4 Nisan 2018 Çarşamba

İnsanlığı ‘güç dengesi’nden ‘kültür dengesi’ne davet

Sekizinci yüzyılda başlayan Tercüme Hareketleri’yle birlikte 1970’lerde ortaya çıkan Bilginin İslamileştirilmesi şeklindeki kavramsallaştırmanın İslam tarihindeki en ilginç ‘entelektüel’ girişimlerden biri olduğunu düşünüyorum. İslam dünyasının birinci konunun hakkını vermemiş olmasının yakıcı sonuçlarını hâlâ yaşamaktayız. Diğer yandan ikinci konuya yeterince ilgi gösterilmemiş olması üzücü olmakla birlikte söz konusu çabanın entelektüel düzeyiyle ilgili olsa gerektir. Türkiye’nin mevzuya alakası ve katkısı ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durum! Her ne kadar hareketin önde gelen isimlerinden İsmail Raci el-Farukî’nin (1921-1986) Bilginin İslamileştirilmesi: Genel Çalışma Planı ve İlkeler isimli eseri Türkçeye kazandırılmış olsa da Mevlüt Uyanık’ın Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi adlı çalışması konuya dair daha kapsamlı bilgi sunuyor. Mevlüt Uyanık’ın eserinin hem konuyu ele alış biçimi hem de kaynak zenginliği açısından gerçekten takdire değer bir çalışma olduğunu söylemeliyim.

Yazıya Bilginin İslamileştirilmesi kavramsallaştırması üzerinden giriş yapmamın sebebi değerlendireceğim kitabın konuyla direkt bağlantılı olması. Yukarıda değinilen eserlerle birlikte okunulursa boşlukta kalan kısımlar daha rahat anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Zira çalışma belirli bir programın devamı niteliğinde. Bilginin İslamileştirilmesi kavramı İslamabad İslam Üniversitesi ve Uluslararası İslam Düşünce Enstitüsü ortaklığında 1982 yılında düzenlenen bir seminerde bir araya gelen Müslüman aydınların ortak çalışması sonucu ortaya çıkmış bir metne dayanıyor. Doğu ile Batı’nın Buluştuğu Yer adlı eser de söz konusu metnin sonraki aşamalarından birisi diyebiliriz. Kavramsallaştırma derinleştirilerek zenginlik kazandırılmış.

Mahya Yayıncılık etiketini taşıyan yüz yirmi yedi sayfalık eser Mısırlı akademisyen Muna Ebu’l-Fadl’a (1945-2008) ait. Yasemin Savur’un Türkçeye kazandırdığı çalışma "İslami Uyanışın Gündeminde Batı" alt başlığını taşıyor. Eser tipik Doğu-Batı karşılaştırmasından epeyce farklı. Yazar her iki medeniyet ve/veya kültürün bir noktada buluşturulup buluşturulamayacağını sorguluyor ve bir çağrı olarak tanımladığı bu sorgulamayı “Batı’yla mutedil ilişki ve her iki tarafı anlamaya, incelemeye bir davet” şeklinde belirtiyor. Biraz ütopist ve fazlaca iyimser görünen bu çağrı yapılırken elbette Batı’nın uygulamalarını meşrulaştırmak ya da tavrını olumlamak gibi bir çaba içine girilmiyor. Fadl, Doğu ve Batı karşılaştırmalarının bir anlamda İslam-Hıristiyanlık karşılaşması anlamına geldiğini söylüyor ve sürecin Batı’nın sömürgeleştirme ile işgalleri sebebiyle bir kültürsüzleştirme ve tarihsizleştirme şeklinde devam ettiğinin altını çiziyor. Şeklen fiziki sömürgeleştirme uygulaması bitmiş gibi görünse de Batı’nın Doğu’ya karşı devam eden oryantalist tutumu İslam ülkeleriyle sağlıksız bir ilişki kurmalarına neden olmaktadır. Diğer yandan Müslümanlar bu süreçte sömürgecilik sonrası, hatta sömürgecilik öncesi dönemden kalma tahribatla mücadele etmektedir. Bu açıdan hem içsel hem de dışsal bir sorgulama yapılması elzemdir. Zira topyekûn insanlığın davet edildiği bu itidal çağrısına Batı kadar -belki daha fazla- Doğu’dan da karşıt yanıt gelmektedir.

Fadl, “Batı sorunu” üzerinden yapılan tartışmalar içinde “özgün ve çağdaş bir girişim” olarak gördüğü “modern İslam düşüncesini yenileme” konusundaki görüşlerini “niyetimiz, mevcut projenin ruhunu ve konumunu vurgulayarak Batı ile buluşma meselesini ekonomik ve siyasi bağlamdan, ait olduğu yere, kültürel ve entelektüel alanlara taşımaktır” şeklinde belirtiyor. Bu amaçla yayınlanan Bilginin İslamileştirilmesi: İlkeler ve Genel Çalışma Planı göstermiştir ki, ortaya konulan çalışmalar “modern akademik dünyada -epistemolojileriyle ve yöntemleriyle- Batı mirasının parçası olan tarihsel bir kültürün yansımaları veya yan ürünleridir.”. Bu tablodan hareketle, eğer bilgi Batı merkezli zihniyetten arındırılmak isteniyorsa en başta “felsefenin, tarihin ve kültürün disiplinler üstü bir seviyede ele alınması gereklidir.

Yazar, İslam medeniyetinin kaderinin ‘güç dengesi’ne değil ‘kültür dengesi’ne bağlı olduğunu belirtiyor. Ona göre geleceğin kültürünü de belirlemesi gereken bu durum sadece İslam dünyası için değil tüm insanlık için geçerlidir. Fakat günümüzde siyasi kontrolü elinde tutan Batı çağdaş medeniyetin hızını ve yönünü de belirlemektedir. Diğer yandan Batı’nın bu belirleyiciliği tüm dünyada memnuniyetsizlik oluşturmaktadır. Hatta bu memnuniyetsizliğin tezahürü olarak Batı düşüncesi içinde ortaya çıkan eleştirel tutumlar bile fayda sağlamamaktadır. Yazar bu sorunu Batı’nın yapısındaki yanlış konumlandırılan güç dengesi ve medeniyetin üzerine kurulduğu temellerin yetersiz oluşuna bağlıyor. Müslümanlara bu noktada görev düşmektedir. İslam vasıtasıyla alternatif sunma potansiyeli olan Müslümanların kuracağı alternatif düşünce ve/veya sistem siyaset üzerinden değil kültür üzerinden gerçekleştirilmelidir. Fakat bunu yapabilmek için Müslümanlar evvela kendi değerlerini ve geleneklerini sorgulayarak “İslam kültürünü özüne dönüştürebilmeli, varoluşsal tevhidi yeniden kazanmalı ve (epistemolojik) bilgisini aktif hale getirmelidir”. Diğer bir deyişle, Müslümanlar kültürel bağımsızlıklarını kazanarak bugüne kadar Batı’ya verdikleri raeaksiyonel tepkiyi bırakmalıdır. İkinci olarak İslam dünyası Batı’yı yetkinlikle ele almak durumundadır. Bugün için Müslümanların Batıyı gözden geçirebilmesi demek bir yanıyla kendilerini gözden geçirmeleri anlamına da gelir. Zira Müslüman toplumlar İslam’ın öz kültüründen ziyade modern Batı zihniyetinin bir parçası durumundadırlar. Müslümanların Batı’yı ele alması ve yorumlaması için Kur’an’ı ve Sünnet’i gerçek mânâda anlaması, eleştirel bir gözle ele aldığı İslam kültürünü bilmesi, İslami bir perspektifle eleştirisini yapabildiği Batı kültürünü öğrenmesi ve bu konularda İslami perspektife uygun “özgün çıkarımlarda” bulunması gerekir.

Bilginin İslamileştirilmesi sürecini ele alan yazar, Batı bilgi sisteminin geçirdiği aşamaları ve hâkim konuma gelişini değerlendiriyor. İnsanın dine ihtiyaç duymadan varolabileceğini savunan modernizmin seküler temellerinin Batı düşüncesine kazandırdığı dışlayıcılık ve soyutlayıcılık postmodern dönemde de devam etmiştir. Bu durum Batı’nın diğer kültürleri önemsememesine neden olmaktadır. Fadl’a göre Batı’daki bu anlayış Bilginin İslamileştirilmesi noktasında önemli bir sorun olmaktadır fakat Müslümanların büyük bir kısmının da aynı tavrı takındığı görülmektedir. İslam dünyasında Batı’yı reddederek koşulsuz geleneğe bağlananlar ile geleneği reddederek doğrudan Batı kültürüne eklemlenen bu iki tavrın aynı noktada buluşması tam bir paradoks oluşturuyor. Bu tavırları nedeniyle Müslümanların Aydınlanma ve modernizm değerlerine sadakati de tuhaflığı arttıran bir başka durum olarak karşımıza çıkıyor. Tarihsel olarak bakıldığında Müslümanların oluşturduğu toplumlarda kültürel hareketsizlik, entelektüel kopukluk ve faaliyetlerde süreksizlik olduğu görülüyor. Sisteme entegre olmanın çare olmadığı gibi kendini soyutlayarak kabuğuna çekilmek ve bilgisizce korumacı bir tutum takınmak da çözüm sağlamayacaktır. Bakış açısının değiştirilmediği takdirde çözümün de olamayacağını söyleyen yazar, bugünün kültürel sorunun etkileşim halinde olmak veya uyum sağlamak değil, hâkim kültür karşısında öz kültürlerin terkedilişi olarak tanımlıyor. Müslümanlar kimliklerini kaybetmeden özeleştiri yapabilmeyi başarmalı ve yeni bir anlayış, mutedil bir bakış açısı ve kapsayıcı bir dil geliştirilmelidir. Bilginin İslamileştirilmesi süreci ölçütün, kültürün, düşüncenin ve değerlendirmelerin İslamileştirilmesi sürecini doğuracaktır.

Yazara göre Müslüman dünyasında entelektüel uyanış bir zorunluluktur ve İslam coğrafyasındaki geri kalmışlık salt teknolojik ve bilimsel eğitimle çözülemez. Zira hayat boşluk kabul etmez ve Müslümanların hayata dair sahip olamadıkları bilgi boşlukları Batılı disiplinlerce çabucak doldurulmaktadır. Batılı disiplinlerle ancak entelektüel uyanış sayesinde oluşmuş bir bilgi kuramıyla mücadele edebilir. Entelektüel uyanış epistemolojik bilinç ve sosyokültürel duyarlılığı arttırmaya yöneliktir. Müslüman toplumu dönüştüren İslami bilginin oluşturduğu kültürel yapı belirli bir aşamadan sonra Batı’ya yönelecektir. Bu bağlamda sosyal bilimlerin önemi daha iyi anlaşılmalıdır. İnsanlık için bir arayış hâline getirilmesi gereken Doğu-Batı karşılaşmaları bir rekabet ve mücadele alanı olmaktan çıkarılmalıdır.

Bilginin İslamileştirilmesi sürecinin teorik olarak değerlendirildiği eserde, bu sürecin nasıl işleyeceğine dair yapılan akademik ve entelektüel çalışmalara atıfla bilgiler veriliyor. Tarihsel gelişim ve mevcut durum ele alınarak projenin gerçekleşmesi halinde İslam dünyasına ve insanlığa katacağı faydalar sıralanıyor. Kitapta, Batı bilgi kuramının ortaya çıkardığı modern düşüncenin hayatın problemlerini çözemediği gibi fazladan sorunlar çıkardığı ve bu durumun tek alternatifinin Bilginin İslamileştirilmesi ile ortaya çıkacak “tevhidî epistemoloji” olabileceği iddia ediliyor. Hem geleneksel kültürün hem de Batı kültürünün eleştiren tevhidî epistemoloji sayesinde entelektüel uyanış gerçekleşecek ve sonrasında İslam kültürünün oluşturduğu bir toplum yapılanması meydana gelecektir. Kendi özüne dönen bu kültürel yapı doğal olarak Batı kültürüyle karşılaşacak ve sorun çözmede daha mahir olduğu için insanlığın faydalanacağı bir oluşuma dönüşecektir.

Her şeyden önce kitapta değinilen yöntem ve uygulamaları gerçekleştirebilecek özgüven ve özgünlüğe sahip bir toplumun oluşması gerekir. Aksi durumda bugünkü görüntüden çok da farklı bir manzara ile karşılaşmamız mümkün görünmüyor. Modernist ya da gelenekçi eğitimden/terbiyeden geçmiş bugünün Müslümanları hayatı dünyevi ve uhrevi olarak ikiye ayırdıkları düalist yapıyı terk ederek tekli bir anlayışa sahip olmak durumundalar. Ancak bu şekilde bir anlam bütünlüğü ve kültürel başarı sağlanabilir. Bu bağlamda Batı karşısında Müslümanların acziyetini yalnızca bilim ve teknolojide geri kalmaya indirgemek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Özellikle Müslümanların sahip olduğu bu zihniyet arızası günlük yaşamdan ideallere, siyasetten ekonomiye, edebiyattan sanata kadar hayatı tam anlamıyla kuşatan bir kültür sorunu olduğu görülüyor. İslam dünyasındaki bu ve benzeri sorunlar üzerine entelektüel manada esaslı bir çalışma yapılmaması bir yana yapılan çalışmaların tümüyle Batı kültürünün yeniden üretimi sağlayan popülist uygulamalar olduğunu görüyoruz. Sonuç itibariyle gerek bu eserden anlaşıldığı üzere ve gerekse bu eserin temsil ettiği Bilginin İslamileştirilmesi projesinin önemine karşın gördüğü yetersiz ilgi yakın zamanda Müslümanların durumunda pek bir değişiklik olmayacağını gösteriyor diyebiliriz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder