29 Nisan 2019 Pazartesi

Birlikte yaşama arzusu

Toplum olarak geçen her gün biraz daha ayrıştığımız ve nefret dili içeren söylemlerimizin kutuplaşmayı daha da arttırdığı dillendiriliyor. Hemen arkasından değerlerimizden hangi ara bu kadar uzaklaştığımız soruluyor? Romantizmi ve nostalji perestliği bir kenara bırakırsak yakın tarihimiz hiç de öyle demiyor. Kırk yıl önce aynı sokakta oturanların birbirini boğazladığı toplum başkasıymış ya da altmış beş yıl önce mülkleri gasp edilen gayrimüslimler yabancı bir memleketteymiş gibi davranmayı bırakalım. Örnekler çoğaltılabilir fakat ideolojik eğilimler konuyu sündürmesin diye bunlarla yetineyim. Zaten teki bile meramımı anlatmaya yeter de artar. Mevzuya dönersek, eskiden daha ılımlı, daha hoşgörülü, daha sağduyulu hatta daha nezaketli imişiz! Evet, hepimiz yalıda neşvünema etmiş İstanbul beyefendisiydik, sonra olanlar oldu. Kahrolsun bi’şeyler! Farklı sınıf ve katmanlar arasındaki toplumsal etkileşimin sıfıra yakın olduğu, konjonktürden sıfır oranında haberdar olan, modernizmden sıfır derecesinde etkilenen bir sosyolojik ortamda kültürel, etnik, dini, ideolojik çatışma mı bekleniyor? Kaldı ki, Anadolu’daki sosyal yapıya azıcık aşina olanlar köyünden şehrine nasıl bir ‘feodal’ düzen olduğunu bilir. Hâl böyleyken her yeni jenerasyonun yozlaştığı ve toplumun kadim değerlerini kaybettiği söylemi sığ bir analiz olmaktan öteye gidemiyor. Bu arada eski kuşağın yeni nesli yozlaşmayla tenkidi de yeni bir şey değil. Yaşlıların gençleri suçlaması Antik Yunan’dan Çin’e kadim bir gelenek. İnsanlığın giderek yozlaştığı, evveliyatında daha insancıl olduğu vesvesesi de bu kadim geleneğin bir süreği. Zira her dönem felaket tellalları çıkmıştır. İddia edildiği gibi olmuş olsaydı bunca yazılan kıyamet senaryosu fantezisi hayal olurdu.

Yukarıda söylenenler tüm farklılıklarına rağmen bir arada yaşayabilmeyi düşünebilen insanların varlığına binaen yazıldı. Bu konuyu ele alan kitaplar da bulunuyor elbette. Örneğin Timaş Yayınları’nın neşrettiği İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma birlikte yaşama kültürünün imkanını irdeliyor. Sümeyye Kavuncu’nun çevirisini yaptığı yüz yirmi dört sayfalık kitap, iki Cezayir doğumlu entelektüelin İslam ve Batı üzerine yapılan bir kolokyumdaki (bilimsel tartışma) konuşmalarının kitaplaştırılmasıyla oluşturulmuş. O entelektüellerden biri kitabı da yayına hazırlayan Mustafa Şerif (1950). Şerif, akademisyenliğinin yanında devletin (Cezayir) çeşitli kademelerinde görev almış bürokrat siyasetçidir. Diğeri ise yirminci yüzyılın en fazla tartışılan düşünürlerinden Jacques Derrida (1930-2004). Kimilerince heyecan verici bir keşif olarak değerlendirilen dekonstrüksiyonun mucidi Derrida, kimilerince felsefe yerine anlaşılmayan gevezelik yapmakla itham edilmiş biridir. Her ne yapmışsa felsefe tarihine ismini onu eleştirenlerin önüne yazdırdığı muhakkak.

Derrida, Cezayir’de içine doğduğu ortam nedeniyle ötekilik olgusunu derinden yaşamış ve içselleştirmiş bir karakterdir. Zira köken olarak Sefarad Yahudisi, Katolik Hıristiyan Fransa devletinin vatandaşı ve bir anlamda Müslümanların yaşadığı coğrafyada sömürgeci konumundadır. Her ne kadar Yahudi asıllı olsa da dinsel eğilimleri yoktur ve fakat II. Dünya Savaşı sürecinde ırkçı ideolojilerin Yahudi karşıtlığından hissesini alarak okuldan uzaklaştırılmış, toplumdan dışlanmış hatta vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Öteki olmayı derinden yaşamış ve zorluklarını görmüş olan Derrida her zaman evrensel ölçülerde insani değerler ile eşitlikçi ve demokratik toplumu savunmuştur. Bu kitapta da yine aynı tavrı sergiliyor.

Kitap, Derrida ölmeden kısa süre önce (2003) yapılan kolokyum notlarının o öldükten sonra bir araya getirilmesiyle meydana getirilmiş. Metnin büyük kısmını Mustafa Şerif’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Derrida soruları cevaplayan olarak kısmi ama önemli bir katkı sunmuş diyebiliriz. Eser öncelikle Batı’nın hegamonik tavrının diğer toplumlara nasıl yansıdığını göstermeye çalışıyor. Mustafa Şerif’in konuyu Batı’nın İslam’a karşı olumsuz tutumuna odaklamasına karşın Derrida daha genel bir çerçeve çizerek Batı-merkezci anlayıştan tüm toplum ve kültürleri kapsayan çoğulcu bir anlayışa geçilmesinin gerekliliği vurguluyor. Derrida’nın altını çizdiği konular arasında demokrasi ve yeni bir uluslararası hukuk düzenlemesinin gerekliliği öne çıkıyor. Demokrasiyi ‘her daim beklenen gelecek’ kavramıyla tanımlayan Derrida, evrensel bir demokrasi reçetesi yazmanın imkânsız olduğunu fakat karşılıklı saygı ve anlama çabasının sorunları çözmeye yönelik bir başlangıç olacağını belirtiyor. Ona göre demokrasinin dayatılarak kurumsallaştırılmaya çalışılması büyük bir hatadır.

Mustafa Şerif’in değerlendirmelerinde iki şeyin öne çıktığı söylenebilir. İlk olarak sık sık Batı’daki entelektüel kesime karşı serzenişte bulunuyor ve İslam’ın anladıkları gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca İslam toplumunun olumsuz imajında Batı kadar olmasa da Müslümanların katkısının olduğunun altını çiziyor. İkinci olarak da Fransa ve Fransızlar ile ilgili yakınlık kurmaya yönelik bir tavır takındığı görülüyor. Şerif’in bu tavrı örtük bir hayranlığın tezahürü olduğunu düşündürdü bana. Bir anlamda bilinçaltındaki Fransız öykünmeciliğinin yansıması diyebiliriz. Şerif’in İslam ve Batı ayrımını yaparken kullandığı kavramlar da benzer bir intiba uyandırıyor. Cezayir özelinde Mağrip bölgesinin hâlihazırda Batı olduğunu söyleyerek tanımlamayı kıyının (Akdeniz’in) kuzeyi ve güneyi şeklinde yapıyor. Burada her iki toplumun ortak noktası Akdeniz olarak beliriyor ve Fransa ile bir ünsiyet bağı kuruluyor. Bu arada, aynı tavrı birçok Mağripli yazarda görüyor olmamız dikkate değer bir detay.

Her iki katılımcı da Müslümanların Batı’nın yanlı ve çifte standartlı politikalarına karşı reaksiyonel tutumlarının sorunu çözmediğini belirtiyor. Derrida, Batı’nın farklılıkları kabul etmesinin bir zorunluluk olduğunu, medeniyet ve cemaatleşmenin farklılıklar üzerine inşa edilebileceğini savunuyor. Mustafa Şerif ise akla ve Vahye vurgu yapıyor ve makul çözümler üretilerek meselenin Batı’ya anlatılmasının gerektiğini söylüyor. Derrida konulara teorik açıdan yaklaşarak çözümlemenin yollarını arıyor ve meseleyi ‘İslamcılığın İslam olmadığı’ söylemi üzerinden temellendiriyor. Aşırı tutumları konusunda Şerif’in de aynı fikri benimsediği görülüyor. Onlara göre radikal tepkiler her iki tarafa da yarar sağlamamakta hatta zararın fazlasını Müslümanlara vermektedir. Derrida çözüm önerisi olarak mevcut seküler anlayışın geçmişten gelen teokratik devlet anlayışından kurtulması gerektiği fikrini öne sürüyor. Ona göre bugün seküler denen Batı dünyası gerektiği kadar din ve siyaset olgusun ayırabilmiş değildir. Demokrasi öncesi yapının etkileri hâlâ sürmekte ve Avrupa’da bu durum biraz daha rayına oturmuş olmasına rağmen ABD’de teokratik anlayışın şekillendirdiği devlet olgusu tüm katılığıyla devam etmektedir. Mustafa Şerif sekülarizm konusunda Batı’nın Müslümanlarla ayrıştığını belirtiyor ve Batı felsefesinde gerek hikmet gerekse dünya-ahiret olgularının karşılığının bulunmadığını savunuyor. Bu yanıyla doğal olarak iki toplum ve kültür arasına mesafe girmektedir.

Derrida’nın da Şerif’in de İslam’ın ve Batı’nın çoklu görünümleri ve temsilleri konusunda hemfikir olduğu görülüyor. Bu bağlamda iki tarafında olumlu yaklaşan örneklerini dikkate almak gerekir deniliyor. Bunun dışında radikal hareket eden Müslümanlar ve bilimcilik yapan Batı’nın tavrının sorgulanmasının zorunlu olduğu savunuluyor. Bugünün Batı toplumunda bilgide ilerlenmiştir fakat ahlaki yön eksik bırakıldığından “dehumanization” (insanlık-dışılaşma) meydana gelmiştir. Batı’nın peşine takılan Müslümanları da aynı tehlike beklemektedir. Batı’yı reddeden radikaller bile Batı’nın yöntemlerini kullanmaktadır. Bu sorun çözmeyi düşünen insanlık, bilgiyle donanırken ahlaki ilkeleri gözetmek durumundadır.

İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma iki tarafın da birbirini algılama sürecini açıklamaya çalışan kapsamlı bir kitap. Diğer bir yönüyle Müslümanları ve Batılı toplumları ortak paydada buluşturmaya yönelik bir medeniyet tasavvurunun romantik bir izdüşümü de diyebiliriz. Metinde ele alınan konular, yapılan tespit ve açılımlar oldukça değerli fakat gerçeklik açışından fiili karşılığının olmadığı/olamayacağı kanaatindeyim. Buna rağmen yine de Doğu ve Batı’nın düşünsel kökenlerine eleştirel bakmanın ipuçlarını veriyor. Özellikle Batı felsefesine nasıl baktığını eserlerinden bildiğimiz Derrida’nın Cezayir, İslam ve Müslümanlara yaklaşımının önemli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla teknik detay ve felsefi sorgulamanın yer aldığı kitap birlikte yaşama olgusuna iki farklı kültürün bakış açısının müspet bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

17. yüzyılda İstanbul'a bir yolculuk

Türk edebiyatında “seyahatname” olarak adlandırılan gezi yazıları, Fars edebiyatında “sefer-nâme” adıyla Arap edebiyatında ise “rihle” ile ifade edilirken; Meydan Larousse Ansiklopedisi'nde seyahatname sözcüğü, Arapça seyahat, Farsça nâme sözcüklerinin bileşimiyle oluşmuş. Seyahatname kuşkusuz, kültür tarihi, sosyal tarih ve tarihi coğrafya açısından önemli kaynaktır. Fakat ben bunun tek bununla sınırlı kalmadığını aynı zamanda istihbarat konusunda da önemli bir kaynak olduğunu düşünmekteyim.

Tarihin babası olarak tanınan Herodotos dokuz kitaptan oluşan Historiai adlı yapıtında M.Ö. 49-479 yılları arasında yaşanan Pers-Yunan savaşları konusunu işlemekle birlikte gezip gördüğü ülkelerdeki topluluklar ve bunların gelenekleri, yönetim biçimleri ile ilgili olarak bilgilere yer verir. Historiai kitabı, belki de seyahatname türünün ilk örneği olduğu söylenebilir. 21. yüzyıla geldiğimizde ise seyyah ve seyahatname ile ilgili Houari Touati’nin “Artık seyyahlar yok; bu soy tükendi. Geriye sadece turistler kaldı; üstelik bunlar da tur operatörlerinin turistleri” (Ortaçağ’da İslam ve Seyahat, sf. 225) sözünü tekrar tekrar okumakta fayda var.

İsveç Kralı X. Karl Gustav’ın elçisi sıfatıyla Osmanlı Sultanı IV. Mehmed’in yanına gönderilen Claes Ralamb'ın kaleme aldığı ve Kitap Yayınevi tarafından neşredilen İstanbul'a Bir Yolculuk: 1657-1658 adlı günlüğü o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yaşamı anlatan en ilginç belgeleri oluşturmaktadır.

İsveç’ten Osmanlı Sarayına gönderilen ilk resmi temsilci olan Ralamb, Osmanlı İmparatorluğu’na olan dostluk duygularını bildirecek ve ortak düşmanları Rusya karşısında ortak çıkarlarına dikkat çekmeye çalışırken günlüğüne şu notları düşer, “17 Mayıs günü, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın huzuruna çıktım… Zatı şahanelerinin (X. Karl Gustav) gönderdikleri mektubun Türkçe çevirisiyle birlikte sundum. Yazılı olarak sunmamın nedenleri şunlardı: 1. Türklerin zihni dağınıktır ve salt sözel olanı tam algılamazlar. 2. Uzun bir konuşmayı dinlemeye sabırları yoktur, onlarla konuşurken sözü uzatmamalı. 3. Türkler yazıyla iş görmeye alışıktırlar.” (sf. 40)

Osmanlı İmparatorluğu’nda geçirdiği aylar boyunca edindiği deyimlerden yanı sıra İmparatorluğun sosyal yaşamına da yaklaştırır. “28 Nisan tarihinde, Türkiye’ye adım atmış oldum. Silistre Paşası Melek Ahmed Paşa çağırdı.. Neden sakal uzatmadığımı sordu, kahve ısmarladı ve onu ağzımı yakmadan nasıl içeceğimi gösterdi.” (sf. 34)

Melek Ahmed Paşa'nın yanında kaldığı süre boyunca yenilen yemekten, sofra düzenine, yemek çeşitlerinden ayrıntıyla bahseden Ralamb, “Yemeklerin bazıları çok lezzetliydi ama bunların yanında bala banmış ve yenmesi hoş olmayan bir sürü kızartma ve sütlü yiyecek de vardı. Et suyu ve erimiş yağla pişirilen pirinç sunulunca, herkesin önüne bir de sütlü lapa sürdüler. Bunu pirinçle karıştırır ve öyle yerler. Pirinci Türkler çok sevdikleri için en seçkin yiyecekleri pilav dedikleri bu yemektir.” (sf. 36) diye bahsetmektedir.

İstanbul’daki öteki diplomatlarla ilişkilerini, sultan ile sadrazamın huzuruna çıkışını ve şehrin günlük yaşamını anlatırken, günlüğünün sonuna eklediği ve Müslüman dini uygulamalarını anlattığı metin özellikle ilgi çekicidir. Madde madde anlattığı metin şöyledir; “1. Sorulduğu zaman Allah’a, meleklere, kitaplara peygamberlere, mahşer gününe… iyi yada kötü her olayın Allah’ın emri olduğuna inanıyorum derler. 2. Duaları iki türlüdür… Farz ve sünnet. Günde beş kere minarelerden duaya çağırırlar. 3. Merhamete o kadar yatkındırlar ki dilenciye rastlanmaz. 4. Bir ay boyunca Oruç tutarlar o süre içinde ağızlarına bir şey sürmezler. 5. Olgunluk yaşına gelmiş aklı başında olan herkes ya şahsen ya da kendi yerine bir vekil göndererek Mekke’ye hac ziyaretinde bulunurlar.” (sf. 89-90)

Ralamb’ın günlükleri günümüz okurunu hem 17. yüzyıl Avrupası’na hem de İstanbul’un günlük yaşamına yaklaştırır. Kendisiyle birlikte dönemin İstanbul sokaklarında dolaşır, Marmara adalarına uzanır, Eyüp’ü ziyaret edersiniz.

Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

18 Nisan 2019 Perşembe

Levinas'ın metafiziği yahut varlığı ötekiyle aşmak

"Başkanın mevcudiyeti, olguların anarşik büyücülüğüne son verir."

Emmanuel Levinas (1906-1995) hakkında Özkan Gözel tarafından yapılan doktora çalışması "Varlıktan Başka: Levinas’ın Metafiziğine Giriş" adıyla Ketebe Yayıncılık tarafınca kitap olarak çıktı. Fransızca yazılan tez, Gözel tarafından Türkçeye çevrilerek kitaplaşmış.

Edmund Husserl için gittiği Almanya’da Martin Heiddegger ile tanışıp hayran olan, fakat zamanla hayranlığı eleştiriye doğru evrilen Levinas’ı, batının dikte ettiği tasavvurların dışında, söyledikleri üzerinden okumaya çalışmak lazım bu kitapta.

Heidegger için her daim, kendisinin anlatamadığından fazlasının, okuyanlarca zorla anlaşıldığını düşünenlerden olduğumdan belki; Levinas’ı batı diktesinin karşısında duran dik tavrından mülhem pek severim. Tabi yazarımız bu eleştirinin kaynağı için bir sosyal bilimciye yakışır derinlikte, Lavinas’ın eleştirisine sebep olabilecek, biyografik bir gerçeği dipnot alarak açıklamadan geçmemiş; ki kararı yine biz verelim. Fransız vatandaşı ve askeri olarak Almanlara esir düşmesi, ailesinin çoğunu bu savaşta kaybetmesinin ardından Levinas; “çoğu Alman’ı affedebiliriz. Bazı Almanları affetmek güç, Heidegger bunlardan biridir” demiştir. Sebeplerinden biri de bu olabilir belki ama derinlemesine incelendiğinde Heidegger ve Husserl’e yönettiği eleştirilerin, giderek tüm batı felsefesini kapsayacak şekilde genişlediği de bir gerçektir.

Platoncu “varlığın ötesi” fikrini benimseyen ve etiği 'iyi'ye doğru hareket olarak sunan Levinas, bu hareket bizi varlıkta bırakmaz hakiki aşkınlığa ulaştırır, onun ötesine götürür der…

Üst bir varoluşu değil daha radikal bir şeyi ifade eder, der.

Kendi varlığının üstünde olmayı” der.

Neredeyse bütün batı felsefesi varlık sorunun etkisi altındadır ki bu batı felsefesi ile sınırlıdır da denilemez. Orphik Kozmoloji’de de vardır “ilk hareket ettirici” derdi. Empodekles’in “Eros” ile anlamlı kıldığı da yine “hareket ettirici”dir. Platon, hali ile Sokrates de böyle gelir; Levinas gibi “iyiyi isteme” ideaları vardır. Farkı, onlar bunu aşk ile bütünlerler. Levinas ise etikle. Plotinus ile varlık artık daha da tinsel boyut kazanır, keza ondan etkilenen, bayrağını taşıyan İslam Filozofları, bugün sıradan bir ilahi veya türkü içerisinde duyduğumuz Yunus ya da Mahsuni Şerif dizelerinin de derdi gücü budur; varlık!

Levinas’ın ayracı; iyiyi isteme yolunda çıktığın düzlük, “senin daha iyi halin” demeye çalışmıştır bize. De dahi yazarımız da anladığımızca bu izleğin seyrindedir.

Yarım sayfa içerisinde “İhata, massedici, liyakat, izale, rağmına, müphem” kelimelerini kullanması ile içerik olarak zaten demir leblebilerden olan adamları daha da ağırlaştırması bakımından yapacağımız eleştiriyi nazarlık olarak bırakıp buraya, kitabın bölümlerine geçelim.

Birinci bölüm, varlık ve öte/ki;

Ontolojide ve varlıkla ilişkisinde Heidegger ile kurduğu bağı kopartırken Heidegger’den öncesinden de ilhamını kesen, yeni bir şeyler söylemek lazım diyen Levinas…

Varlıktan çıkmak hatta belki insanın bulantılarının kaynağı görüp kaçmak isteyen Levinas…

Tam buraya taş gibi bir tespit koyar ; “o ilk var sadece var olanın değil hiçliğin de olmadığı bir durumu ifade eder” der. Kopar gider hiçliğe yer arayan Heiddeger’den, ta ki en temelinden.

Ardından hipostaz ile anonim varlığın bağrından doğan hiçlik; değerli hocam Hilmi Yavuz’un “ben bana çivilidir; isa’yla çarmıh neyse” dizesinde çivilenir, ki böylesi tanıdık bir sanatta yer edindirme dehasından kucaklıyoruz Gözel’i.

Devamında; şimdinin özgürlüğünde acı çeken öznenin gelecek ile beslediği umud; zaman! Ölümün gizemindeki umud ile birleşmiş tüm zamanlar ve bir nevi izafiyet ve aşk…

İkinci bölüm, başkalık ve aşkınlık;

Heiddeger’den ileri ve başka, varlıktan ileri ve başka, aşktan ileri ve başka…

Bu rutinde ilerlerken kitap, Özkan’ın da belirttiği gibi “Levinas başkanın filozofudur”, başkanın çevresinde döner durur. Batı felsefesinin başat unsuru olan, 'aynı'nın emperyalizmine; onun dışsal olanı, başka olanı messetme yönelimine karşı, felsefi bir mücadeledir.

Üçüncü bölüm, etik öznellik;

Beşerin ancak öte/kine açılma demek olan etikte insanlaşabileceğini varsayan Levinas için varlıktan soyunmak dünyada yersiz olmayı gerektiriyor ki buna ontoloji pek cesaret edememiştir. Konu dışı saymak kolayına gelmiştir ya da…

Onlar öyle bir yakınlık isterler ki uzaklığa benzesin; öyle bir vuslat talep ederler ki onda ayrılık olsun” alıntısı ile İmâm-ı Rabbânî dizesine geldiğinizde senkroninin zıddı “diyakroni” kavramını daha yerinde anlamlandırabilmek, yazarın çerçeve çizmesindeki çapraz dehasından diyebiliriz. Kitap içerisindeki, bu çapraz anlatı tekrarını sağlarken, zihinsel karmaşayı hem sürdürüp hem geride kalanları sakinleştirip dinginleştiren üslubunu ayrıca tebrik etmek lazım.

Hattızatında; “arifin son mertebesi nedir” sorusuna; “olmadan önceki gibi olması” cevabının verilmesinden ilhamla, okumadan önceki gibi ayrıldığınızı zannettiğiniz sayfalar bundan sonraki yazılı felsefi literatürde, mevcudun yanına bir pencere daha açmanızı sağlayacaktır.

Son olarak; Gözel’e göre, Levinas felsefesinde, varlıktan soyunmuş, kendisinden çıkmış kimse, Kutsi Olan’a yönelmiş etik öznedir ve etik özne, veli figürüne yakınsar, giderek ermek fikrine doğru meyleder. Tasavvufa dokunduğu veya zorla dokundurulduğu mu çok emin olamadım ama bu yeri bu yazının dışında bırakıp, anlam hakkını okuyucuda saklı tutmayı tercih etmek, doğrusu olacak kanısındayım.

Sonuçta Levinas’ın da dediği gibi; “obsesyon dışarı ile bir ilişki değil midir?

Öyledir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

17 Nisan 2019 Çarşamba

'Allah adam'larının aşkına düşmüş bir Kaliforniyalı

"Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün
Bir velinin gönlüne gir mekteb-i irfân ara
Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını
Pire teslim et özün bir mürşid-i bûrhân ara."

- Sâlih Baba

Böyle bir alıntıyla başlamama sebep, aslında bendeki kitap okuma sevgisine vesile olanlardır. Onların hiçbiri hayatta değil. Ölmüş de değiller üstelik çünkü "Onlar Hayy'dır", her an aramızdadır hepsi. Buna inanmakla başlar birçok yolculuk. Kaliforniyalı Michael Sugich'in, Müslüman olduktan sonraki adıyla Harun'un da böyle başlıyor yolculuğu. 1972'de oldukça köklü bir tarikata bağlanıyor ve hayatındaki bu dönüşümü daha da anlamlandıracak, taçlandıracak izlerin peşine düşüyor. Allah adamlarının peşine. Hem ilim hem de irfan ehlinin peşine. İşte Gai Eaton'ın hatırasına ithaf edilen Ufuklardaki Ayetler, bu ilim ve irfan ehliyle yaşanan hatıralardan oluşuyor.

Kadim tasavvuf yollarından biri olan Şazeliyye'nin Fas'taki şubesi Darkaviyye kolunun piri Şeyh el-Arabi ed-Darkavî'den bizlere kalan nefis bir kitap vardır: Bir Mürşidin Mektupları. İşte bu kitaptan "Hikmet-i ilâhi asla kurumaz" cümlesiyle başlıyor Sugich. Sanki tüm anlattıkları, şeyhin bu sözüne somut misaller getirmek için yazılmış... Sıradan gibi görünenin ardındaki hakikati işaret ediyor, bunu yaparken de öğüt vermiyor. Bu aslında bir şeylere karar vermiş ve akabinde seçmiş, bilinçli insanın üslubudur. Bambaşka bir coğrafyada doğmuş, bambaşka bir iklimde yetişmiş, çevresinin gözünde mesleğinin en parlak isimlerinden biri olacakken hayatını bitirmiş(?) Sugich, öyle bir aşkla ve öyle bir istekle dalıyor ki ummana, hem kayboluyor hem de arıyor. Yaşadığı lezzeti yazdıklarından tahmin etmek az-çok mümkün. Bir tekkenin sıradan muhafızı yahut dervişi gibi görünse de olağanüstü hâlleri olanlar, bir taşı andıran sertlikteki heybesinin içine şeker gibi yüreğini gizleyenler, sesiyle cezbe taşıran müezzinler, nazarlarından kelamlarına dek insanı sürekli zikir hâlinde tutan şeyhler ve elbette tüm bunları 'yaşayan' insanların kesinlikle, evet kesinlikle insan olduğu. Çünkü tasavvufu reddetme gafletine düşenlerin en çok başvurduğu mevzu, insanın abartılması. Kaldı ki seven insanın abartmasından daha doğalı var mıdır? "Sevdiğimi söylemez isem / sevmek derdi boğar beni" diyen Yunus'u olanlar bu abartıyı çok iyi anlarlar şüphesiz. Zaten her şey O'ndan değil mi? Güzel sözler, güzel sözler, güzel hâller. Hepsi ondan değil mi? 'Allah adam'larının alışverişi, bu pazar hep O'nun değil mi? Bu hususta sözü, er olanlara bırakmak gerek. Anadolu'nun fütüvvet sultanı Ebu'l Hasan Harakânî, "Perdenin gerisinde seni beni bir konuşturan var / perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben" dedi ve bundan neredeyse bin sene evvel göçtü. Göçtü ama gitmedi. Çünkü onlar Hayy'dır, daima aramızdadır. Göçerler ama gitmezler.

Velîlerin içinden seslenen Sugich okura onların varlıklı-yoksul, muhabbetli-sessiz, neşeli-gamlı olabileceğini hatırlatıyor. Her birinin meşrebine göre başka birilerine ikramda bulunduğunu söylüyor. İşte bu ikramlar Hakk'tandır. Tıpkı varlık gibi, gam gibi. "Velayet bu dünyada sıkıntısız bir hayat sürmenin garantisi değildir. Velayet, ahirette sıkıntısız bir hayat sürmenin ve bu dünya hayatını yaşarken imtihanları adam gibi taşıyabilmek için gereken irfana sahip olmanın garantisidir." diyor Sugich ve 1972'de âlem-i bekâya göçen Darkavî-Habîbî şeyhi Muhammed İbnü'l-Habîb'in dîvanından şu sözü önümüze koyuyor: "Onlar bir şey yapacakları zaman hiç şüphe yok ki Hükm-i İlâhî tarafından evrilip çevrilen birer alet gibidirler."

Fas ve civar coğrafyalarda geçirdiği tüm zamanı ehl-i irfanın peşinden giderek doldurmaya çalışır Sugich. Böylece zaman, gelip geçici bir şey olmaktan çıkıp varlığın anlam bulduğu bir kaba dönüşür. Bu kap, velilerin sözleriyle ve dervişlerin hâlleriyle dolar da dolar. Tefekkür, bu doluluğu hazmedip özümsemek için bire birdir. Nitekim ism-i Celâl'i binlerce kez zikreden çöldeki bir topluluğun, çölden topladıkları taşlarla zikirlerini sayıp daha sonra her bir taşı çömleğe attıklarını görür. Bir şey sormadan bekler. Bu taşların zamanla çömleği doldurduğunu ve her dolu çömleğin bir mezar taşına döndüğünü hayretle izler. Bu esnada şeyhin oğlu, dünyanın cazibesinin günümüz insanına üstün geldiğini, özellikle genç erkeklerin şehirlere gitmesindeki en büyük sebebin bu cazibe ve konfor olduğunu söyler. Sahip olmadığı -ve aslında hiçbir zaman olamayacağı- her şeyi romantikleştiren modern insan fânilik hissinden de uzaktır. Tam da bunu tefekküre dalar Sugich: "Etrafımı çölün aldığı, arka planda kerpiçten kale kasabasını gördüğüm o dakikalarda, dünyanın geçiciliğiyle ilgili tefekküre daldım. Her şey geçip gidiyordu işte... O geçip giden şeylerden biri de bendim. Âdeta bu dünyadan olmayan bu topluluk da, içinde yaşadıkları kum ve çamurdan kasaba da geçip gitmekteydi. Bunları düşünürken inanılmaz kuvvette bir fânilik hissi kapladı bütün benliğimi." (Burada Salih Baba Divanı'ndan bir şiir düştü aklıma: Her kim ki tuttu destini / soyundu varlık postunu / buldu hakîkat dostunu / bildi bu dünya fânîdir."

Kitabın görüntüler bölümünde olduğu gibi nûra erenler ve aşk bölümlerinde, Sugich'in hayatına doğrudan temas eden Allah adamlarını, fotoğraflarıyla birlikte görüyoruz. Mulay Ebu'l-Kâsım ve Sî Fudûl el-Havâriyyü's-Sûfî gibi isimlerin yanı sıra Fas'ın en büyük velilerinden biri olarak kabul edilen Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de Sugich'in tanıdıklarından. Sîdî Muhammed, Şeyh Muhammed İbnü'l-Habîb'in taht-ı terbiyesinden ve irşadından geçmiş bir zat. Hem zahir hem de batın ilimlerine vâkıf, büyük bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmiş olsa da, şeyhinin vefatından sonra kendisinin irşad makamına geçmesi gerektiğini söyleyenlere "Ben şeyh meyh değilim! Ben bir hiçim!" demiş. Ancak tam da burada, el-Arabi ed-Darkavî'nin başından geçen ve akabinde her okuyanın dahi gönül kuşunu hareketlendiren sözleri tecelli etmiş: "Kardeşlerimizden birisi (Allah razı olsun onlardan) bana şöyle dedi: Ben hiçbir şeyim... Ona dedim ki: Ben hiçbir şeyim deme; ben bir şeyim de deme; beni bir şey meşgul ediyor deme; beni hiçbir şey meşgul etmiyor da deme. "Allah" de, harikulade şeyler göreceksin.". Sugich, Sîdî Muhammed'i anlatırken bir örnek veriyor: "Hz. Pîr Ebu'l-Hasen Aliyyü'ş-Şâzelî'ye neden kitap yazmadığı sorulunca, "Yol kardeşlerim benim kitaplarımdır" diye cevap vermiş. Bu anlamda, Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de şeyhi tarafından 'yazılmış' bir kitaptı."

Ufuklardaki Ayetler, mürşid-mürid ilişkisine dair yaşanmış birçok anıyı ve sohbeti barındırmasıyla da ayrıca önemli bir kitap. Burada mürşidlerin sıklıkla başvurduğu nasihatlerden bahsetmek gerekiyor.
Nitekim "Benim katımda en çok sevdiğim ibadet nasihattir" hadis-i kudsisi de hatırlatılıyor. Mürşidlerin en önemli nasihatleri zikir. Müridin her fırsatta, halk içinde veya yalnızken, daima zikir içinde olması gerektiğini anlıyoruz bir kez daha. İşte güçte, evde dışarıda, çarşıda pazarda, akraba ziyaretinde zikir içinde olan bir dil ve kalp, şüphesiz ki beladan uzak olacağı kadar Rabb'iyle arasındaki perdeleri de ortadan kaldıracaktır. Ondan sonra attığı her adım, söylediği her söz Hakk üzere olacaktır. Şeyh Muhammed İbnü'l-Habib, divanında "sen işini zikrullah eyle" demiş ki dervişlerine en mühim nasihati olarak kabul edilmiş. Resul-i Ekrem'in bir hadisinde "Allah'ı zikredenle zikretmeyenin arasındaki fark diriyle ölünün arasındaki fark gibidir" buyurduğunu da söylemek gerekiyor. Diğer bir nasihat yediğinde içtiğinde ve kazandığında haramdan uzak olmak. Mümkün mertebe ticaretle uğraşmak. Özellikle nakşibendiyye yolunun nasihatlerinden biri olan nazar ber kadem, Fas'ta da karşımıza çıkıyor. Neye nazar edildiği önemli olduğu kadar, nelerden nazar alındığı da önemli. Habîb Ahmed Meşhûr el-Haddâd şöyle söylemiş: "İnsanlar kem nazardan bahseder ama unuturlar; bir de safa nazar vardır. İyi nazar vardır. Tıpkı kem nazar sahibinin bir bakışla hasta edebileceği gibi, safa nazar sahibi de bir bakışla iyi eder."

Türk okurların özellikle "Yirminci Yüzyılda Bir Veli: Şeyh Ahmed el-Alavî" eseriyle tanıdığı Martin Lings de kitapta kendine yer bulmuş. Müslüman ismi Ebubekir Sirâceddin olan Lings ile ilgili şeyhiyle bir sohbetini şöyle aktarıyor Sugich: "Bir keresinde şeyhim Seyyid Ömer Abdullah Efendi'ye "Batılı sufiler arasında hakikaten marifete kim ermiştir?" diye sordum. Hiç tereddütsüz ve beni şaşırtan bir şekilde, "O kişi olsa olsa Martin Lings'tir" dedi. Dr. Lings'i Londra'daki Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okudulu'ndaki öğrencilik yıllarından beri tanırmış. Kendisine bunun nedenini sorduğumda şöyle dedi: "Zikrullahı hayatının önceliği kılmış ve hayatını tamamen Allah'ı zikir ve tefekkür ve O'na kulluk etmek etrafında organize etmiş bir insandır o."

Ufuklardaki Ayetler; dünyaya eyvallahı olmayan, nasıl yaşıyorsa öyle konuşan, nazarıyla-sözüyle her daim kuşatan ehl-i irfana dair okumayı sevenler için kıymetli bir kitap. Dünyanın bambaşka bir coğrafyasında doğmuş ve dünyanın bambaşka bir yerindeki aşka tutulmuş, o lezzeti yaşamış bir kulun hikâyesi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Nisan 2019 Pazartesi

Şeyh Bedreddin’in isyanı!

Tarihi okuma şeklimiz hayatı anlama biçimimizle yakından ilgilidir. Siyasi veya ideolojik duruşumuza, felsefi görüşümüze göre kimimiz tarihi kutsarken kimimiz sövebiliyoruz. Kimimiz tarihe kahramanlıklar geçidi olarak bakarken kimimiz felaketler şeridi olarak görüyoruz. Kimimize göre tarih ders alınması gereken hata-sevap havuzu iken kimimize göre tarih olması gerekenlerin vuku bulduğu süreçler bütünü olarak karşılık buluyor. Hasılı, edindiğimiz enformasyonu net bilgi gibi kullanıyoruz. Tarihsel malumata kesin bilgi muamelesi yapmanın merak, öğrenme ya da bilme arzusuyla ilgisinin olmadığını düşünüyorum. Zira net bilgi bulunmayan durumlarda bile bazı şeyleri görmeye, göstermeye çalışıyor insanoğlu. Genellikle rivayetler üzerinden popülist/hamasi söylem oluşturularak müspet ya da menfi anlatımda bulunulduğunu söyleyebiliriz. Daha az kullanılan ama daha tutarlı bir yol olarak; bilinenlerden hareketle akıl yürütülerek oluşturulan alternatifler olabiliyor. Her halükarda gerçekten öte ve öznel bir gerçeklikler toplamı söz konusu oluyor. En nihayetinde tarih, bilimsellikten ziyade spekülatif bir disiplin olarak kendini gösteriyor. Sonuç insanın en sevdiği şeye dönüşüyor; polemik, spekülasyon, sansasyon, manipülasyon, kaos…

Şeyh Bedreddin (1359-1416) hakkında az bilinip çok söz edilen tarihi şahsiyetlerden birisi. Öyle ki, ölüm tarihi konusunda farklı tarihler mevcut. Sanırım hakkındaki en net bilgi Osmanlı’da idam edilen isyancılardan biri olduğu şeklindedir. Dini bir figürdür ve fakat mevcut Sünni söylemin dışına çıktığı iddia edilir. Hatta ‘dini sapkınlığı’ idamının isteminde en önemli etkendir fakat yeterli kanıt bulunamadığından şer’i hukuk yerine örfi hukuk kararıyla idam edilir. Sonuçta padişaha karşı gelmiştir, başka türlüsü düşünülemez. Osmanlı’da Fetret Devri’dir (1402-1413) ve bu karmaşa döneminde halkı iktidara karşı kışkırttığı, isyan için örgütlediği için idam edilir. Kemiklerinin idamından beş yüz kırk beş yıl sonra (1961) padişah türbesine defnedilmesine ‘batıni bir tecelli’ anlamı yüklemek yerine konjonktüre bağlı siyasi bir karar olarak bakmanın daha makul olacağı kanaatindeyim. Zira iade-i itibar bu değil.

Şeyh Bedreddin gerek aldığı eğitim gerekse üstlendiği görevlere bakıldığında dönemin ileri gelen ulemalarından birisi olduğu (otoriteler tarafından da) kabul edilir. İlk başlarda üzerine yoğunlaştığı fıkıh ilmi hayatının ilerleyen dönemlerinde tasavvufi bir mecraya kaymıştır. İlmi alandan uzaklaşıp siyasi bir karakter olmasında bu kaymanın etkisi olduğu görülüyor. Bugünün sosyalist jargonuna yakın bir dil ve üslup geliştirdiği söylenir. Özellikle mülkiyet ve emeğin sömürülmesi noktasında iktidarla ters düşmüştür. Bu durum mevcut iktidardan ziyade mevcut iktidar anlayışına karşı tutumdur. İktidara karşı nerede bir başkaldırı varsa modern sosyalist düşünce başında biter ve kendine mal etmeye çalışır. İdeolojinin ‘pre’ hâlidir. Böylelikle köken arayışında bir katman daha yerleştirilmiş olur. Türkiye’de kendini sol diye adlandıran eğilim Şeyh Bedreddin’e böyle yaklaşmıştır. Bu ideolojik yaklaşım genel olarak Alevi-Bektaşi oluşumuyla ünsiyet bağı kurar. Çünkü onlar Sünni iktidar ile mücadele eden ve bedel ödeyen ötekilerdir. Kabul etmek gerekir; farklı dini anlayış(lar) karşı koyuş için bir aidiyet göstergesi hâline gelmiştir ve simgesel anlam uzamları bulunmaktadır. Bu konuda en ilginç detaylardan biri bugün ‘piyasadaki’ Şeyh Bedreddin çizimleri olsa gerek. Mevcut çizimlerin tümü imgenin ideolojik tornadan geçişinin anlamlı bir yansımasıdır. Diğer yandan söylemek gerekir ki; ham softalıktan kendini sıyıran bazı 'soft' sufilerin de Şeyh Bedreddin’i arifan kütüğüne kaydetme çabası bulunmuyor değil. Gerekçe tanıdık: Şeyh Bedreddin ‘yanlış anlaşılmıştır.’

Sıradışı bir insan olduğundan şüphe olmayan Şeyh Bedreddin hakkında epeyce bir ‘malumat eser’ bulunuyor. Farklı pencerelerden aynı kişiye bakmadığımızı kabul etmek zorundayız. Okuyucu olarak o pencerelerden dışarıya değil içeriye bakıyor ve yazarın havsalasındaki Şeyh Bedreddin’i görüyoruz. Kolektif Kitap tarafından neşredilen Bedreddin adlı çalışma onlardan biri. Eser onun hayatını yaşamöyküsel bir kurguyla anlatıyor diyebiliriz. Hayatı ve Düşünceleri alt başlığıyla Murat Küçük tarafından hazırlanan çalışma yüz dört sayfadan oluşuyor. Hayali Söyleşiler üst başlığıyla sunulan kitapta farklı bir yöntem uygulanmış. Şeyh Bedreddin ile yapılan söyleşi (röportaj) şeklinde oluşturulan kurguya göre yazarın sorduğu sorular tarihsel gerçeklikle örtüştürülerek cevaplandırılmaya çalışılmış. Elbette kurgu ve yorum anlatılanların büyük bölümünü oluşturuyor. Diğer yandan gerçek olan kısımların da farklı kaynaklardaki (öznel) gerçeklikler olduğunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla, Şeyh Bedreddin hakkında bilinenlerden hareketle oluşturulan anlatıdaki boşluklar yazar tarafından doldurulmuş.

Kitapta genel olarak Şeyh Bedreddin’in düşünce yapısına, aile kökenine, aldığı dini eğitime, İslam coğrafyasındaki seyahatlerine, devlet kademelerindeki görevlerine ve hayatının dönüm noktalarında etkin olan kişilere değiniliyor. Tasavvufa meyletmesinde etkisi olan Şeyh Hüseyin Ahlati ve dönemin isyanlarında etkin rol alan Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal o kişilerin başında geliyor. Şeyh Bedreddin hakkındaki eserlerde genellikle onu temize çekme amacıyla sorun diğer isimlerin hesabına yazılır. Murat Küçük en azından meseleyi diğer isimlere yüklemekten geri durmuş diyebiliriz.

Bedreddin, okuyucuyu onun yaşadığı döneme götürerek olaylara sakin bir bakışla yaklaşmasını salık veren bir kitap. Yalnız, eserin içeriğinin yazarın kişisel algı ve anlayışını bir yansıması olduğunu da bilmek gerekiyor. Yazarın, göndermeler dışında meseleyi çok fazla oraya buraya çekmemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Buna rağmen yine de satır aralarında Şeyh Bedreddin’i nereye yerleştirdiğini görmek mümkün. ‘Ne Musa’ya, ne İsa’ya’ deyiminin bir görünümü diyebileceğimiz Şeyh Bedreddin’den orta yollu bir figür çıkarmak pek mümkün görünmüyor. Tekniği itibariyle farklı bir çalışma olan Bedreddin, yalın diliyle keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Madene doğru: bir arayış hikâyesi

İçinde bulunduğu ruh halini veya olayları başarılı bir şekilde, realizmden sapmadan veya romantizmin sınırlarında dolaşarak anlatan/anlatabilen yazarlar, çok uzun yıllardan sonra bile hâlâ hayranlıkla okunabilmektedir. Bu durumun Türk ve Dünya Edebiyatı’nda birçok örneği mevcuttur. Fakat bir de, yazdığı olaylarla ilgili, eserinde kurguladığı şeyin uzağından bile geçmemiş olsa bile, bu durumu satırlara sanki yaşamış gibi aktarabilen yazarlar vardır. Bu iki grup arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Önemli olanın ortaya çıkan eser olduğu muhakkak. Ancak ikinci grubun yaptığı şeyin daha çetrefilli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hayal gücünü zorlayarak salt bir kurgu, bir olay, bir mekân ortaya çıkarmak, birebir yaşanılan bir şeyi kitaba dönüştürmekten daha zor kanaatimce. Tıpkı, Natsume Soseki’nin Madenci kitabında olduğu gibi.

Dilimizde yeni yayımlanan bir kitaptır Madenci. Oysaki yazılışı ve asıl dilinde yayımlanışı 1907 ve 1908 yılına dayanır. Jaguar Kitap’tan neşredilen kitap, 213 sayfayı ihtiva eder fakat bunun son 15 sayfası, Haruki Murakami’nin sonsöz niyetine yazdığı, hem yazarın edebî hayatı hem de mezkûr kitap hakkındaki bilgilerden oluşur. Bu kısım, dikkat çekici ve geniş bir değerlendirme olmuş.

Kitap kısaca; isimsiz bir anlatıcının, bütün refahını, zenginliğini, tembel hayatını geride bırakarak, 19 yaşında evi terk etmesini ve bir maden ocağına gidip orada yaklaşık beş ay geçirmesini konu eder. Tabii bir roman mıdır bu? Tartışılır. Ben anlatı demeyi daha uygun görüyorum. Zaten yazar da sık sık araya girip bunun bir roman olmadığını/olamayacağını belirten cümleler kurar okura. Hatta kitabını, işte madencilik tecrübelerim bundan ibaret. Ayrıca söylediğim her şey doğru, zaten bunu kitabımın bir romana dönüşemediği gerçeğinden pekâlâ anlayabilirsiniz şeklinde bitirir.

Madenci, bir arayış hikâyesidir. Başkarakterine Dostoyevski’nin herhangi bir romanında rastlayabilirsiniz. Soseki’nin, Rus yazardan oldukça fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bunu, karakterin iç konuşmalarından net bir şekilde anlıyoruz. Zaten kitap tek bir konu üzerinden iki damar halinde akar. Biri karakterin iç dünyası, öbürü dış/çevresel dünya.

Madenci’de ölüm veya intihar kavramlarıyla (hatta başarısız intihar denemeleriyle) haşır neşir olan anlatıcının evden kaçtıktan sonra, Çozo adındaki adamla tanışıp madene gitmeyi kabul etmesi detaylıca işlenir. Çozo’yu bir ‘madenci pezevengi’ olarak tanımlar anlatıcı. Tabii bu işi kabul etmesinde karakterin çelişkili ruh halinin rolü büyük rol oynar: Bir taraftan ölmek isterken diğer taraftan hayata tutunacak dallar arar. Çozo da tam bu anda imdadına yetişir:

Ne tuhaftır ki insanın ruhu sonsuzluğa sürüklenmeye hazır da olsa, biri seslenince hâlâ bir yerlere bağlı olduğunu fark ediveriyor.

Hatta bir taraftan ölmeyi isterken öbür taraftan yaşama tutunmaya öyle çaba gösterir ki, dünyada çok türlü amelelik işi vardı ama bana kalırsa madencilik bunların arasında en adisi ve en hor görüleniydi şeklinde gördüğü madenciliğe tutunmak zorunda kalır. (Tabii bu tutunmasının bir nevi ‘kaçış’ olduğunu da söyleyebiliriz). Kitabın ismi Madenci olsa da, kitap aslında bir gencin madene gitme yolunda yaşadıklarını anlatır. Örneğin 80. sayfaya kadar kitapta herhangi bir maden göremeyiz mekân olarak. Anlatıcının iç çelişkileri ve düşünceleriyle beraber, zaman zaman anlatılan bir geçmiş görürüz. Hatta madene vardıklarında da, önce, anlatıcının madende geçirdiği iki günlük sürede neler yaptığı anlatılır. (Madeni tanımak için detaylı bir gezi, madencilerle tanışma vb.) Yani yine ‘iş’ olarak bir madencilik yoktur ortada. (Zaten anlatıcı da, kitabın ismi her ne kadar Madenci olsa da, bazı sebeplerden ötürü madencilik yapamaz, muhasebeci olur). Fakat bu kısımlar okura aktarılmaz, karanlık bırakılmıştır yazar tarafından. Daha doğrusu hikâye bitmiştir.

Murakami’nin sonsözde yazdığına göre, Soseki hiçbir zaman bir madene girmemiştir; hatta bir madenin yanından bile geçmemiştir. Fakat madenciliğin koşullarını, madenin fiziki yapısını betimleyebilmesi yönünden bu derece realist olabilmesi, Soseki’nin niye ‘Modern Japon Edebiyatı’nın en önemli yazarı’ olduğunun kanıtıdır bence. Soseki bir madene hiç gitmemiştir fakat bu hikâyeyi, anlattığı madende bir süre çalışan birinden dinlemiştir. Madenci, Soseki’ye bir aşk hikâyesi anlatmış ancak Soseki’nin dikkatini aşk hikâyesinden ziyade maden ve madenciler çekmiştir. O yüzden böyle bir hikâye çıkmıştır ortaya.

Değişik bir anlatımı vardır kitabın. Yazar hikâyeyi sık sık kesip olaylara müdahale eder. Kitap ya da hayat hakkındaki fikirlerini sunar okura. Bu tür bir anlatım yolunu seçen yazarlar bizim edebiyatımızda d var olmuştur. Son zamanlarda ise Mustafa Kutlu’da gördüğümü hatırlıyorum. Bunun ne kadar sağlıklı olduğunu okur kitabı okuyunca karar verecektir fakat bu durumun abartıldığı zamanlarda kitaptan uzaklaşan okurlar olacaktır. Kitaba bir romandan ziyade didaktik bir eser görünümü verir çünkü bu anlatım tarzı. Örneğin şu pasajı gösterebiliriz bu anlatımı açıklayabilmek için:

…Böyle giderse bu kitaptan bir roman çıkmaz. Dünya sanki bir zaman yerli yerine oturacak gibi görünen ama asla oturmayan, tabiri caizse beş para etmez romanlardan alınmış olaylarla dolu.

Kitap hakkında düşündüğüm bazı şeyleri sonsözde Murakami’nin kaleminden okumak sevindiriciydi. Mesela Murakami kitabı, gerçeklerden esinlenerek yazılmış bir kurmaca olarak tanımlar ki katılmamak elde değil. Hatta kitabı tek cümlede özetliyor diyebiliriz. Bana göre de en doğru tanımdır bu: Bu kitap etten kemikten bir insanın iç dünyasının işleyişine dairdir.

Fakat Murakami’nin bazı görüşlerine katılmıyorum. Murakami, bu kitabın Soseki külliyatı içinde ayrıksı bir yerde durduğunu düşünür. Ne önceki ne de daha sonraki eserlerine benzemediğini, yazarın tamamen deneysel bir şeyler yapmaya çalıştığını, sonucundan kendisinin de çok mutlu olmadığını söyler. Kitabı en çok da kurgu ögesinin eksikliği yönüyle eleştirir. Evet, Soseki bu kitaptan çok memnun olmayabilir, kitabın içinde de bazı kanıtlar var yazarın kitabından çok da memnun olmadığına dair; fakat bu kitap, kanaatimce sadece Japon Edebiyatı için değil dünya edebiyatı için de önemli bir kanadı temsil eder. Kurgudan yana eksik olması kitabın öneminden ve değerinden bir şey götürmez çünkü Soseki’nin de amacı zaten kurgu değildir bana göre. Eğer salt bir kurgu eser yazmak isteseydi, tanıştığı gencin madende olanları anlattığı kısımları edebî hâle getirmez, gencin anlattığı aşk hikâyesine yönelirdi. Yine de Murakami yazısının devamında Madenci’nin hakkını vermeye çalışır. Anladığıma göre, Murakami’nin kafası epey karışık, bu eseri nereye konumlandıracağı konusunda.

Soseki’nin kitapta anlattığı mekân gerçektir. Bu mekân, Tokyo’ya 110 km mesafede bulunan Aşio Bakır Madeni’dir ve çalışma koşullarının ağırlığıyla bilinir. Murakami, yazısında bu madenin tarihçesini kısaca özetleyerek okura bir iyilik yapmıştır. Hikâyeye katkısı olan bir bilgilendirmedir bu.

Her ne kadar Soseki’nin de zaman zaman memnuniyetsizliğini bildirdiği bir eser olsa da Madenci; Dostoyevski ve onun tarzıyla yazılan eserlere eklemlenebilecek çok önemli bir kitaptır. Realist anlatım yönünden başarılı, diyalogları sahicidir. Çeviri de son derece başarılıdır. Ve Soseki, özellikle anlatıcı rolünü verdiği başkarakter başta olmak üzere tüm karakterlerini somut bir hâle büründürmüş, onların fiziksel ve ruhsal durumlarını, ruhsal katmanlarının açılımlarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu kitap bence tek başına bile bir yazarı ‘usta’ yapabilecek seviyededir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

7 Nisan 2019 Pazar

Minnetsiz bir ruhun özgürlüğe ve Dost'a çağıran sesi

Minnetsiz bir ruhun isyankar sesini okuyoruz Yağız Gönüler'in "Minnet Eylemem" kitabında. Kitabın kapağında bir yılkı atı karşılıyor bizi. Kitaptaki şiirlerin pek çoğunda güçlü bir imge olarak yer alan 'at' daha kitabın kapağında özgürlüğü ve toprağa dönüşü çağrıştırıyor bize. Şiirlerin geneline; baba, oğul, mü'min, kent, kapitalizm, tarih, aile, yoksulluk gibi temalar yayılmış durumda. Üç bölüme ayrılmış kitabın bölüm isimleri de şairin sözüne bir yemin anlamı kattığını fısıldıyor bize: Ekmek, Mushaf, Ekmek ve Mushaf. Söylediğimiz sözden ne denli emin olduğumuzu kanıtlamak için "Ekmek Mushaf çarpsın ki!" diye yemin etmişliğimiz çoktur.

İlk şiirin "Merhaba", son şiirin "Elveda" başlıklarını taşıması da rastgele bir tercih değil bilinçli bir seçimdir. "Baba" kavramı şiirlerde; geçim sıkıntısı ve yoksullukla birlikte yer buluyor kendine ve kutsal bir mertebe kazanıyor evladın gözünde. "Sana Söz Yine" şiirindeki şu dizeler 'baba'nın aile reisliği rolünün kapitalizm karşısındaki durumunu gözlerimizin önüne seriyor.

"Eve dönerken ne alayım
Bu asla duygusal bir soru değil"

Pek çok babanın cevabından korktuğu ama sormaya mecbur olduğu bir sorudur bu. Yine "Önce Ölür Babalar" şiirinde de erkeğin bir baba olarak meta karşısındaki çaresizliğini okuyoruz.

"Önce erkekleri harcar hayat
Kombiler, benzinler, ekstreler yoluyla
Patronların evdeki üç çocuğu umursamazlığıyla
...
Önce ölür babalar
Çünkü yalnız çeneleri vardır
Koynuna cüzdanlarını alan kadınların"

Şair şiirin sonuna doğru sesini isyana bürüyor ve haykırıyor.

"Dünyaya gelmesin babaları mutsuz olan çocuklar
Ya da akciğer kanserinden ölmesin bir sigaralık ferahlığı olanlar."

"Adım" şiirinde de baba ve oğul ilişkisi üzerinden babanın çaresizliğini sunuyor bize şair.

"Oğluma iğne yaparken o hemşire sırıtmasaydı
Gülseydi bir kere tüm garipler, fakirler, evsizler."

Şair kendi oğluna da sesleniyor. "Bir Zamanlar Bu Ülkede" şiirinde;

"Sana koca bir kitaplık, koca bir ana, koca bir omuz / sana koca bir Türkiye, yeni değil" dizelerinde hem aile kavramına vurgu yapılırken hem de Türkiyenin köklü tarihine bir vurgu var. Aynı şiirin son dizelerinde şair acı bir gerçeği haykırıyor;

"Büyüdükçe dünyadan tiksineceksin
Sakın şaşırma."

"Altıpatlar" şiirinde de babalığın ağır yükü hissediliyor:

"Baba olmak kocaman bir taştır her an fırlamaya hazır
Fırlatılmaz baba çünkü sığmaz bir ele."

"Eve Dönemeyince" şiirinde ise şair baba'yı aile kavramıyla eşliyor ve ailenin varlığını babanın varlığına bağlıyor.

"Babalar eve dönemeyince hayat devam etmez.
Orada biter hayat ev için, ocak için.
Umut biter."

Kitapta yer alan şiirlerde şairin eleştirisinden nasibini alan bir diğer kavram da kentleşme ya da modernizm. "Uzaktaki Yakın" şiirinde kentleşmeye eleştirisini şu dizelerle yapıyor;

"Uzay çağında yaşıyormuşuz öyle diyor muhtar 
Belediye başkanı kol kola geziyor birkaç müteahhitle 
Bölünecek aileler gösteriyor, satılacak gönüller 
Kondular tehdit ediliyor, çocukların maçını kamyonlar bölüyor 
Hiç durmadan dönüşüyor arsız bir cehenneme."

Aynı şiirin devamında eski ve yeni sokak karşılaştırması görülüyor.

"Halk otobüsünde gebeler ayakta durunca
Çimen görmek için bilet almak zorunda kalınca
Evde ekmek kalmayınca ve gece karnım acıkınca
Karnımda taşırım yüreğimi çünkü kimseler duymaz açlığını
Açtır benim yüreğim yer sofralarına
Kapı tokmaklarına, misafir odalarına
Kimsenin kimseye sırtını dönmediği
Çocukların ayaklarını babalarının ağızlarına sokmadığı günlere açtır karnım
Geçmişin merakı geleceğimi yıpratır, yıpratır, yıpratır."

Modern yaşam "kiracı" diye bir kavramı da soktu hayatımıza. Kiracılık ve kiracıya bakış açısı da şairin eleştirisinden nasibini alıyor.

"Sondan Bir Önce" şiirinde; "aşırı yük yazıyor asansörde ben binince / kiracı olduğumu anlamış gibi yazıyor" dizeleri gündelik yaşamın her anında insanların ekonomik durumlarının ağırlığını üzerinde taşıdıklarının göstergesi. "Plaza Türküsü" şiirinde de modern insanın yozluğunu okuyabiliyoruz.

"...
Sokak çocuğundan korkarlar, gözleri security arar ve sonra hemen taksiiii"
...
Madencilere pek üzülürler yetin üstündeki madende her gün öldüklerini görmezler
...
Acayip muhaliftirler ev ve mobilya dergileri okuyup orta doğuyu çözerler
Masalarını paylaşmayı sevmezler ama askeri ve sınırları gereksiz bulurlar
...
Ne Türk müziği ne de Türk tarihi kabul ediyor nesai saatlerimi."

Şair; mü'min ve Müslüman tanımlarını da sorguluyor. Kentsel yaşam ya da modernizm içinde evrilen İslam'a bir karşı duruş sergiliyor. "Hayatı Kolaylaştıran Dizeler" şiirinde;

"Ne fena / cumaları Allah'a daha çok inanıyorlar" dizeleri ibadetin bir alışkanlığa dönüştüğünü gözler önüne seriyor.

"Akşamları" şiirinde; "Kaylûle / evine kat çıkan sahabeye selam vermeye Resûlün / genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / ... / evine selamsız ve ayakkabıyla girip / tuhaf sevinçler peşinde hikmet arayan sevgili rezil ümmet" dizeleri ise samimiyetimizi çoktan kaybettiğimizi gösteriyor.

"Altıpatlar" şiirinde; "insanın kendine yük oluşu bir varoluş problemi olamadı / omuzlarda dağların kaldırabildiği şeyler yoktu" dizeleri Allah ve kul arasındaki sırrın unutulduğunu söylüyor.

Şair, at ve yol üzerine pek çok imge kuruyor. Özgürlük ve yakınlaşmayı bu iki unsur üzerinden vermeye çalışıyor. Derviş yolda gerek düsturunca uzaklaşmayı yakınlığa şart görüyor.

"Atımı dürüstlüğün bahçesine bağlardım..."
"Adalar çok banaldir ama fayton güzeldir atlarımızın öldürüldüğünü bilmezler"
"Kılıçlarımızı ve atlarımızı geri alacağımız günleri bekliyoruz"
"Adıma uygun bir at bulsam buradan gideceğim"
"Atlarımız öldü dilimiz döndü amentümüz silinmedi göğsümüzden be hain"
"Son model her şeyden vazgeçip atlarımıza da kavuşuruz bir gün korkma"

Her şiirde bir sıkışmışlık, bunalmışlık var. Plazaların, gökdelenlerin, araba kornalarının, yetişilmesi gereken mesailerin arasında sıkışmış bir meczup, bizi özgürlüğe ve Dost'a çağırıyor. Bunu yaparken bütün riyakarlığımızı da yüzümüze vuruyor. Keyifli okumalar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com