25 Kasım 2019 Pazartesi

İstanbul'un gözler önünde kaybolan tarihi

"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

İtalya'ya gittiğimde aklımın -hâlâ- almadığı tek şey çağların, geleneklerin ve dolayısıyla huyların bunca değişmesine rağmen tarihi eserlerin ilk günkü gibi korunması olmuştu. Sonra uzun uzun düşünmüştüm. Nasıl olur da böyle bir hassasiyet için "aklım almıyor" diyebiliyordum? Şüphesiz bundaki en büyük sebep, doğup büyüdüğüm ve yaşadığım ülkenin vaziyetiydi. İnsanımız, maalesef ki değerlerine sadık değil. Değerleriyle yaşıyor değil. Lafa söze gelince, bilhassa film endüstrisinin de katkısıyla dünyanın en memleketçi milletiyiz. Vatan, devlet dendi mi kendimizden geçeriz. Ama bu mefhumları yaşatan eserlerle aramız hiç iyi değil. Kendi konforumuz için onların her birinden vazgeçebiliyoruz. Yaşadığımız zamanlar bunu apaçık ortaya koyuyor.

Mehmet Dilbaz çok uzun zamandır Twitter'daki paylaşımları dolayısıyla takip ettiğim bir isim. İstanbul özelinde memleketin kaybolan değerlerini gün yüzüne çıkarıyor. Araştırmacı-yazar profilini hakkıyla yerine getiriyor. Tüm paylaşımlarından İstanbul'a ve memleket değerlerine ne kadar tutkulu olduğunu görebiliyoruz. İşte bu tutkusunu şimdi bir kitapla okuyucuya sundu. Kitaptan bahsetmeden evvel, okuyucular eğer en az Dilbaz kadar tutkulu, sevdalı değilse, bu kitaptan gereken lezzeti alamayacaklarını düşünüyorum. Çünkü emek karşılıklıdır. Bir yazar, hangi derdin peşine düşüp eserini ortaya koyduysa, okuyucunun da aynı derde sahip olması gerekir. O derdi yüklenmesi, derdi paylaşması şarttır. Yoksa kitap, sıradan bir kitap olarak raflarda duracaktır.

Timaş etiketiyle çıkan Kaybolan Tarihin Peşinde, esasında hazin bir kitap. Çünkü her sayfasında tarihimizi çağırırken elimizden göz göre göre kaybolup giden İstanbul'un da yasını tutturuyor. Haziresi şimdilerde bir otelin eğlence yeri olarak kullanılan Beşiktaş Mevlevîhanesi, artık yerinde bir benzin istasyonu olan Beşiktaş Sinan Paşa Hamamı, semte adını verse de ortadan kaybolmuş Çağlayan Sarayı, Lale Devri'nin şimdilerde otopark olmuş zarif Fatma Sultan Camii, hırdavatçılar çarşısı sebebiyle tarihe gömülen koskoca bir cami, artık bir halı saha olan Mir-i Ahur Kasrı, kendisinden geriye kırık mezar taşları ve harabe bir kapı kalan Kasımpaşa Mevlevîhanesi, Millet Caddesi'nin altında kalan Oğlanlar Tekkesi, otobüs garajına dönüşmüş Poligon Sarayı, üç yüz yıllık tarihi karşısında göz göre göre kaybolan Rumelihisarı Kaleiçi Mahallesi...

İstanbul'un nasıl bu hâle geldiğini konuşurken, onu hangi ellerin bu hâle getirdiğini ve daha da yok olmasına fırsat tanıdığını da konuşmak gerekir. Mehmet Dilbaz bu görevi de açık yüreklilikle yerine getiriyor. Günümüzün haşin ve memleketini en çok seven muhafazakârları, Adnan Menderes döneminde yapılan yıkımlardan hâlâ bihaber. Menderes, Prost Planı'nı esas alan şehri imar(?) etme projesine göre birçok yeri tarihe gömdü. Bilhassa Beşiktaş-Kabataş-Tophane yolunun genişletilmesi meselesinde ve Millet Caddesi'nin oluşumunda pek çok tarihi eser tarihe(!) gömüldü. 1957 yılı bu anlamda İstanbul için en kara yıllardan biridir. İşte Beşiktaş'taki, Mimar Sinan nadide bir eseri olan Sinanpaşa Hamamı'da Menderes ve ekibi tarafından gadre uğrayan tarihi yapılarımızdan biri oldu, yıktırıldı. Bu hamamın yıktırılmaması için büyük İstanbul sevdalısı Reşat Ekrem Koçu çok büyük mücadeleler verdiğini öğreniyoruz kitaptan. Yıkımdan sonra isyanını şöyle dile getirmiş:

"Menderes imarı adı verilen ve Türk İstanbul'unun üzerinden korkunç bir tayfun, barbar vandal akını gibi geçen kör kazmanın kurbanı sanat şaheseri bir yapı; yıkılması için zannederiz ki salahiyetli bir kuruldan yahut ilmî otorite bilinen bir şahıstan, fâni ceberûta hasisi pis kaygularla, zelil inkiyadın eseri bir höccet alınmış olacaktır. Bir dâhinin eseri olan bu hamam, yıktıranı ve yıkılmasına cevaz vereni, verenleri, o tüyler ürpetici vandalizmin yok ettiği ecdad yadigârı yüzlerce yapı ile beraber kıyamata kadar lanetle andıracaktır."

Dönemin uygulamaları ve onların neticeleri için gayet net bir açıklama olsa gerek. Merhum bilge mimar Turgut Cansever de yine Adnan Menderes'e projeleri için elinden geldiğinde itiraz etmiş bir isim. Yine Millet Caddesi uygulamalarından önce Menderes'i santim santim uyarmış bir isim. Buna rağmen Menderes, tıpkı şimdinin idarecileri gibi "bana 3 metrenin 5 metrenin lafını etmeyin" diyerek kıymış İstanbul'a. Devamında Turgut Özal'ı da anmalı. Amerika'ya gittiği ilk günlerde, kendisine özellikle yüksek binaların gösterilmesini ister. Sonra aynı binaları çevresindeki arkadaşlarına göstererek "Bir gün İstanbul'u da bunlarla süsleyeceğiz" der. Nitekim olaylar gelişir. Muhafazakârlar ne hikmetse İstanbul'u kendi görgüleri doğrultusunda süslemeyi çok seviyorlar. Ne yazık ki bu görgü, tamamen gösterişe dayanıyor.

Mesela Sarayburnu Tıbbiye (Yedekçiler) Mescidi de yol uğruna feda edilen bir medeniyet mirası idi. Şöyle anlatıyor Dilbaz: "Mescit, 1930'lu yıllara kadar aktif olarak kullanılıyordu. 1930'larda çevresi iyice boşalan mescit ne yazık ki bakımsız kalmış ve minaresinin bir kısmı da çökmüştü. Onarılması gereken mescit için maalesef ki bu yola başvurulmamış, 1945 yılında minarenin kalan kısmı da yıktırılmıştı. Menderes döneminde, sahil yolunda açılan Kennedy Caddesi için pek çok yapının istimlâk edilmesi planlanmıştı. Yolun geçeceği güzergâh ile alakasız bir yerde bulunan Yedekçiler Mescidi de ne yazık ki yıkılması planlanan yapılar arasındaydı. Böylece 1957 yılında 'yol medeniyeti' adına 400 yıllık bu yapıda kurban edilmiş oldu."

Brezilyalı mimar ve şehir plancısı Jaime Lerner, son ziyaretinden sonra İstanbul için "Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşa etmiş olamaz" demişti. Zaten inşa, bir medeniyet telakkisidir. Geçmişten gelen tecrübenin; ahenk, estetik, görgü gibi argümanlarla ortaya konmasıdır. Şimdinin inşa faaliyetlerinde bir medeniyet telakkisi yok, müteahhit zihniyeti var. Maksimum kâra dayalı, en hızlı biçimde üretilen, ailelerin huzurunu, güvenliğini ve konforunu önemsemeyen, paraya dayalı bir zihniyet. Bu zihniyetten de ev çıkmıyor, konut çıkıyor. Geçmişi anımsatan eserler çıkmıyor, taklit çıkıyor. Tüm bunların altındaki duygular ise hırs, kibir, mükemmelliyetçilik hastalığı...

Mehmet Dilbaz; toplumsal ve kentsel değişimin azizliğine uğrayarak kaybolan mekânların izini sürerken bizi kadim zamanların hikâyeleriyle buluşturuyor. Mekânlar kaybolsa da hikâyeler yaşamaya devam ediyor. Kimi zaman yürüdüğümüz sokakların mazisini bilmiyoruz, kimi zaman da muhafaza etmeyi sadece kârı muhafaza etmek zannediyoruz. Kitap bu anlamda hatırlatıcılık görevi üstleniyor. "Çünkü" diyor Dilbaz, "şehir yalnızca atalarımızın bize mirası değildir; aynı zamanda şehir çocuklarımızın bize emanetidir..."

Kaybolan Tarihin Peşinde, bir 'hareket' olarak sosyal medyanın da desteğiyle ciddi bir kamuoyu oluşturmuştu. Kitap, bir medeniyetin gözlerimizin önünden nasıl kaybolup gittiğini fotoğraflar eşliğinde ve 'zamanda yolculuk' tadında gösteriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder