmadan dolaşan var oluşa dair binlerce fikir. Bu tip varoluşsal problemleri ele alan eserlere pek rastlamıyoruz Türk edebiyatında. Bir Nurettin Topçu vardır felsefenin edebiyatta, sanatta olması gerektiğine inanan. Felsefenin, varoluşun edebiyatta olması gerektiğine inanan edebiyatçılarımız var olsa da sayı ve nitelik yeterli değil. Türk aydını modernleşme sorunundan muzdariptir. Ya Batı'ya körü körüne inanılmış, bağlanılmış, ya da ondan tamamen yüz çevrilmiştir. Bu da okuduklarımızın, izlediklerimizin sığ kalmasına sebep olmuştur. Şule Gürbüz çağımızın Türk aydınının karşı karşıya kaldığı bu sorunu aşmıştır. Ne körcesine bir Batı idealine saplanmış ne de dünyada olup biten bunca fikir sancısına gözünü kapatmıştır. Bizim fikir sancımızı yazmış, bizim inancımızı yazmış, bizim dilimizi konuşmuş, hasret kaldığımız Türkçe düşünen yazar olarak bence milli edebiyatta yerini sağlam bir temele oturtmuştur.

Kitabı okurken Albert Camus'nün Düşüş'ünü hatırladım, orada çekilen sancıları Öyle miymiş? 'de sobanın arkasında oturan kız da çekiyor. Bizim milletten böyle bir sancı çekecek insan çıkmaz diye hükmetmişken, kendi içinde buluyorsun o sancıyı çekeni. Bunların hepsini nasıl derleyip toparlamış da kaleminden dökmüş, bir kitaba sığdırmış, doğrusu takdire şayan. Üstelik böylesine zor bir kitabı nasıl olmuş da benzersiz bir Türkçe ziyafetine dönüştürmüş orası da ayrıca alkışlanası. Kitabın dili çok sağlam, üzerinde çok çalışıldığını ve yazarın yıllarca biriktirdiğini gösteriyor. Her yazar biriktirir ama Şule Gürbüz ilk romanı Kambur'dan on sekiz yıl sonra Coşkuyla Ölmek'i yazmış. Onun ardından Öyle miymiş? eseriyle karşımıza çıkmış. Belki bu uzun süre bize onun anlatımının nasıl güçlendiği hakkında bir şeyler söyleyebilir.

Kitap dört bölümden oluşmakta. Birinci bölüm Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?. Bu bölüm kısa metinlerden oluşmakta. İnsanı durup düşünmeye davet eden yazılar.

"Dünya, orta halli dünya, insan aşağı seviye, palamutlar eh taze işte, bunlarla oyalan, 'Allah bir' de geç git işte." (s.33)

"Baş suya eğilmeyince, ne dediğini dinlemeyince, taş bir sade kuru taştan sayılınca ve diken değdiğinde hatırlanınca, iz ve ima arayan, kendi ayıbının izini süren kalmayınca, bu sürek avı sade izleri süpürmeye yarayınca, bir şeyleri üzerine alınan olmayınca eşya konuşmayı ve işaret vermeyi bıraktı." (s.40-41)

Her metin üç çiçek ya da üç kuş ismiyle bitiyor. Nedir bunlar diye bir tabiat merakı sarıyor hücrelerinizi. Hikmet arıyorsunuz, bunca varlık sizi Allah'a götürüyor, merak etmeye, hayret etmeye götürüyor, sizi bir anlam arayışına girmeye teşvik ediyor. Eğilip kulak versek bize ne meseller, ne hikâyeler anlatacaklar? Bunca isim verilmiş varlık, bunca zenginlik boşa olmasa gerek. Bu tabiat okumaları tabii ki sığ kalmamalı, kökten etki etmeli. İnsanın ne kadar da unutkan olduğunu da anlatır satırlarında.

"Koca ceviz ağacına çıtırtı der, göle durgun, ineğe munis, koyunun yanında durup bir poz aklını beğenir, azcık puhu kuşuna şaşar, onu da sabah namazından sonra geri yatıp uyuyunca unutur." (s.31)

"Ey Türk genci,
Sen ne zaman gerçekten öleceksin, buhran ne, kıpkızıl yanmak ne, ne zaman bileceksin?" (s.39)

Kitabın ikinci bölümü Hayır Demeden İtiraz. Bu bölümde yaşamak, yaşayabilmek, ölmek, ölebilmek, asıl amaç ne, bunların içinde ne var gibi soruların cevabını çocukluğundan beri içine bakan birinden dinliyoruz. Bir sobanın arkasında oturup okuyan, düşünen bir kız çocuğunun bilincinden akanlarla yol nerelere varıyor, görüyoruz.

"Her ruhun vatanı var, onu bulmak ve oraya ne kadar çorak ve uzak da olsa gidip yerleşmek, oranın lisanını öğrenmek zorunda, ne denildiğini anlamak, ağıtları çözmek zorunda. Ölebilmek zorunda. Ölmeyi kolaylamak zorunda, ölmeyi anlamak zorunda. Tamam da nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, böyleyse neden yaşanacak, neden yaşanacak, ölebilmek için mi? Ölebilmek için yaşanacak. Yaşayabilmek ölebilmenin, yerinde yurdunda ve kendin olarak ölebilmenin yolunu açarsa yaşanabilmiş olacak." (s.90)

Anlatıcının derdi nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı oluyor. Soruları hep bu yönde olmuş, öğrenebilmek için okumuş, içine bakmış, aramış, bulacağını, bileceğini zannetmiş ama sonunda ölüme, bilmemeye varmış.

"Kendime uzun uzun baktım. Başkalarına uzun uzun baktım. Uzun uzadıya bakacak uzunlukta ve genişlikte fazla bir şey olmadığını yaşayanların ve yaşamanın ince uzun dar bir çizgide arkaya zor dönülür ve görülür bir darlıkta sıkışmak ve güçlükle ve tek yöne iradesiz ve amaçsız bir sıkıntılı yürüyüş olduğunu iyice anladım." (s.50)

İnsanın kendini bulması, tanıması için doğru sorular sorması çok önemlidir. Felsefede de insanı düşündüren sorulardır. Sordukça bir yere varacağınızı sanırsınız, ama öğrendikçe daha da battığınızı hissettiğiniz anlar olur. Schopenhauer çok okumanın insanı ahmaklaştırdığını, zihnini felç ettiğini söyler, bakın Gürbüz ne demiş bu konuda:

"Okudukça anlamayışım içimde anlamamanın artması diyebileceğim bilgi ve anlayış artmasının tam aksi kutbu diye tarif edeceğim ama bir şey tarif etmiş olmayacağım bir kalınlık oluşturuyordu. Anlamayışta derinleşiyordum. Akıl gibi ahmaklık da derinleşebiliyormuş, bunu merak edene karnımı yarıp bu hiçbir şey bitmez çorak araziyi gösterebilirdim." (s. 60)

İç sesin sahibi eleştirmiş, sorgulamış, öfkelenmiş, feryat etmiş, bildiğini zannetmiş, bilemediğini anlamış bir zihnin hezeyanlarını yaşamış. Üzümlü kekte teselli bulmuş, insanlardan tiksinmiş, bir soba arkasına sığınmış.

"Bu dirilik can mıdır? Bu ölülük vefat mıdır, yürümek midir, göçmek midir, öbür dünyaya doğmak bu mudur, öbür dünyadan buradakini boğmak bu mudur? Bilmem ki söyleyeyim, acaba bilsem söyleyebilir miyim, insanın bildikleri söyleyebildikleri midir? Yoksa bilmek feryat mıdır, bilmek söze mi dökülür göze mi, gözden mi dökülür, bu dökülenler nerdedir, birikir mi kurur mu?" (s.59)

Bu bölümdeki isimler ve terimler çok zengin bir argümanın göstergesi sayılabilir. Russell, Weber, İncil, Meister Eckhard, Augustinus, Bach, Kierkegaard, Heidegger, Dostoyevski, Tolstoy, Herodot, Platon, Socrates, Hausmann, Notre Dame, Hz. İsa, Hz. Musa, Nietzsche, Hz. Süleyman, Pascal, Leibniz, Bessiyeli Eyüp, Yunus (a.s), Spinoza, Şeyh Galib, Kaşani, Yahya Kemal, Ziya Osman, Cahit Külebi ve daha nicesi bizi Batı felsefesine, İslam tasavvufuna ve Doğu inanç biçimine götürüyor. Bizim ve Batı'nın fikir macerası arasında derin bir fark olduğunu şu sözleriyle ne güzel anlatmış yazar:

"Şöyle bir rahatça cinnet geçirilmez, kulak burun kesilmezmiş. Memlekette zulmedecek milyonlarca insan varken estağfurullah, insan bu hazineyi bırakıp da kendine zulmetmezmiş. Bu bıçak asla kendine dönmez, bela ise başkasının başına bela olur, sapık ise birisinin sapığı olur, müstakil kendi kendinin sapığına hiç tesadüf edilmezmiş." (s.136)

Cinnet geçirebilirsiniz ama kendinize mukayyet olmak şartıyla.

Doğulunun gönlü vardır, içindeki bir Batılınınkinden çok farklıdır, soruları ve cevapları, onlara biçtiği anlamlar farklıdır.

"İnsan da olmamak istermiş. "İnsan olmak" zaten insan sözü imiş, tanrı bundan bahsetmemiş, kul demiş. İnsan, ruy-i zeminde insan olmaya kalkmış, kendine de bu adı yine kendi takmış. İnsan insan olamaz, tanrı kul ararken ortalık bir ağarır bir kararırmış. Allah bizi niye yarattı acaba diye düşünene verilen açıklama, yani "Bana kulluk etsinler diye yarattım" sözü daha kimsenin damarlarını genişletip içine bir mana sızdırmamış, bunu duyan işiteceğini işitip bir tamam olmamış. Sade yeni bir soru da kalmamış. Öyle miymiş, öyleymiş." (s.141)

Batı fikriyatında insanın ölümü bile bile yaşaması saçmalık olarak düşünülür ama Doğu'da ölümden sonrası için bu dünya bir imtihan yeridir, ama bu fikrin içi boşaltılmış gibidir.

"Zaten örnekleri gördük, imtihanın testlerini çözdük, bilmedik bir şeyden bahsolunmuyor, durian denmiyor ya incir üzüm deniyor. Önceden gidip bizden iyi bahsedecek olanlar, yer yurt hazırlayacak, kefilim diyecek olanlar da var, daha ne olsun, ölüm iki cihan azizliği demişler, değil mi, değil mi, değil miymiş?" (s.156)

Doğu mu demeli biz denilen ahaliye yoksa Anadolu mu orası da çok belirgin değil aslında. Dinde ezoterik bir yaklaşımın var olduğunu ve bunun halka zor geldiğini, herkesin kendi dinini yaratma sevdasına düştüğünün eleştirisi de yapılmakta.

"Bizim millet aslında gerçek hatlı bir gavur bile olamazmış. Asıl isteği abdestsiz, namazsız, ayakkabılarını çıkarmadan ibadethaneye girebileceği, arada da içebileceği, zina suçunun hafifletildiği bir dine mensup olmakmış. Din dar geldikçe bir pili açmak gerekliymiş." (s.122)

Kitabın dördüncü bölümü Sanki Daha Dünkü Cinnet Kuşuyum. Bu bölümde önceki üç bölümün sancısını azaltma havası var. Biraz dil yumuşamış, dalgacı bir havaya bürünmüş, ne yapalım dünyamız bu haldedir, geçip gideceğiz, ama sen yine de bir dur düşün der gibidir. İnsanları yargılamaktan kurtul, şekilden kurtul, öze dön demektedir.

Kelimeler arasında tabiatı hatırlatan bolca unsur vardır. Hayretimizi artıran bu zenginlik, umudumuzu da kamçılamaktadır.

"Sonbahar güvez renkleri, kızıl hünnabi tonları ile her sönüş gibi son alazın resmine bir bakan olursa diye manasını katarak ve sade güzel bulunmasına, önünde gülümsenmesine şaşarak geçiyor. Bir mevsim bir insana yine alışamadan şaşkın geçiyor. Bir ekim ayı iri sapsarı bir çınar yaprağına devriliyor, onun resmi olarak kalıyor. Bir mevsim, güzelim aylar." (s.187)

Biz okuduk nasiplendik, darısı cümlenin başına.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

23 Mart 2016 Çarşamba

Meğerse öyleymiş

"Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?"
- Kambur, 1992

"Kendi olmayanın hayatı da olmuyor mu yoksa?"
- Zamanın Farkında, 2011

"Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu?"
- Coşkuyla Ölmek, 2012

Ya çok uzun bir şiir ya da son dönem üzerine düşünceler. Ama kesinlikle bir roman değil. Şule Gürbüz bu defa Türkçe'yle arasındaki aşkı Türkiye'nin içindeki şiddetli geçimsizlikle birleştiriyor. Her ne kadar "İnsan hakkında ne anlatılabilir faraziye ve masaldan başka?" dese de, bize, bizi anlatıyor. Düştüğümüz hâli, düşüklüğümüzü, düşmüşlüğümüzü. Neticede dûnya diyoruz; dûn, yani alçak. İşte günümüz dünyasına Türkiye'den bakıyoruz "Öyle miymiş?"de. Yalanın çivisini sökmeye çalışsa da "Herkes birden asılsa şimdi yine de yalanın çivisini sökemez dünyadan" diyor yazar.

Tam olarak bölüm denmese de, "Cennet Varken Cinnet Olabilir Mi?", "Hayır Demeden İtiraz", "Öyle Miymiş?" ve "Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum" gibi başlıklar altında insanı, toplumu, ülkeyi, içimizi ve dışımızı yargılamadan sorgulamadan anlatıyor Şule Gürbüz. Her anlatışında okuyucu da ona katılıp "Öyle miymiş?" diye soruyor. Bir Ara Güler fotoğrafını hatırlatırcasına mezar taşlarının da vaziyetimize şahitlik etmesini sağlıyor.

"Eskiler ağlayana, söyleyene, söylenene inanmazmış, acının sükûtuna ve dile gelmezliğine inanç tammış.... Aslında ne tenha bir yer burası. Bir söz, bir hakikat bütün dünyayı, milyarları dolaşıyor da ne bir sahip, ne bir göğüs kafesi buluyor sığınıp saklanacak... Bunca doğan, söylenen ıssızlığını ve yalnızlığını alamıyor toprağın, kabirler de, ah kabirler de olmasa, dünyanın tutunacak tek taşı da olmasa daha da kayardı her şey muhtemelen." [sf. 10-11]

Biz artık her şeyi yeniden ve yeniden sorgulayan, her şeyi bilen, her konu hakkında mutlaka yapacağı yorumlar olan, asla "bilmeyen" olmayan, "bilmiyorum" demeyen ve sık sık da haddini aşan birileri olduk. Kimliğimiz, aslımız, astarımız, ne olduğumuz belli değil. Biri olduk, bir olamadık. Ne büyüğümüze saygı, ne küçüğümüze sevgi, ne kendimize sadakat var artık. Asalet yitik, estetik bitik. Ahlak ve vicdan ise can çekişiyor. Bir büyüğün karşısında bağdaş kurmaktan uzak, bir büyüğe dil uzatacak kadar gafil olduk.

