24 Eylül 2018 Pazartesi

Nostaljik ütopyadan gerçekçi distopyaya

Bazı düşünürlerin ortaya koyduğu çalışmalar salt bilim içindir. Bazı düşünürlerse ideolojileri veya bağlı bulundukları organizasyona hizmet için fikir üretir. Düşünürlerin bazıları da vardır ki ürettikleri düşünceler insanlığın vicdanı gibidir. Zygmunt Bauman (1927-2017) bu minvalde tanımlanabilecek bir düşünür. Genel olarak modernleşme ve küreselleşmenin neden olduğu sorunları sosyolojik açıdan ele alan Bauman, Batı düşüncesi için bir ayna işlevi görüyor. Eleştirinin ötesinde daha çok özeleştiri mahiyetindeki çalışmaları ‘ilerleme’ temeli üzerine yükselen uygarlığın kendisiyle yüzleşmesine olanak sağlıyor. Çalışmalarında şahsını korumaya alarak bir kenara çekmiyor Zygmunt Bauman. Aksine, eserlerinde kendisini içine konumlandırdığı Batı uygarlığının insanlık adına yaptıklarının hüznünü ve huzursuzluğunu yaşadığını görüyorsunuz. Zygmunt Bauman son derece realist bir filozof. Aynı zamanda çok az düşünürde görebileceğimiz duygulu bir felsefesi var. O, felsefesini ne romantizme ne de realizme kurban ediyor. Bu iki fenomen arasında dengeyi kurmaya çalışması vicdani yönünü ortaya çıkarıyor sanırım.

Zygmunt Bauman’ın elinden çıkan tüm eserler pek alışık olmadığımız sosyo-felsefi yoğunluğa sahip. ‘Sosyologlar tespit yapar, çözüm sunmaz’ şiarına karşın Bauman hatalara işaret ederek çözüm önerileri sunuyor. Bu niteliği sosyolog titrli çoğu düşünürde görmek pek mümkün değil. Diğer taraftan onun gerçekçiliği idealistliğine mani olmuyor. Eserleri değerini evrensel ölçülerde insana ‘nasihat’ veren bilge üslubundan alıyor diyebiliriz. Sel Yayınları’ndan çıkan Retrotopya da onlardan. Yüz almış dört sayfalık kitabın çevirisi Ali Karatay tarafından yapılmış. ‘Bauman özgünlüğü’nü yansıtan kitap isminin ilginçliği içeriğine de yansımış. Yani içerik de bir o kadar özgün. Retrotopya ‘hibrit’ bir kavramsallaştırma. ‘Geçmiş, geriye, geride’ anlamlarına gelen ‘retro’ ve ‘olmayan yer’ anlamındaki ütopya kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Ütopyadaki mekân geleceğe atıf yapan hayali bir yerdir. İnsanın refah ve huzur içinde yaşayacağı biçimde idealize edilmiştir. Retrotopya, geçmiş ve gelecek karşıtlığını insanın sahip olduğu paradoksal gerçekliğiyle örtüştürüyor.

Kitap; giriş ve sonuç dışında dört bölümden oluşuyor. İlk bölüme “Hobbes’a Dönüş mü” ismini vermiş Bauman. Bilindiği gibi Thomas Hobbes’un (1588-1679) siyasi bir kavramsallaştırması olan Leviathan modern anlamda devlet-toplum ilişkini/oluşumunu anlatır. Çatışmayı bırakıp bir arada yaşamaya karar veren insan bazı haklarını devlet denilen organizasyona devretmiştir. Bu sayede ‘yalnız yaşayamayan insan’ için toplumsal düzenin sağlanması amaçlanmıştır. Kendi haklarından feragat eden bireyin hakkını bireye ve topluma karşı devlet gözetecek ve savunacaktır. Bu durum yeni bir hukuk ve yaşam tasavvurunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Daha eşitlikçi, daha güvenli, daha adil bir düzen öngörülmektedir. Bauman, insanlığın bu öngörüsünün hiç bir zaman gerçekleşmediğini savunuyor. Ona göre insan uygarlık aşamasına geçmiş olsa bile ilkelliğinden ve vahşiliğinden hiçbir şey kaybetmemiştir. İnsanlığın yok edemediği ilkelliğinin uygarlık etiketli estetik rötuşlarla veya bilim ilüzyonuyla makyajlanarak üzeri kapatılmıştır. Şiddet farklı adlar ve görünümlerde devam etmektedir. Leviathan bu sürecin meşrulaştırılmasıdır. Modern insan ya suni değerler üreterek vahşiliğini kamufle etmiş ya da mağduriyetlerinden faydalanarak “pis işlerini” gördürecek tetikçiler/taşeronlar bulmuştur. Bu anlamda sistem gizli bir kast yapısındadır ve uygun görülüp izin verilenler nispeten daha rahat yaşamaktadır. Günümüzde bu anlayışı “post-Leviathan” olarak tanımlamak mümkündür zira teknoloji vasıtasıyla küreselleşerek etki alanını genişletmiştir. Özellikle internetle birlikte tabana yayılarak görünüm değiştirmiştir. Yeni oluşumda insanlar aynı anda bireysel davranarak sosyalleşmeyi istemektedir. Bu sayede insan kendi gardiyanlığını kendi yapmaktadır. Sanal uygulamalar üzerinden hem ait olma hem de ayrı durma gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır. Beğen-paylaş (ya da tam tersi) insanın içinde bulunan vahşiliğin ve şiddetin postmodern tezahürüdür. Bu eğilim “uygar duyarsızlık” olarak tanımlanabilir. Süreç sonunda insanlık ‘çoklu Leviathan’ların saldırısı altında kalmıştır. Bu durum insanın ilkelliğinin ve vahşiliğinin meşrulaştırılmasının sonucudur.

Zygmunt Bauman “Kabileye Dönüş” başlığını verdiği ikinci bölümde iktidar ve siyasetin ayrıştığını belirtiyor. Bu dönemde devlet belirsizleşmiş, silikleşmiş ve otoritesini kaybetmiştir. Bireyin modernizmle kazandığı şey ‘Pirus Zaferi’dir: Bu sahte zaferde güvenlik için feda edilen şey ise özgürlüktür. İnsan bireysel kalmak istemekle kollektif hareket etmek arasında ikilemdedir. Geçmişin bilinirliğine karşın geleceğin müphemliği ümitsizliğe yol açmaktadır. Bugünün insanı bu durumu gelecek korkusu yaşayarak idrak etmektedir. Korkuları insanı geçmişe, geçmişin azametli mirasına yöneltmektedir. Çünkü tarih stabildir ve istenildiği gibi kurgulanmıştır. Ortaya çıkan nostaljik atmosfer kabileci anlayışın kapılarını aralar. Geleceğin müphemliği küreselleşme ile daha da dehşetli bir hâl alacağından insan aşina olduğuna yakın olmak istemektedir. Bauman’ın “kabilecelik” dediği bu eğilim insanı yakın çevresine yönlendirir. Bu aşamada devreye popülizm girer ve insanlar genel fayda yerine kimliklerini öne çıkaran politikaları destekler. Korku ve içe yönelim şiddeti meşrulaştırır. Şiddetin illa fiziki olmasına gerek yoktur. Postmodernizm ekonomik şiddetten dijital şiddete kadar geniş bir alanda yaptırım olanağı sunar. Uygulanan şiddet karşılık gördüğünde bir kısır döngüye girilir ve ırkçılık ya da terör saldırıları açığa çıkar. Günümüzde dünyanın içinde olduğu durum da tam olarak budur. İlkel bir eğilim olan kabilecelik modern anlamda ulusçuluktur ve ulusçuluk modern paradigmanın ürettiği insanın kendini güvende hissetmesi için önemli bir aparattır. İnsan olma üzerinden değil de ulus olma üzerinden hareket etmek haşmetli geçmiş özleminin açığa çıkışıdır.

Eserde “Eşitsizliğe Dönüş” başlığını taşıyan üçüncü bölümde toplumun ikiye ayrıştığı bu ayrışmanın zenginler ve yoksullar şeklinde gerçekleştiğini söylüyor Bauman. Üstelik bu ayrışma ya da kategorizeleştirme yeni değildir. Yoksul-zengin sınıflandırması ilkelliğin devamıdır. Modernizmle birlikte insanlık “yoksulluğu yok etme” gibi ütopik bir hedef koymuş ve daha önemlisi bu hedefe devlet eliyle ulaşacağını hayal etmiştir. Lakin bu romantik öngörü gerçekleşmediği gibi yoksulluğu üreten sorunlu emek-sermaye ilişkisi devlet tarafından sermaye lehine pekiştirilmiştir. ‘Refah devleti’, ‘sosyal haklar’ gibi iyileştirme çabaları neoliberal ekonomiyle birlikte tamamen kaybedilmiş, verilen haklar geri alınmıştır. Teknolojik gelişmeler ve hızla otomasyona geçiş istihdamı aşağı çekerken postfordizm tüketimi yukarı çekmeye dayalı bir sistem olduğundan zengin daha zengin yoksul daha yoksul olmuştur. Ortadan kaldırılmak istenen eşitsizlik (ve yoksulluk) daha da büyüyerek geri dönmüştür.

Kitaptaki dördüncü bölüm “Ana Rahmine Dönüş” başlığını taşıyor. Bauman göre koca bir pazara dönen dünyada işçi kesimi kolektif ruhu yitirmiş, bireyselliğe dönüşen hareket anlayışı başarıyı imkansızlaştırmıştır. Bu yeni durum nesnel etik veya ahlakın öznel faydayla çatışmasını doğurmuştur. Ortaya çıkan görelilik iyi-kötü kavramlarını kişiye ve duruma göre değişkenlik gösterecek biçimde konumlandırmıştır. Çünkü etik ve/veya ahlak ile çatışan ego/benlik öznel faydayı gözeterek subjektifliği meşrulaştırmaktadır. Bugünün insanının öznel seçimi olan bireysellik doğal değil yapay yalnızlığı ortaya çıkarır. Sorunlu olan yapay yalnızlık ‘para’ ile giderilmeye çalışılır. Terapistler, danışmanlar, (sanal) eşlikçiler para odaklı çözüm önerileridir. Bu aşamada kişisel sorunların dış kaynakla çözülmeye çalışıldığı görülür. En önemli şey sorunlara dış güçlerin sebep olduğu söylemi ve inancıdır. Güven duygusunu zedeleyen bu anlayış insanı güvenli olana yönlendirir. İnsanın bildiği en güvenli ortam ana rahmidir. Bauman burada insanın ana rahmine dönüş isteğini insanoğlunun kovulduğu cennete dönme arzusuyla örtüştürüyor. İlginçtir ki insandaki ana rahmi tasavvuru da geçmişe dönüktür. Geçmişle kurulan güven ilişkisi güvensiz görülen gelecekten uzaklaşmaya neden olur fakat insanın paradoksal şekilde geçmişe özlemle içine gömüldüğü (sanal) dünya (ya da ütopya veya distopya) geleceğin parçasıdır. İnsan kurguladığı bu ütopyada gerçekte bireyselleşmeyi, sanalda sosyalleşmeyi arzular. Bauman’a göre tüm bu sorunların temelinde insanın kendini fazla önemseme problemi bulunmaktadır. Diğer bir sorun da insanın kendini tanımlarken öznel değerlendirmelerle ötekileştirdiği üzerinden konumlanmadır. Kimliğin belirleyicisi olan kültürel farklılıklar üzerinden ayrımcılık başlatılmıştır.

Zygmunt Bauman geçmiş ve gelecek arasında sıkışan insanın ütopya ve distopya karışımı bir gerçekliği yaşadığını söylüyor. Bu bağlamda insan belirsizlik içeren gelecek yerine ‘net’ olan geçmişe sığınarak çıkış yolu arıyor. Geçmişle kurulan bağ ‘bir zamanlar’ üstün bir varlık gösterildiği ‘kurgu’su üzerinde şekilleniyor. Kanıtlanabilirliği bulunmayan bu kurgunun gerçekliğinin olması gerekmiyor. Dolayısıyla gerçekte yaşanmamış ama geçmiş bir ütopya oluşturulmuş oluyor. Bu ütopyaya kendini kaptıran insan gelecekteki distopyaya doğru hareket ettiğini görmüyor ya da görmek istemiyor. İnsan mazide olmayan yerde yaşamayı seçerek büyük, nostaljik bir yanılsamanın içine giriyor.

Zygmunt Bauman’ın tespitleri, dünya görüşünü ‘tarih kutsamacılığı’ üzerinden oluşturmuş modern toplumları anlamak adına önemli veriler sunuyor. “Retrotopya” kavramsallaştırması ideolojik görüşü, siyasi duruşu, yaşam biçimi farketmeksizin içinde yaşadığımız toplumu deşifre ediyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder