14 Şubat 2018 Çarşamba

Bir baba, bir dost: Nâzım Hikmet'i daha iyi anlamak

“Babanın rolü yüz öğretmeninkine bedeldir."
- George Herbert

Edebiyat dünyası, çocukluğunda veya yetişkinliğinde babasıyla türlü problemler yaşayan yazarlarla doludur. Franz Kafka, Cemal Süreya, Dostoyevski bir çırpıda sayabileceğimiz isimlerdendir. Bu problemlerin başında farklı dünya görüşleri, siyasi ayrımlar, dinî farklılaşmalar gelebilir fakat bu anlaşmazlıklardan çok iyi eserler de çıkmıştır.

Nâzım Hikmet’in Memet Fuat’a cezaevinden yazdığı mektuplardan gördüğümüz ise daha farklı bir baba oğul ilişkisinin olduğudur. Sadece Nâzım Hikmet’in yazdıklarını okuyabilsek de, Memet Fuat’ın da babasına karşı bir sevgisinin olduğunu hissedebiliyoruz. Memet Fuat Nâzım Hikmet’in öz oğlu olmasa dahi karşılıklı ve sağlıklı bu baba oğul ilişkisi, örnek alınabilecek bir baba oğul iletişimi de sunuyor bizlere. Üstelik, Nâzım’ın, Memet Fuat’ın annesi Piraye’yi aldatmasına rağmen, Fuat’ın Nâzım’la iletişimini kesmemesi de aralarındaki bağın kuvvetli olduğunu gösteriyor. Tabii ki bu duruma herkes aynı tepkiyi vermez, ekstrem bir durumdur ancak kuvvetli bir bağ olduğunu da inkâr edemeyiz.

Sözcükler Yayınları’ndan ilk basımı 2016 yılında yapılan “Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar” kitabı, asıl ilk baskısını 1968’de Memet Fuat’ın sahibi olduğu de Yayınevi’nden yapmıştır. 150 sayfadan oluşan kitap, 1943-1950 yılları arasında Bursa cezaevinde bulunan Nâzım Hikmet tarafından oğluna yazılan, uzunlukları birbirinden farklı 53 mektuptan ve bu mektuplarda isimleri geçen bazı şiirlerin kitabın sonuna eklenmesinden oluşuyor.

Kitabın ilk yayımcısı Memet Fuat, kitabın başındaki “Birkaç Söz” adlı yazısında, mektuplarda kırıcı olmasın diye çıkarılan bir iki cümlenin, bir iki adın ötesinde herhangi bir değişiklik olmadığını söylüyor. Daha önce İthaki Yayınları’ndan neşredilen Nâzım Hikmet’in yazdığı “Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar” adlı eserde, hem hiç değişiklik olmamıştı hem de mektuplar nasıl yazıldıysa o şekilde basılmıştı. Bu sebeple birçok harf hatası dahi görüyorduk. Bu tür eserlerde yapılan değişiklikleri pek olumlu göremesem de, kitabın değeri olduğu yerinde duruyor. En önemli Türk şairlerinden biri olan Nâzım Hikmet’in, öz oğlu olmadığı halde nasıl bir sahiplenmeyle Memet Fuat’a mektuplar yazdığını bu kitap ve Memet Fuat olmasaydı öğrenemeyecektik.

Mektupları okurken ön planda hissedilen ilk şey sevgi ve bunun hemen yanında edebiyattır. Kendisi de bir edebiyatçı olan Memet Fuat’ı teşvik eden, yol gösteren, eserlerindeki hataları düzelten kişi büyük şair Nâzım Hikmet’tir. Memet Fuat’ın da şansı Nâzım’ın oğlu olmasıdır. Bursa cezaevinden Kemal Tahir ve Orhan Kemal gibi iki romancı yetiştiren Nâzım Hikmet, aynı zamanda oğlunu da yetiştirmiştir. Bu açıdan baktığımızda ‘verimli hapishane yılları’ gibi görünse de, eğer dışarıda olsaydı neler olabileceğini tahmin etmek zor değil. Zaten kendi de Memet Fuat’a sürekli, hapishaneden ancak bu kadar yardım edebildiğini ve dışarıda olsaydı çok daha iyi işler yapabileceklerini söylüyor.

Nâzım oğluna her zaman sevgi sözcükleriyle ve cümleleriyle yaklaşıyor. Memo dediği oğluna, büyük aşkı Piraye’ye duyduğu sevginin hemen yanında yer veriyor: “Dünyada en çok sevdiğim insanlardan biri anandır ve senin sevgin hemen bunun yanındadır ve ondan ayrılmaz.” “Sana oğlum derken içimin nasıl saadetle dolduğunu henüz kestiremeyecek kadar gençsin.

Kitap 93. sayfaya ve 34. mektuba kadar edebiyat ve hayat ekseninde dönüyor. Edebiyat açısından Nâzım’ın özel bir hayranlık beslediği Gorki, Şolohov, Balzac, Zola gibi isimler yer buluyor. Bu isimlerin mutlaka okunması gerektiğini oğluna söyleyen Nâzım Hikmet, bu yazarlarla ilgili tespitleri de ona yazıyor. İlk mektupla son mektup arasında yedi yıl var. Bu süreç, Memet Fuat’ın 17-24 yaş arasına denk geliyor. Yani yazı hayatına yeni yeni başladığı yıllar. Bu açıdan onun yazı hayatının temelini Nâzım Hikmet ve onun önerdiği yazarların belirlediğini söyleyebiliriz. Burada Nâzım’ın ilginç tespitlerinin de bulunduğunu ve birçok kişinin bu tespitlere katılmayacağını söyleyebiliriz. Özellikle dünya yazınında önemli yerde bulunan Andre Gide ve Proust hakkında dediklerine birçok kişi katılmayacaktır:

Romanı, hikâyeyi boş bir gevezelik, ukalalık doldurmak sanalar mütereddilerdir. Bilhassa bu son harpten önceki kısır Fransız romanının tesiri altında kalanlardır. Halbuki yine bu harpten önce hiç de kısır olmayan bir Fransız romanı vardı ki –onun en iyi mümessillerinden biri Andre Malraux’dur (Andre Maurois değil) ve dilimize çevrilmiş İnsanlığın Hali diye bir de kitabı vardır ve okumanı tavsiye ederim –işte bu verimli romancılığı değil de, Andre Gide’lerin, Prosut’ların filan hazım zamanları gevezeliğini okuyanlar ve onun tesiri altında kalanlar elbette ki sana o yanlış sözü söylerler.

İkili arasındaki mektuplardan hayat hakkında çıkarımlar da yapabiliyoruz. İstemediği bir tercümeyi parasız kaldığı için yapmak zorunda kalan Nâzım Hikmet, aslında hemen hemen 70 yıl öncesinden teknoloji çağındaki insanın durumunu da görüyor ve istemediği işlerde çalışanların varlığından bahsediyor. “Ne yaparsın, bugünkü dünyada insanların büyük bir çoğunluğu sevmediği işleri yaparak hayatlarını kazanmak zorundadırlar” diyerek oğlunun böyle bir durumda kalmamasını temenni ediyor. Mektupların hemen birçoğundan Nâzım Hikmet’in Memet Fuat’ı düzgün, onurlu ve iyi bir edebiyatçı olarak yetiştirme telâşında olduğunu görüyoruz. Bu, onu tenkit ederken de överken de mektuplara yansıyor. Muhtemelen bunu en iyi anlayan kişi Memet Fuat olmuştur.

Nâzım Hikmet’in, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda siyasetin daha çok konuşulduğunu ve edebî konuların seviyesinin daha yüksek olduğunu okuyanlar görecektir. Oğluna yazdığı mektuplarda ise siyaset neredeyse hiç yok ve edebî konular daha açık ve seviyesi biraz daha düşük olarak tartışılmış. Bunun böyle olması da gayet doğal aslında. Fakat her iki durumda da Nâzım Hikmet’in edebiyata verdiği yoğun önemi fark edebiliyoruz. ‘Kurtuluş edebiyatta’ ilkesiyle hareket ediyor Nâzım ve bunun için sadece kendi yazdıklarına değil çevresinde bu işlerle uğraşan birçok kişiye yardım etme telâşına giriyor.

Kitabın 93. sayfasından sonra mektupların konuları biraz değişiyor. Piraye’yi dayısının kızı Münevver Berk’e âşık olarak aldatan Nâzım Hikmet, Münevver’in de kocasına dönmesiyle iyice yalnız kalıyor. Tabii bu süreçten sonra Piraye de Nâzım’a mektup yazmayı kesiyor ve Nâzım Hikmet’in oğluna yazdığı mektupların çoğunda Piraye’den haber alma telâşı başlıyor. Kendini, yaptığı şeyden dolayı “Bir an önce gebermeyi isteyecek kadar kendi kendimden iğreniyorum ve kendime karşı, fert insan olarak kendime karşı en ufak bir saygım kalmadı” ve “Ben dünyanın en iyi, en yiğit, en namuslu insanını, annemizi arkadan bıçaklamış, bunu yaparken de sırf kendi belden aşağısının zebunu olmuş, iradesiz domuzun biriyim” şeklinde tanımlıyor. Ara ara edebiyattan, Memet Fuat’ın edebî hayatından, hikâyelerinden konuşsalar da aslında tek isteği Piraye’yle barışmak olan Nâzım Hikmet’in çaresizliği mektuplarda net şekilde mevcut. Şaşırtıcı olan ise Memet Fuat’ın, annesini aldatan Nâzım Hikmet’le iletişimini devam ettirmesi. Birçok kişi için vicdan sorgulaması yaptıracak bu durumda keşke Memet Fuat’ın neler düşündüğünü öğrenebilseydik.

İlk mektuplarda daha çok bir baba oğul mektuplaşmasını görürken son mektuplara yaklaştıkça iki edebiyatçının mektuplarına şahit oluyoruz. Mektuplarda sıkça karşılaştığımız magazinsel durumlara bu mektuplarda çok rastlamıyoruz ve en azından 93. sayfaya kadar daha yoğun edebiyat ve hayat temalı yazılar okuyoruz. Bunları Nâzım Hikmet’in yazmış olması tabii ki değerini artırıyor bu mektupların. Şairin Piraye, K. Tahir ve oğluna yazdığı mektupları aslında bir bütün olarak okumak gerekiyor. Bunları okuduğumuzda bir eş olarak, bir baba olarak ve bir dost olarak şair Nâzım Hikmet’i daha iyi anlayabiliriz. Zaten bir insanı mektup ve hatıratlarından başka en iyi nasıl tanıyabiliriz ki?

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder