27 Mayıs 2019 Pazartesi

İnsanlık tarihi ve distopya uygarlığı

Distopyanın bir edebiyat türünden öte insanlık tarihinin geldiği aşamanın bir göstergesi olduğu kanaatindeydim. Abartı gibi gözüküyor olabilir lakin yaşamın içinde yer alan distopik detayların çokluğu beni bu düşünceye sevkediyor. İnsanlık tarihi distopya uygarlığından ibaret.

Distopya deyince akla ilk gelen 1984 oluyor sanırım. George Orwell’ın konuyu başarıyla işlemesi ona bu ayrıcalığı veriyor. Orwell gerçekten iyi bir yazar. Onca yıla rağmen okuyucu tarafından gösterilen teveccüh, gerek kurgu gerekse deneme türü yazılarında işinin ehli olduğunun ispatı diyebiliriz. Yalnız, onun iyi bir yazar olması hakkındaki dedikoduların/iddiaların dikkate alınmasına engel değil. Örneğin ilk defa 1945 yılında yayınlanan Hayvan Çiftliği’nin Sovyet Rusyası’na yönelik antipropaganda faaliyeti olarak kullanılmak üzere sipariş edilen bir CIA projesi olduğu dillendirilir. Kitaptaki olay örgüsü ve akış 1917 Ekim Devrimi ile karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutulduğunda mesele biraz daha netleşir. Karakterler ve olay tamamen örtüşmektedir. Bu elbette eseri değersizleştirmiyor. Sadece para ve ideoloji karşılığı kurgulandığı ve/veya kullanıldığı ihtimali edebiyat dünyasında işlerin nasıl döndüğünü göstermeye katkı sunuyor. Üstelik Orwell ile ilgili spekülasyonlar Hayvan Çiftliği ile sınırlı değil. Orwell 1984’ü 1948 yılında tamamlar ve 1949 yılında yayınlanır. Benzer iddialar 1984 için de geçerlidir. Fakat benim üzerinde durduğum şey biraz daha farklı. 1984 romanından epeyce önce, 1921’de Yevgeni Zamyatin’in (1884-1937) Biz’i, sonra sırasıyla 1932’de Aldoux Huxley’nin (1894-1963) Cesur Yeni Dünya’sı; 1937’de Katharine Burdekin’in (1896-1963) Swastika Geceleri ve 1940’ta Karin Boye’un (1900-1941) Kallocain’ı yayınlanır. 1984 romanı için bu eserlerden esinlenme iması yapılır. Elbette içerik olarak hikâye hikâyeye benzer fakat burada dikkat çekilen nokta teknik detaylardır. Özellikle, metin içinde oluşturulan yapay kavramlar ve dil oyunlarının buradaki ‘esinlenmeyi’ açıkça gösterdiği söylenir. 1984’ü diğerlerinden önce okumuş biri olarak, Orwell’ın önceki distopya örneklerini iyi analiz ederek ortaya başarılı bir ‘sentez’ sunduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Açıkçası bu eserlerden habersiz olduğunu söylemek zor. Diğer yandan bu durum Orwell hakkındaki ‘iyi yazar’ görüşümü kesinlikle değiştirmediği gibi 1984’ün distopik eserler içerisinde en iyisi olduğu kanaatimi de etkilemiyor. Zaten Orwell bir yazar olarak kalitesini diğer eserleriyle de ortaya koyuyor.

Yukarıda kronolojik olarak sıralanan distopik eserlerin dördüncüsü olan Kallocain çok bilinmeyen bir roman. Profil Kitap tarafından yayınlanan kitabı Modern İsveç edebiyatının önde gelen isimlerinden Karin Maria Boye (1900-1941) kaleme almış. Yüz doksan sayfalık eserin çevirisi Erman Fermancı’ya ait. Kallocain’ı öne çıkaran iki faktör olduğunu düşünüyorum. İlki, Swastika Geceleri’nde olduğu gibi Kallocain’ın yazarının da kadın olması. Bu durum diğer iki esere göre daha yumuşak bir üslup katıyor. Yalnız, Kallocain’da Swastika Geceleri’ndeki kadar feminist vurguya rastlanmıyor. Karin Boye her ne kadar kadını ikinci plana iten eril düşünceyi eleştiriyorsa da romanı bir erkek karakterin ağzından anlatarak meseleyi patriyarkal düzlem yerine insani bir temelde aktarmaya gayret ediyor. İkincisi ise eserin kendi içinde güçlü bir felsefesi olması diyebilirim. Söylemin sert olmayışı Kallocain’ı diğer distopik eserlerin gerisinde bırakıyor gibi görülebilir lakin romanın kurgusu ve hikâyenin içeriği oldukça sağlam. Dolayısıyla Kallocain başarılı bir distopik eser olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Bu başarıda romanın dilindeki akıcılığın etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Ne mutlu ki, çeviri bu akıcılığı yansıtabilmiş.

Roman tutsak edilmiş bir kimyagerin geçmişte yaşadıklarına dönük düşündüklerini yazmasıyla başlıyor. Yazmayı hem sorgulama hem de rahatlama yöntemi olarak seçen kimyagerin yaşadığı ülke izole edilmiş durumdadır. İktidarın izin verdiğinin dışında bilgi akışı kesinlikle yasaktır. Hayatın her anına yayılan propaganda faaliyetlerinde devletin durumunun çok iyi olduğu, düşmanların ise zor durumda olduğu söylenmektedir. Her şey devletin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Günlük hayattaki görevlendirmelerden evlenecek çiftlerin kimler olacağına, kimin nerede yaşayacağından çocukların nerede ve nasıl eğitim alacağına kadar devlet karar vermektedir. Zaten evlilik Düzen’e ‘eleman’ kazandırma kurumudur. İktidarın propagandasının yapıldığı toplantılar yapılmakta ve törenler düzenlenmektedir. Bu faaliyetlere belirlenen kişilerin katılımı zorunludur. Seyahat kısıtlanmıştır. Gündelik hayat militarist bir disiplinle yaşanmaktadır.

İktidarın uyguladığı sıkı denetim bir korku atmosferi oluşturmuştur. Fiili güvenlik tedbirleriyle yetinmeyen iktidar her yere kurduğu kamera ve mikrofonlar vasıtasıyla toplumu gözetlemekte ve dinlemektedir. Konuşmaktan çekinen insanların oluşturduğu suskun ve pasif bir toplum oluşturulmuştur. İktidar her eve yardımcı adı altında bir ‘muhbir’ yerleştirmiştir ve insanlar sürekli raporlanmaktadır. Bu sayede iktidar için herhangi bir sorun çıkaracak durum henüz oluşmadan saptanarak ortadan kaldırılmaktadır.

Kallocain tutuklu kimyagerin üzerinde çalıştığı bir projedir. İnsan vücuduna zerk edilen bir kimyasal karışım (Kallocain) bireyin düşüncelerini açıklamasına sebep olmaktadır. Bu esnada birey bilincini kaybetmemekte fakat otokontrolünü kaybetmektedir. Dolayısıyla birey gizlediği düşüncelerini açıklarken neyi açıkladığının farkındadır fakat buna engel olamamaktadır. Projenin amacı suçluların suçlarını inkar etmelerini engelleyerek cezalandırılmalarını sağlayarak daha yaşanılası bir toplum oluşturmaktır. Bu sayede herkes doğruları söylemeye mecbur olacaktır. Yalnız hesaba katılmayan şey, suç işlemeyen kişilerin de bu teste tabi tutulması sonucunda zihinlerindeki her şeyi açıklamak zorunda kalacak olmalarıdır. Fiiliyata geçmemiş, belki de hiç açığa çıkmayacak düşünceler yüzünden insanlar suçlu durumuna düşebileceklerdir. Yazar bu söylemle modernitenin düşünceyi suç kategorisine sokmasını eleştiriyor diyebiliriz.

Kallocain psikolojik yönü oldukça baskın bir roman. İlk başlarda ürettiği kimyasalın ideal yaşamın oluşmasına katkı sunacağına dair büyük bir inanca sahip olan başkarakter zamanla duygu karmaşası yaşamaya başlıyor. Bunda ücret karşılığı gönüllü deneklik yapan kişiler üzerindeki deneylerin etkisi büyük oluyor. Deneklerin ve yakınlarının tavırları kimyagerin düşüncelerini değiştiriyor. Kimyager, Kallocain ile mahrem bilgilere ulaşmanın mümkün olduğu bir denetim mekanizması oluşturularak özel hayat tümüyle yok edildiğini fark ediyor. İnsanların düşüncelerini bile denetim altına alan bir sistemin amaçlandığını görüyor. Bu yöntem sadece düşünceleri açığa çıkarılan insanlarla sınırlı kalmadığını, onların en yakınlarını da potansiyel suçlu konumuna soktuğunu gözlemliyor. Öyle ki, düşünce suçu işleyen yakınını şikayet etmemek düşünce suçuna yardım ve yataklık olarak değerlendirilerek cezalandırma yoluna gidiliyor. Hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği bir ortam oluşturuluyor.

Kallocain tutuklu bir kimyagerin iç muhasebesi yaparak hayatı anlamlandırmaya çalıştığı bir metin. Bilimin araçsallaştırılması yoluyla oluşturulan distopik yapının başkarakterin iç dünyasındaki yansımalarına tanık oluyor okuyucu. Yazar, eserindeki psikolojik boyut ile insanın ruh hâlini çözümlemeye çalışıyor. Diğer yandan yazıldığı dönemin totaliter devlet anlayışını açığa çıkarıyor ve suni politikalar ile oluşturulan korku atmosferi içinde bireylerin nasıl etkisiz hâle getirildiğini gösteriyor. Üslubunun sert olmayışı anlatılanları gerçekliğe yakınlaştırıyor diyebiliriz. Kısacası Kallocain distopya sevenleri memnun bırakacak bir roman.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

1 yorum:

  1. Yazı çok iyi. Kitabın hakkını sonuna kadar vermiş. Tebrikler.

    YanıtlaSil