"Şimdi bir peygamber gelse de bir ayet okusa bin tane de dinlemek, bir doğruyu söylese "Öyle değil aslı budur" diyenleri işitmek, bir şifalı içecek sunsa birden içine birisinin zencefil de ilave edip "Böylesi daha faydalı" dediğini dünya gözüyle görmek, duymak zorunda. Peygamberliğin bittiği yerde ne başlar? Hiçbir şeyin yetmediği insana kitap yeter mi? Şimdi gelse bir peygamber, o daha ağzını açarken birisi tükürük elde etek belde devrin en hikmetli ve güven dolu sözünü söyleyiverir, bu günün soru soran insanının sorusunu, şu hikmetli sorusunu sorar: "Ne diyorsun sen, kime göre, neye göre?" [sf. 14]

Yazdığı her kitabında önce kendine, sonra da okuyucusuna her fırsatta sorular yönelten bir yazar Şule Gürbüz. Düşünen ve düşündüren. Daha önceki müstesna kitapları arasında Kambur içimizdeki öfkeye, Zamanın Farkında arayışlarımıza, Coşkuyla Ölmek ise çıktığımız yolun sonuna dair bize birer fikir verdi türlü roman karakterleriyle. "Öyle miymiş?" ise bir günlük gibi. Her cümlesinde Türkiye, her paragrafında Türk insanı, her sayfasında Türk toplumu var. Geldiğimiz yer var, gitmekte olduğumuz yer var, bu iki yer arasındaki uzaklık Şule Gürbüz'ün hisleriyle acı bir şekilde aktarılıyor. Hastalıklı bireyin şifayı teknolojide ve bilimde arayışlarının boşa kulak atmaya varması üzerine de oldukça önemli tasvirleri var Gürbüz'ün.

"Sağlık, mideni ve diğer her şeyini hissetmemek ama onların işlerinin başında olması demekmiş, yaşamak da, yaşadığının farkında olmamakmış, öyle dediler, demeklerinde de böyle yaptılar. Yoksa zaten soluk nedir ki kesiliversin. Soluk sırf denizin dibinde mi kesilir bir müddet sonra, oksijen midir yaşatan insanı, herkes mi pozitif bilime böyle rabıtalı?" [sf. 67]

Ne bir geçmiş zaman ağıdı, ne şimdiki zaman romantizmi var kitapta. Her şey olduğu gibi. Yazar bize "Hakikaten öyle" dedirtiyor. Elbette her kitabında olduğu gibi yazarın aslında romandan bağımsız, kendiyle doğrudan alakalı olan ölüm vurgusu sürüyor. Bu ölüm vurgusunun yanında yaşamın alıp götürdükleri, yaşamın yorgunluğu, yaşamın insan/yazar üzerindeki savaşı da devam ediyor.

"Nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı benim tek derdim oldu. Dertlerin en temellisi, dertlerin en tedavisizi, tedavisi ölüm olanı, çaresi ölüm olanı geldi beni buldu. Bulduğuna da memnun oldu ki, bir daha hiçbir yere gitmedi. Ben hiçbir yere onsuz gidemedim. Nereye doğru hafiften kıpırdasam onu bavuluma serili, nereye uzansam onu az evvelden gelip yanı başıma serili buldum. Cam kenarında iken ben, o koridordua, masadayken ben, o çekmecede, olur da gülersem ben, o genzimde idi. Bir şeyi sevecek olsam, o itirazı olandı, otursam bahanesi olan, yatsam uykusu kaçandı, ben acıkırken o ağzını siliyor olurdu, ayakkabımı giyerken çekeceği sallayandı, ben başlarken kitabı bitiren, çıkarken inendi. Nasıl yaşanacak o biliyordu, yaşayamayarak diyecekti, onu da demiyordu." [sf. 90]

Yaşın ilerlemesiyle birlikte insanın kendini gittikçe daha yoğun sorgulaması, ne yaptığının bilincinde olup olmaması, geçim sıkıntısı, manevi ferahlık arayışı, hepsi ama hepsini Şule Gürbüz kendince, kendi hissiyatının süzgecinden geçirerek okuyucuya sunuyor. Bu sunuş, okuyucuya da aslında "Benim farkımda olduğum şeylerin sen de farkında mısın?" der gibi. Ama bu üslupla değil, geçmiş zamanın şimdiki zamanla harmanlanması eşliğinde bir yolculukla. İki koltuk var. Bazen yazar geçiyor cam kenarına bazen okuyucu. Görünen aynı fakat yorumlanan? Hep bir arayış. Bize hakikate dair bir şeyler söyleyen o güzel ruhu, ruhları arayış var kitapta.

"Ziyan olmayı hak ettim, ama onu da olamıyor gibiyim. Anladım ki, hayret sadece anlamadığıma. Bazısı boşuna "Rabbim hayretimi artır" demiyor, Rabbim anlamayışımızı artır, artır, hatta taşır, bu işler ve öbürleri çünkü anlayarak olmuyor, anlamayarak da olmuyor. Hiçbir şey hiçbir türlü olmuyor. Başka türlü olmuyor. Sır sırrına kapanıyor, arayan aradığıyla kalıyor. Neyse ki böyle oluyor, insanın sırrı da olmasa neyi olur başka?.. Bilerek detone olan, ayıplanayım diye ayıp işleyen ama yine de kim ve ne olduğunu söylemeyen Melâmî nerededir?" [sf. 165-166]

Ortada görünen bir gerçek de şu: Bugün insanları tasavvufa yönlendirme arzusuyla yanıp tutuşmuş yazarların ekseriyeti bir adres, bir istikamet göstermiyorlar, gösteremiyorlar. Sanki kendilerini ön plana atıp o asırlık yolların, yolcuların şifayab oldukları adreslerde hiç umut kalmamış gibi bir söylem tutturuyorlar. "Şifa bende" demek istiyorlar da demiyorlar gibi. "Kapıları yoklayın" diyorlar ama hangi kapılar yoklanmalı söylemiyorlar. Kapısız kalan bunca mevcudat arasında insan ne arayanlardan olabiliyor ne bulanlardan. Olamıyor insan.

"Ben de imrendim hep Hırka-i Şerif'deki evinde ayağını çatmış yazı yazan Hulusi Efendi'ye ya da sabah namazında secdede son nefesini veren Babanzâde'ye. Ama onların bulduğu sükûnu ben ne kadar aradıysam bulamadım, benden saklandı hep, gün oldu konyağa muhtaç yaşadım. İçimdeki sese bir ârâm veremedim. Hilye göstererek yangın durduranlar gibi ne gösterdimse onun yanmış hâline de dönüp bakan yine ben oldum. İsterdim hafif bir tebessümüm ve meşgalelerim olsun. Meşgaleye tutunmak, tutunarak düşmekti bildim, ama tebessüme mani yok. Sonra hatırladım ki Allah dünyadan "Ey hiçlik" diye bahsetti." [sf. 185]

"Acıyı keşfeden onunla eriyeceğine pahalıya satacağı bir şifa bulmuş oluyor, dert şifa diye satılıyor. Ama satmıyor da, süründürüyor. Âlimler insanı süründürüyor, tüm mistik ve mutasavvıflar süründürüyor, vermiyorlar, çünkü çok az, vermiyorlar, çünkü anca kendine bir hâle kurmaya yetecek bir tülleri değil tülbentleri var, vermiyorlar. Her anlamayandan kendi evlerini sağlamlaştıracak tuğla ediniyorlar. Sır, saklananın yok mertebesinde küçük ve kişiye mahsus olmasında, dağıtılmaya kalkıldığında düşecek çok küçük payın kimseye yetmemesinde. Sahibini yokların yanında vasi göstermesinde. Ama sadece göstermesinde." [sf. 193]

Öyle miymiş? Meğerse öyleymiş.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf