31 Temmuz 2014 Perşembe

Karşındaki değil, kalbindekidir: Sen

Ben seni sevdim seveli kaynayıp coşdum
Aklımı yağmaya verip fikrimi şaşdım
- Güfte, Beste: Hammâmîzade İsmâil Dede Efendi

Ömrüm seni sevmekle nihâyet bulacaktır
Yalnız senin aşkın ile rûhum solacaktır
- Güfte: Fitnat Sağlık, Beste: Yesârî Asım Arsoy

Hayatın her ânında musikiden uzak olmamız hem mümkün değildir, hem de mümkün olmamalıdır. Biz, doğarken de ölürken de tabiri caizse musikisiz gitmeyiz öte dünyaya. Doğarken kulağımıza okunan ezan da, ölürken ardımızdan okunan mevlid de musikîdir. Düğünlerimizde derneklerimizde daima musikî vardır. Bu, bildiğimiz ve daima görgüsüzlüğüne maruz kaldığımız çalgı çengi havasında değil, bir ahenk içinde olmaktadır. Ahengin bir anlamı da uyumdur. İnsan olmanın temelinde de kendiyle uyumlu, ruhuyla bedeni arasındaki uyumdan haberdar, uydurmadan ve uyuşuk olmadan yaşayan, yaşamaya çalışan bir ahenk yatar. Duyduğu her sesi müzik zannedenlerin şüphesiz "Müzik haramdır!" deyip bir kenara atmalarını da anlamak lâzım. Kulağın işittiği sesi gönül de işitmiyorsa o müzik değildir, sestir. Sesi müzik yapan bir şey vardır, o da ahenktir. Zaten şarkılar da söylenirken sırf ağızla söyleniyorsa şarkı olmaz, belki parça olur. Şarkı gönülle söylenir. Bu yüzden içimizi ısıtan yahut kalbimizi titreten bir ses işittiğimizde derhâl döner bakarız. Bitince de okuyana "Gönlüne sağlık" deriz. Bu minvalde duymakla işitmek arasındaki farka da dikkat etmemiz lâzım. Güzel ses işitilir, yani dikkat kesilerek hissedilir. Fakat sesin iyisi kötüsü, her halükarda duyulur, zira maruz kalınır. İşitme, itaat etmenin de bir vesilesidir. Dolayısıyla "Kulak, ulaktır" sözüne iştirak edebiliriz.

Resûl-i ekrem'in estetik anlayışı üzerine ülkemizde henüz adamakıllı bir şey yazılmadı, belki söylenmiştir. Neden çevresindeki yüzlerce sahabe arasından ezanı Bilâl-i Habeşî'ye okuttuğunu düşünmek lâzım. Neden çevresinde binlerce ashabı arasından Abdullah b. Mes'ûd'a "Oku!" diye buyuruyor. Devam edelim, Abdullah bin Mesud buna cevaben "Ya Resûlallah, Kur'ân size inmişken sizin huzurunuzda nasıl okurum?" diye endişe ettiğinde İslam peygamberi "Benim dinleme zevkim ve keyfim olmasın mı yâ İbn-i Mes'ûd" diye buyurmuştur. İşte bir Muhammedî âşık olan Hazreti Mevlânâ Celâleddîn-î Belhî Rûmî de asırlarca nice insanın gönlüne hitap eden Mesnevi-i Şerif'ine "Dinle" diye başlar. Sandukasının üzerinde de  "Kardeş! Mezarıma defsiz, neysiz, mûsikisiz gelme. Zîrâ Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz!" yazar ki vasiyeti olarak kabul edilir kimilerince. Bunun yanında rebap sesini cennet kapılarının gıcırtısına benzeten bir Hazreti Mevlânâ'dan bahsediyoruz. Dolayısıyla, ne her sesi müzik zannedelim, ne de her ses aletinden çıkanı şarkı, ki Ömer Tuğrul İnançer hoca da müziğin dışlanması ve kimilerince haram olarak kabul edilmesi hakkında şöyle söylüyor:

"Âletin, paranın, çulun, kılın dini olmaz. İnsanın dini olur. Piyano gâvur da ney Müslüman mı? Hangi kafa söylüyor bunu? “Her şeyi sizin için, sizi kendim için yarattım” diyen bir Allah’ın kuluyuz. Müziğin zatının haram olduğuna dair ayet mi var? Ama müzik aynı zamanda nefsi okşayan, eğlenceye kullanılan, günümüzde bilhassa “show buisness” olarak kullanılan bir şeydir. Kötüye kullanılmış olması zâtını bozar mı? Kâbenin içine put koymakla kâbenin şerefi eksildi mi? Öyleyse müziğin şerefi de eksilmez. Doğduğunda kulağına okunan ezan da, öldüğünde arkandan okunan mevlid de müziktir. Efendim ezan başka, o insan sesi… Sen sadece aletten çıkanı mı müzik zannedersin? En yüksek musikî âleti insan gırtlağıdır. Bunlar boş lâflardır."

Bestesi ve güftesi Muzaffer İlkar'a ait nihâvend bir eser olan "Şarkılar Seni Söyler", gönül perdelerini sonuna kadar açacak, mûsikinin dile geldiği bir kitap. Bu kitapta Ahmet Özhan söylüyor, Ömer Tuğrul İnançer de söylenenin kim olduğunu, yani "Sen"i arıyor. Ararken de bulduruyor. "Aramakla bulunmaz; lakin bulanlar arayanlardır" denmiş, iki isim de söyleşirken aranan ve bulunana gönüllerince hitap ediyor. Çünkü gönlümüzde yer edinmiş en hakiki eserlerde daima "Sen" var, yani "O" var.

"Ömrümün güzel çağı içimdeki bir heves / her güzelin ardından tükendi nefes nefes" derken Mecdinevin Tanrıkorur, öyle bir bestelemiş ki Emin Ongan, sanki hemen ardından Yunus Emre'nin "Ben dost ile dost olmuşam / kimseler dost olmaz bana" ilahisi geliyor kalbe. Bestekârını da anmadan geçmeyelim ki o da Derviş Kânunî Cüneyd Kosal'dır. Dikkat edilirse bizim müziğimizdeki tasavvuf etkisi her akılda kalan, gönüllerde yer edinmiş eserlerde görülecektir. Bu eserleri besteleyenler yahut güftesini yazanlar direkt olarak tasavvufla ilişkisi olan, yahut olmadığı halde hocaları tasavvufla bağlantılı olan kimselerdir. Dolayısıyla kitapta tüm eserlerin neyi tespit ve tespih ettiği apaçık ortaya çıkarken, Türk mûsikisinin de dünya müziklerinden biri değil, başlı başına incelenmesi gereken müzik alanı olduğunu yeniden görüyor, okuyor ve dinliyoruz.

Yine bizim Yunus "Ahd ile vefalar / zevk ile safalar / bu yolda cefalar / çekmeğe kim gelir" diye sorarken, Doğan Ergin vesilesiyle bize dinlemek için nihâvend makamı yardımcı olur. Hemen ardından yine aynı makamdan devam edersek, Seyyid Seyfullah Hazretleri'nin "Bu aşk bir bahr-i ummândır buna hadd ü kenâr olmaz" nutkunu bizlere Yeniköylü Hâdî Bey dinletmiştir. Güftelerimiz ve bestelerimiz, tıpkı dilimiz ve dinimiz gibi birbirini tamamlayan, bizi biz eden şeylerdir. Bu şeyler, öyle şeylerdir ki, Hüseyin Sîret Özsever'in "Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün" adlı muazzam güftesini Şükrü Tunar'a hüseynî makamında besteletmiştir. Peki neden ihtiyar olmuştur Sîret Bey? Yaşı çok geçkin bir dönemde tasavvufa intisap etmiştir. İşte o zaman "Ak pak olmuş saçlarımda bîkarar oldum bugün" demiştir. Akıllara Necip Fazıl'ın "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" dizelerini getirircesine. Nitekim eserin son dizesi, aslında durumun ayan beyan kanıtıdır: "Bir muhabbet neş'esiyle ilkbahâr oldum bugün / ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün."

Şarkılar O'nu söylerken, çok da gereği yoktur sözü uzatmanın. Söz de gönül gibi çok uzun bir yoldur. Gönülden gönüle giderse o yol, aşk olur. Aşk olsun. Şarkıların neyi söylediğini bilmek, bilmeye çalışmak, aramak ve bulmak, işte bunlar da hakiki aşkın sorumluluğudur. İnsan olmaya çabalayanın sorumluluğu da dinlemek, en önemlisi de neyi dinlediğini bilmektir. Söylerken de dinlerken de, bilmek...

Yağız Gönüler

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Kaybetmenin ve kazanmanın sonsuz döngüsü

"İnsan Postuna Bürünmüş Köpek", Beyaz Zenciler’le yeraltı edebiyatına adını altın harflerle yazdırmış Ingvar Ambjörnsen’in bu yıl 4. basımıyla yeni yeni fark edilmeye başlanan gizli kalmış romanlarından.

İlk basımı 1982 yılında yapılan kitabın yayın hakları Ambjörnsen tarafından Ayrıntı yayınlarına yalnızca iki adet nargile karşılığında verilmiş. Banu Gürsaler’in kusursuz çevirisiyle Türkçeye kazandırılan İnsan Postuna Bürünmüş Köpek bu yazın sağlam okumalıklarından olmaya aday.

Yazarın ana karakteri Saron isminde işsiz, güçsüz, günübirlik yaşayan hayata ve insanlara karşı ters noktada duran bir adam. Kitabın kendisine ve içsel yaşantısına ayrılan ilk bölümünde uyuşturucunun da etkisiyle dağılan Saron’un kafasına giriyoruz. Oslo’da Kristal Palas isimli izbe bir yerde tasvir edilen Saron yazarın diğer bölümlere nazaran kısa tuttuğu bu ilk bölümde bol bol felsefe yapıyor. Okurun sonradan da anlayacağı üzere Ambjörnsen, Saron’u bol mayınlı bir yolculuğa çıkarmadan önce mücadeleye hazırlıyor. Kitapta sıkça kendisine yer bulan günah çıkarmaların en büyüğünü belki de Saron bu bölümde yapıyor. Kendisi, çevresi, yaşantısı ve ilişkilerine dair olan tekil konuşmaları sırasında Saron’un İlse’siyle tanışıyoruz…

İlse Saron’un kapanmayan yarası. Kristal Palastan dışarı çıkıp gerçek hayatla yüzleşme nedeni. İlse Saron için bir amaç, kaybedilmiş bir kadının kaybolmayan ruhu. Saron’un kendisinden ayırmaktan korktuğu hayali.

"Bir kıymık saplanmıştı içime… Kimseye belli etmeden acı çekiyordum. En büyük acı, başkalarıyla paylaşmaya cesaret edemediğin acıdır."

….Diye anlatıyor Saron İlse’yi sadece kendisine… Saron’un hikayesini şekillendirilen karakter olan İlse okurla mesafesi korunan bir karakter. Saron’un sahiplenici tavrından ötürü İlse ile okur arasında hep bir duvar var. Hikaye boyunca Saron’a ne kadar yakınlaşabiliyorsak İlse’den o denli uzağız. Ancak Ambjörnsen usta yazarlık yeteneğini tam bu noktada devreye sokup hikayeye Mita karakterini dahil ediyor. İlse’nin özlemini iliklerinde hisseden onu aradığını zannederken aslında kendisini kaybeden Saron mecburi olarak gittiği Amsterdam da Hotel Paranoya isimli bir otelin barında tanıştığı Mita’yı paranoya haline getirip önce onun sonra da kendisinin sonunu yazmaya başlıyor.

Saplantıların insan ruhunda yarattığı tahribat, uydurulmaya çalışılan iki farklı bedenin çarpışmasından doğan büyük patlamalar, vicdanın önemini kaybettiği yaşamlarda aranan vicdan kırıntılarının götürdüğü noktalar Ambjörnsen’in kaleminden büyüleyici bir tonlamayla dökülüyor…

Mita’da İlse’yi bulduğunu zannederek onu kendi hayatına usulca çeken Saron kısa sürede Mita’nın İlse olmadığını fark ediyor. Bu fark gerçekleştiğinde ise Mita, Saron için bir obje halini alıyor. Ancak hayati bir obje! Yokluğu hayal bile edilemeyen sinsi bir bağımlılıkla kendisine zincirlediği özgürlük isteyen bir obje.

"Mita asla İlse’nin görüntüsünden başka bir şey olmadı benim için. Bu gücü taşımak için bir insan gerekliydi. Ve kader de Mita’yı seçmişti. Mita’nın kim olduğu umrumda bile değildi. Mita benim ideallerimi sarmalayan örselenmiş bir ambalajdan başka bir şey olmadı hiç. Bütün resimler daha iyi görünsünler diye çerçevelenir. Mita, benim tutkumun etrafındaki çerçeve…"

Bir günah çıkarma seansı esnasında kendisine itiraf ettiği bu sözlerde Mita’nın Saron için anlamı okura açıkça veriliyor ve yazar uyarıyor! Mita ve Saron arasındaki ilişkiye alışmayın! Nitekim durumu fark eden Mita, Saron’un avuçlarından uçuyor. Mita’yı kaybetmek Saron’un üzerinde ikinci bir İlse kaybı yarattığında ise roman gerçek anlamda başlangıç çizgisinden uzaklaşıp tekinsiz yollara doğru ilerlemeye başlıyor. Mita’nın peşinden soluğu Norveç’te alan Saron, İlse'den izler taşıyan bu kadından vazgeçmiyor. İkinci bölümün sonlarına doğru daha da şiddetlenen Mita, İlse ve Saron arasındaki ilişki Ambjörnsen tarafından beklendiği gibi noktalanıyor.

Kandırmaktan korkmayan, defalarca aldanan, kural tanımaz, kendi özgürlüğüne hapsolmuş Saron Mita’yı kaybettikten sonra hikayenin başından beri kafesinde tuttuğu köpeği serbest bırakıyor. Aradığını bulamamanın tekrar ve tekrar kırılıp parçalanmanın acısını kendisini parçalamakta buluyor. Kitabın üçüncü ve son bölümünde heyecan, arayış, kovalamaca ve Saron’un maddi hikayesi noktalanıyor. Yazar son on sayfada kutsal kitabı ve karakterine çıkartıp attırdığı tüm günahları bir araya getirip insan postunda bir köpekle okuru yüz yüze bırakıyor ve neye inanmak isterseniz ona inanmakta özgürsünüz diyerek sahneden çekiliyor. Ambjörnsen’in romanı önceki yazım çalışmalarına göre Daha steril ve akıcı, hedefe kitlenmiş bir vaziyette soluk soluğa ilerliyor, bitiş çizgisinde beklenmeyen sürprizler yok ama karşılanma biçimleri ve sunuştaki farklılık memnun ediyor. Kaybetmenin ve kazanmanın sonsuz döngüsünde kendisine yer bulmak isteyenler için İnsan Postuna Bürünmüş köpek uğranabilecek en doğru adres…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

24 Temmuz 2014 Perşembe

Istırabın ve kurtuluşun şiirleri

Haddimce bu kitabı önermek için "Yedi Güzel Adam" dizisinin tatile girmesini yahut bitmesini bekledim. Hayatı iğne iplikle dizen şairlerin diziyle tanınması yürek burkan bir hadise. Ancak dünya değişiyor öyle değil mi? Diziler de bir işe yaramalı. Bize edebiyat öğretmeli, tanıtmalı falan... Arkadaşlar televizyon ve edebiyat, bir cümlede yan yana gelemeyecek iki kelime. O yüzden araya "ve" koydum. Merhum şair Erdem Bayazıt ise bu "ve"yi ters çeviriyor; Fethi Gemuhluoğlu'nun aziz anısına yazdığı şiirde, "Sebeb ey" diyor:

"Her sabah bütün bitkiler iştahlı bir çocuktur
Emer emer emerler toprak anayı
O sultan hazinesi o hep veren sonsuz cömert anayı
Yeşil hayat kırmızı hareket sarı sabır emerler
Ve veyaz îman çizer sesini
Tamamlar kavisini"


İz Yayıncılık'ın 1993 yılından beri bastığı "Şiirler"de, Erdem Bayazıt'ın Sebeb Ey, Risaleler, Gelecek Zaman Risalesi adlı üç eseri toplanmış. Kitabın girişinde, bir sayfa boyunca (Adil) Erdem Bayazıt tanıtımı var. Şimdiye kadar gördüğüm en nitelikli tanıtımlardan. Hemen yanında da şair şöyle sesleniyor içindekiler bölümünden evvel:

"Okuyucuma!
Şiir diye bir ömür tüketek yazdıklarım
İki saatte okunuyor
Bundan ucuz ne olabilir
Havadan başka?"


Birazdan Gün Doğacak, Karanlık Duvarlar, Risaleler, Gelecek Zaman Risalesi ve Nida Beyitleri bölümlerinden oluşan kitaptaki şiirlerin sonlarında hangi tarihte ve nerede yazıldığı, yayımlandığı da belirtilmiş. Okuyucu için bunlar kaliteli bir şiir okumasına imkân sunuyor. Hangi şartlarda yazıldığının düşünülmesine daha elverişli oluyor. Mesela "Boşluk-lu Yaşamak" şiiri, Rasim Özdenören'in dediğine göre Erdem Bayazıt'ın 1958'de Kahramanmaraş'ta bir idama tanık olmasından ötürü yazılmıştır. Birkaç kez değiştirerek yani üzerinde çalışarak şair bu şiirini sosyal hareketliliğe ve toplumun dokusuna uygun bir hâle getirmiş, şairdeki tarihçilik görevini de îfâ etmiştir. O şiirden bir bölüm:

"Adamın dar adımları bunu anlamalıyız diyorum ben
Adamın göğe bakmayı unutması bu beni boğacak
Kalabalık bağırıyor / anlamıyorum

Canavar diyorlar / anlamıyorum
Niye ağlamıyor bu adam / bağıramıyor
Ayaklar boşlukta / üç ayaklı terazi sallanıyor
Kalabalık simit yiyor sigara içiyor
Siz hiç gördünüz mü mosmor uzun ıslak paçaları korkak idamlığı insanlar gördü

Ayaklarına kara kan oturmuş ben çorap sandım diyor biri"

Rahmetli Şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı, “Bir genç adam için şehrin ıstırabını, bozulmuş törenin, inançsızlığın, faziletsizliğin tepkilerini alışılmış düzenden yılgınlığı ve isyanı ve İslam’da kurtuluşun güzelliğini, maddeden kaçışı, köye kasabaya kaçışı ısrarla anlatan şiirler...” olarak niteliyor Erdem Bayazıt'ın şiirlerini. Onun şiirlerindeki ıstırap, tepki, yılgınlık ve isyanı bu dönemin modernizm eleştirileriyle donanan şiirlerinde de görüyoruz. Fakat şair, ortada bırakmıyor. Maddeden kaçarken maddenin asıl hakkını nasıl aradığını ve bu yüzden kaçtığını okuyucusuna sezdiriyor. Bu yüzden Behçet Necatigil de yine onun şiirleri için "Barbar güçlerin, teknolojinin yıktığı, Tanrı’dan kopardığı insanın manevî kurtuluşunu arayan Sebeb Ey...” yorumunu yapıyor.

"Bir yıldız kayıyor kayıyor kayıyor
Bir dal uzuyor uzuyor
Bir gül kanıyor bir seher vaktinde
Yanıyor bir ateş için için
İçimde içimin de içinde
Bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda
Aşkın bir adı da yorulmamaktır."


Merhum Mehmet Kaplan, “Erdem Bayazıt’ın şiiri değil eski dindar şairlerinkinden, Mehmed Âkif’inkinden de çok farklı bir şekil ve üslûpla yazılmıştır...” yorumu fakire kalırsa Risaleler şiirlerinin etkisinden olmalı. Mesela bir Savaş Risalesi vardır ki sadece başını yazsam neyi anlattığını anlamaya yetecektir:

"Güneşin
Mızrakların ucuna takılıp
Kaldığı
Bir vakitte
Diriliş erlerinin yüreklerinden yayılan
Bir depremle
Sarsılıyordu arz."

Ölüm Risalesi ise, Fahr-i Kâinat'ın irtihalini anlatır. Son dizelerdeki sözler, diyecek söz bırakmaz.

"Sonra eğildi sevgilinin yüzüne
Sürdü bulutlanmış gözlerini
O güzellikler ülkesine
Baktı baktı ve dedi:
Hayatında güzeldin
Ölümünde güzelsin
Öldün
Bir daha ölmeyeceksin...""


"Şiir öldü" dese de Mustafa Kutlu, şiiri ölüler yaşatıyor. Şiir de bir daha ölmüyor. Erdem Bayazıt'a rahmetle, şiirine sevgiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Temmuz 2014 Salı

Kendi bayramını yaşa(t)mak

Men talebenî vecedenî ve men vecedenî arafenî.
(Kim bana talip olursa beni bulur, beni bulan beni bilir.)
- Hadis-i Kudsî


Çün sana gönlüm mübtelâ düştü
Derd ü gam bana âşinâ düştü
Kim seni buldu, kendi yok oldu
Vaslına ey dost can baha düştü

- Niyâzî-i Mısrî 

İnsanoğlu hiç durmadan gelişen teknolojiyle öylesine oyalanıyor ki, gece uykusuna çekilmek üzere yatağa gireceği saati bile unutuyor. Ardından uykusuzluk, yorgunluk, mutsuzluk ve akabinde hiçbir şeyden memnun olmama hâli geliyor. Bu hâl hiç de geçmiyor. "Yaşam koçu" adı verilen kapitalizmin bekçileri bu yorgun arkadaşları çeşitli sıfatlarla ve hastalıklarla isimlendiriyor: Y kuşağı, tükenmişlik sendromu, huzursuzluk hastalığı ve daha neler neler. Eskiden hasta lafı kullanılmaz, şimdi bizim hastane dediğimiz yerlere de şifahane denirmiş. Buradaki incelik, bir gönül meselesidir. Hasta olana tekrar hasta demektense, şifayı arayıp bulması gerektiği yeri işaret eden kelimeler vardır. Kelam, şifadır. Karacaoğlan "Mecliste arif ol kelamı dinle / el iki söylerse sen birin söyle" derken dinlemenin aynı zamanda dinlenmek olduğunu da anlatır, anlayana.

İnsanın kendi manasının peşinde hiç düşmediği devirlerdeyiz. Kimse kafasını insan olmaya dair bir şeylere patlatmıyor. Ya yalanlar ya da bombalar patlıyor. Olan da insanlara oluyor. İnsan kendi manasının, bu dünyaya neden geldiğinin, kendi anlamının ve dolayısıyla gönlünün derdine düşmüyor. Çünkü yollar kapalı. Üstelik yolları kapayan da kendisi. Düşünün ki sabah aşırı tükettiğimiz besinleri vücudumuzdan atmak için akşam spor yapıyoruz. Yani sabah da akşam da para harcıyoruz, ne için? Fazla tükettiklerimiz için. Halbuki sabah az tüketilse akşama da insan kendini tüketmeyecek. Kendimize, yani gönlümüze doğru yürünebilir yolları parklarda arıyoruz kolumuzdaki akıllı saatlerle. Kaç kilometre yürüdüğümüzü öğrenip seviniyoruz. Adımlarımızı her seferinde yorulmak için atıyoruz, dinlenmek için değil. Okunacak güzelim kitaplar arasından kendimize saçma sapan aşklar, yalanlar ve küfürler icat ediyoruz. Aşksız kalıyoruz, yalancı oluyoruz, küfre batıyoruz. İnsanı hayvandan ayıran estetiğin ve edebin ne farkına varıyoruz, ne de merak ediyoruz. Tüm bunlar için gönül gözümüzü bir an evvel açmamız gerekiyor. Gönül gözümüzü açmamız için de gönlümüzü kitaba, gözümüzü de kelama vermemiz gerekiyor. Aksi ise gözsüz bir gönül, hatta ne göz ne gönül olacaktır. Bakın güftesi Nâhit Hilmi Özeren'e, bestesi Râkım Elkutlu'ya ait bayâti makamındaki eser ne diyor: "Ne bahar kaldı ne gül ne de bülbül sesi var / ne o cânân, ne bir ümmîd, ne gönül neş'esi var."

Gönül gözünü açtığımızda cânân, ümmîd, neş'e bizimle olacak ve bütün bunlar ilim, irfan, kültür ile birlikte gelecek. İşte tasavvuf, gönül gözünü açmak için orada duruyor. İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer ve Galatasaray Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un TRT İstanbul Televizyonu’nda birlikte yaptıkları kısa sohbetlerden oluşan bu kitap, gönül mimarisi dersi veriyor. Burada mimarlık diploması ne işe yarıyor, ne de herhangi bir diplomaya gerek var. Zira insan olmak için diplomaya ihtiyaç yoktur. Adam olmak için âdem olmak lâzımdır ve bu olma süreci için en temiz yol da, tasavvuftur. Bu yola çıkış yakıtı da aşk. Hiç bitmeyen ve bitmemesi gereken yakıt, aşk.

Ömer Tuğrul İnançer'den: "Nefsden, benlikten kaynaklanan ve istifade etmeyi hedefleyen arzu ve meyiller, aşk değildir, sevgi bile değildir. Aşkın kantarı fedakârlıktır, ne verebiliyorsan o kadar âşıksın."

Kenan Gürsoy'dan: "Bütün problemlerin temelinde, ama bütün problemlerin temelinde gönüllerin kararması var. Eğer siz gönlü parlak bir ayna haline getirebilirseniz, orada zaten enaniyet, egoizm de kalmıyor."

Akleden, "akıl eden" bizim mantığımız değildir, beynimiz hiç değildir. Kalbimizdir. Bu yüzden "akleden kalp" denmiştir. Güzel bir şiir okuduğumuzda, lezzetli bir eser dinlediğimizde, hoş bir manzaraya baktığımızda kalp ritmimiz artar. Beynimizde herhangi bir şey değişmez. Kalp krizinin sebeplerine bakıldığında dahi, tüm ruhumuzun ve bedenimizin "yaşadığı" kalbimizin nelere göğüs gerdiğine bir anlam verilebilir. Nitekim bilgeler bilgesi Muhyiddin İbn Arabi, "Kalp, arştan da geniştir" der. Dil de kalbin tercümanıdır. Ne ilginçtir ki İbn Arabi'nin içinde "tercüman" kelimesi geçen üç büyük eseri vardır. Bunda ârif olan ya da olmak isteyen için büyük anlamlar vardır diye düşünüyorum.

Bayram yaklaşıyor. Her birimizin içinde ayrı dertler olsa da, hepimizin içine devasını getirecek olan yalnız O'dur. "Ben yalnızım" diyen O'ndan çok uzaktır. Gönül gözümüzü açacağımız, içimizde dışımızda daimi bayramlar yaşayacağımız günler için, ruh bayramımız için, bir yerlerden ama sağlam bir yerlerden başlamamız için yine kitaba davet ediyor bu fakir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Yolda geçen hayatlara

Eğer uzun yolculuklar hep hayaliniz ve biraz da parasızsanız, bu kitabı okurken çıldırabilirsiniz. Çünkü çoğu zaman beş kuruşsuz adamların yaptıklarını okuduğunuzda buna mani olmanız çok zor.

Jack Kerouac Amerika’ya Kanada’dan göçmüş üç çocuklu bir ailenin en küçük çocuğudur. Okuduğu lisenin futbol takımında başarılı olmasının ardından Columbia Üniversitesi’nden spor bursu olarak üniversiteye başlamış, ardından sakatlık dolayısıyla futbolu bırakmak durumunda kalınca okulu da bırakmaya karar vermiş. Bu süreçte şair Allen Ginsberg’le ve yazar William S. Burroughs ile daha sonra da Neal Cassady ve Beat Jenerasyonu olarak tanınacak diğer isimlerle tanışmış.

Büyük bir kısmı otobiyografik olan kitapta, Jack Kerouac ve aradaşlarının Amerika’yı doğudan, batıya, kuzeyden, güneye her tarafını defalarca nasıl katettiği anlatılır. Jack, Neal ile tanıştıktan bir iki hafta sonra beraber yolculuğa çıkar ve kitapta buradan başlamaktadır. Jack’in babası ölmüş ardından Neal ile tanışmıştır. Her zaman kendini yollara vurma planı olan ama bir türlü beceremeyen Jack ise hayatının adamını bulmuştur. Artık yollara çıkma vaktidir. Yolculuklarında temel prensipse, her zaman gitmek için bir hedef vardır ama önemli olan gidilen yer değil, yoldur. Bir yerden diğer yere varıncaya kadar geçirdikleri zamanı çılgınca değerlendirme derdindedirler. Bu yıllar boyunca süren, zaman zaman mola verilen bir seyahattir. Bu süreçte sıradan bir insan hayatında yaşanacak şeylerin de, türlü insan ilişkilerinin de tümü yaşanır. Evlilikler, çocuklar, para biriktirmeler ve çalıp, çırpmalar... Bu seyahatlerin büyük çoğunluğunda ortak arkadaşları da beraberlerindedir ama gidilen yerler değiştikçe arkadaşlar da değişir. Onlara en çok eşlik edense Neal’ın hiçbir zaman kopamadığı, ayrıldıklarında bile dönüp aradığı uzatmalı sevgilisi Louanne’dir. Bu insanları buluşturan ortak noktalarıysa alkol, kadınlar, uyuşturucu, müzik ve coğrafyaya olan meraklarıdır ve hepsi başka bir hayatın peşindedirler. Yolculuğu gidilecek yerden daha çok severler çünkü, yolda özgürlük vardır ve herhangi bir şeye bağlanmak onlara göre değildir. Yolda onlara bazen dostları bazen sevgilileri bazen de otostopçular eşlik eder. Bütün her şeyin sonunda Amerika yeniden keşfedilmiştir. Aynı zamanda kitabı okurken Jack’in entellektüel birikimi her an şaşırtacak şekilde okuyucuya yansımaktadır.

Kitap yedi yıl süren bir serüveni anlatır. Jack Neal’dan ayrıldıktan sonra tam yirmi iki günde yazmıştır bu romanı ve büyük bir kısmı gerçeklerdir. Yazılış şekliyse en az hikayesi kadar etkileyicidir. Kerouac bu kitabı yazarken tek bir rulo kullanmış ve hiç paragraf kullanmamıştır. Kitap yazıldıktan altı yıl sonrasına kadar kendisine bir yayıncı bulamaz fakat sansürlü yayımlandıktan sonra Amerika’nın en ilgi gören kitaplarından biri olur. Kitap sansürlü olarak yayımlanmıştır çünkü yaşanan hayat düzenden uzak, sürekli polisle başı dertte adamların hayatıdır. Yayımlandıktan sonra en çok ilgi çeken şeylerden biri “Beat” kelimesidir. Gazetecilerin en çok ilgisini çeken şey budur ve bir süre sonra Jack ve arkadaşları “Beat Kuşağı” olarak anılmaya başlarlar. Aynı zamanda gençler kitaptan çok etkilenmiş, espresso ve Levi’s satışlarında patlama yaşanmıştır. Kitap Amerika’da raflar yerine tezgah altlarından satılmaktadır çünkü, ruhu gereği kitap, İncil’le beraber en çok çalınanlar listesindedir. Şüphesiz ki bu kitap hayatımda gördüğüm en çılgın adamların hayatını anlatıyordu ve sayfa olarak değil ama hayatımın en uzun kitabıydı. Bu adamların yaşadıklarını kendi hayat anlayışına göre biçimlendirip yaşamak bir insanın en büyük hayallerinden olabilir. Bu kitabı okuduktan sonra içinizdeki gezgin dışarı fırlayabilir ve şimdilik unutmaya çalıştığınız düşüncelerinizi ve planlarınızı engelleyecek gücü kendinizde bulamayıp hemen kendinizi yollara vurmak isteyebilirsiniz.

Kitaptan sadece birkaç satırlık bir pasaj;

Manhattan’da karanlık bir sokakta durmuş, arkadaşlarımın parti yaptığını zannettiğim bir çatı katı dairesinin penceresine sesleniyordum. Ama harika bir kız çıkardı başını pencereden ve “Evet? Kim o?” dedi ve ben “Jack Kerouac” dedim ve adımın hüzünlü, boş sokakta yankılandığını duydum. Hadi yukarı gel“ diye seslendi bana “sıcak çikolata yapıyorum.” Ve yukarı çıktığımda oradaydı: hep, uzun zamandır aradığım, saf, masum bakışlı kız. O gece ona evlenme teklif ettim ve o da bunu kabul etti. Beş gün sonra evliydik.

Tuna Beyrut
tunabeyrut@gmail.com

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Toplumsal gerçeğin yüzlerine bir bakış

“Hepimiz en az iki yüzlüyüz!”

Emrah Polat’ın Yüzler romanı bu cümleyle açılıyor. Her halükârda insanın en azından kendine sakladığı bir yüzü olduğu göz önüne alındığında romana dair ciddiyet arayışındaki okur için bir uyarı niteliği taşıyor bu cümle…

12 Eylül’ün çetin günlerinden kalan tortularla boğuşmanın, en azından 12 Eylül’ü güncelleyerek yeniden yaşamamıza neden olan mevcut düzenle de boğuşmak anlamına geldiği bu günlerde, karşılaştığımız farklı yüzlerin esasen aynı olan kalıplarının görülmesini isteyen bir yazar talebi ile karşı karşıyayız. Bu talep öznel bir tespit olarak değerlendirilebilecek olmakla birlikte; roman boyunca varoluşsal, toplumsal ve bireysel düzeylerde karşılanabilecek durumda olduğu gözden kaçmamalıdır. Ki burada bir eserin okuyucu için alımlama sürecinde yazarın meselesiyle tam bir uyum içinde değerlendirilmesinin beklenemeyeceği hatırlanmalıdır: Bu durum özellikle roman sanatı gibi teferruata eğilme imkânı sağlayan bir sanat için de en az şiir gibi daha muğlak ya da yoğun sanatlardaki kadar mevcuttur. Yazar için roman; birey üzerinden hareket ederek ulaşmak istediği geneli, kendi belirlediği çerçevenin içinde sunmak imkânı barındırır.

Kundera, daha sonra anlatı iskeletini oluşturacak farklı duyumsal uzamlardan söz etmeden önce “Roman hayali kişiler üzerinden görülen varoluş üzerine bir fikir yürütmektir” (Kundera,2005:97) derken, bu sanatın modern yönüne ağırlık veriyor görülmektedir: Nietzsche’nin dönemsel bir karakteristiği gösterme amacına yönelik Tanrı’nın ölümünü ilan edişiyle de açık olan birey odaklı dünya, roman sanatı için mecburî bir istikamettir. Değerlerin değişmesinin doğal bir sonucu olarak sanatsal imin kendisi kadar gösterileni de dönüşmüştür. Tıpkı sinema sanatında olduğu gibi yeni dünya, yeni araçlar ve yeni bir dile ihtiyaç duymuştur. Bu yenilik, modern insanın algısını biçimlendiren olgusal değerlerin yansımalarıyla bir yol bulabilmiştir ki bu değerlerler maddeci kavrayış, nesnel bilimsellik, toplumsallık ve bunların arasında inkişaf eden bireyselliktir. Bu yönden bireyi bir sonuç olarak kıymetlendirme gereği ortaya çıkacaktır -ki modern toplumsal yapıların tıpkı bilimsel sonucu merkeze alan bilme anlayışları gibi birey de- dünyayı açıklamak için bir merkez niteliğindedir. Bu merkez, roman okuyucusunun –tüm modern ve postmodern sanatlarda olduğu gibi- sanatsal imi görme biçimine doğrudan müdahale edecek, yön verecektir. Birey üzerinden varoluşa ilişkin fikir yürütme faaliyeti, modern okuyucunun algısına uygun olarak farklı tabakalarda tecessüm ederek toplumsal ve bireysel açılımlar taşıdıkça “gerçekleşmiş” bir romandan söz edilebilir. Ki bu tarihsel temaların tarihle sınırlı olmadığı, sosyal sorunların sosyalle, bireysel duygu ve yazgının da bireyle sınırlı olmadığı bir anlatısal düzlemi gerektirmektedir. Bunu başardığı ölçüde gerçeğin soğukluğuyla sanatın yüzleşebilmesi imkânı bulunabilmektedir.

Emrah Polat’ın romanı, bu gerçekliği “yüz” imgesi etrafında anlamın soğukluğuna paralel olarak gösterirken tarih, toplum, birey odaklarına yaslanarak yol alıyor. Kısa bir romana göre yoğunluğu dengeleyen bu anlatıda, insanın taşıdığı yüzlerin onu yazgısından dışarı çıkarmayacağı, sonsuz bir tekerrür fikrine de kapı aralıyor. Bu yönden romanın arka planı diyebileceğimiz 12 Eylül ve sonrasında yaşananlar, birer belirleyici olarak anlamlı bir bütün oluşturuyor. Nihayetinde içinde soluğumuz toplum açısından 12 Eylül, sadece ortaya çıkmış bir siyasal krizle sınırlı değil, aynı zamanda toplumun yeni yüzler kazanmasına sebep olacak kırılmaların da milâdıdır. Bu kırılmaları Özalcı politikalarının toplumu yıkıp yeniden inşâ etmesi, sosyal dünyanın bir kat daha maddîleşmesi gibi bazı sonuçlarıyla değerlendirmek, gerçek yıkımı belki görmekten mahrum edecektir. Ancak romanın diliyle söylersek yaşanan sürecin esas tesiri ortaya çıkan yüz kıtlığına rağmen ironik bir biçimde yüz enflasyonu olmuştur. Ki 12 Eylül ile birlikte köşeyi dönmek isteyen kalabalıkları işini bilen memurlar yönlendirirken devreye sokulan liberal ekonomik uygulamalar, Menderes’le birlikte meşrulaştırılan yağmanın “hür teşebbüs” adıyla ekonomik sisteme sabitlenmesi söz konusudur. Bu sistemin siyasal gerek ve sonuçlarından fazla olarak değerler dünyasında ortaya çıkan ve bireylerce de adapte olunan bütünlüğünde gidilecek yönler değil, aynı istikamette ilerlerken takılacak maskeler öne çıkmıştır.

Yüzler romanının kişilerinin bölümleri adlandıran kimlikleri göz önüne alınarak derlendirildiğinde Nazım, Arif ve Orhan’ın geçmişe ait ve anlıksal duruşları öykü boyunca üç düzeyi paralel olarak yansıtacak biçimde kurgulanmıştır denilebilir. Bu kurgulamanın anlatısal olarak farklı katmanlara denk geldiğini, bu katmanlarınsa zamansal yönden bazı temsiliyetleri içerdiği söylenebilirse de bu değerlendirmenin romanı basitleştirmeye hizmet edeceği açıktır. Ne var ki Yüzler, -bu zamansal bölümlere ayrıştırılarak- siyasallaştırılabilecek bir roman olarak değerlendirilemeyecektir. Neticede her eylem biçimi gibi roman yazmak da bir araç mesabesine indirgenebilir ve bu yönden Türk roman tarihinin oldukça verimli bir inceleme sahası olduğu bilinmektedir: Sadece toplumsalcılık ya da sosyalist gerçekçilik anlamında içerik üretilmesi biçiminde değil Türk romancılığı en başından beri sosyal değerlendirmelerin sunulduğu –ve hatta empoze edilmek istendiği- bir öyküleme yöntemi ile hemhâl olmuştur. Bu değerlendirmenin kapsamına Halid Ziya’nın didaktizmi, Yakup Kadri’nin seküler ahlâkçılığı, Peyami Safa’nın kafası karışık küresel çatışmacılığını dahil ederek düşündüğümüzde siyasal olanın anlamı açığa çıkacaktır…

Ancak Yüzler’in anlatıcısının durduğu yerin okurun dikkatinden kaçmayacak olması ve roman kişilerinin geçmişe ait anı ve bakışlarınn siyasal çıkarımlara yaslanmakta olması, siyasal bir tezden ziyade varoluşsal bir konumlanmayla ilişkili görülüyor. Bu konumlanmada siyasal olan, mevcudu biçimlendirmekle veya biçimlendirilmiş bireyin bugününü izah etmekle sınırlıdır. Ki babasının geçmişi ile ilişkili olarak bugünle irtibatlandırılan Nazım’ın “harcanması” siyasal olmayanın da son tahlilde siyasal olacağını doğrular bir niteliktedir. Yine Orhan’ın yazgısını duygusal anlamda Arif’le kesiştiren nokta olarak “aşk”, sadece sosyal çevrenin biçimlendirdiği ölçüde bir acı kaynağına dönüşüyor: Arif’in evlilik sorunu ve Orhan’ın Nazan’ı yitirmesi, doğrudan olmamakla birlikte toplumsal yapının içsel eleştirileriyle görünür hâle geliyor.

Burada N. Gün Uzun’un romanda “kadın”ın olmadığına dair eleştirisi bir başka yönü açıyor. Gerçekten de roman üç erkeğin öyküsünü içerirken bireysel ve sosyal varlıklarından öte kadınların temsilî düzeydeki varoluşları dikkat çekiyor: Orhan’ın Nazan’ı ve Nazım’ın annesi gibi Zeynep ve Naz da Arif için tamamlayıcı bir öğe durumunda: “hapisane sonrası standartlara uygun, sınıf atlamış, hayatını hale yola koymuş adam” fotoğrafının tamamlayıcısı (…) sıkıntılı ve tatminsiz yozlaşmasının hem kaçışı hem sonucu olan, parayla satın alınan haz”zının bir nesnesidirler bu kadınlar. (Uzun,2013) Bu anlatımınsa olumsuz değil olumlu bir ihtiva olduğu söylenmelidir: Yukarıda sözü edilen 12 Eylül yıkımının kadın ve kadınlık değerlendirmelerini de alt üst ettiği ve kadının sosyal dünya içinde yeniden pozisyon alması ile sadece kapitalist sistemin tüketim ve haz nesnesine dönüşmekle kalmayıp erkek dünyası için de bir anlam daralması yaşadığı açıktır. Bu yönden romanda vurgulu olarak görülmeyen kadın yüzlerinin, yine siyasal bir kaymanın neticesi olarak ele alınabileceği değerlendirilebilir. Ancak bugüne ilişkin durumu görünür kılmak adına geçmişin bir kontrast sağlayacak şekilde sunulmamasının bir eksiklik olduğu da söylenmelidir.

Yüzler, bir süreç romanı olarak toplumsal gerçeğin farklı veçhelerini katmanlar hâlinde sunarken gerçek yüzlerin yer altına itildiği bir maskeli baloyu da hatırlatıyor: “Burada kendimi temsilen bulunuyorum” diyen Oğuz Atay karakterlerinde sıkça gözüken nesnel kimliklerin zorunluluğunun kaynakları sergileniyor. Atay’ın ironiden hareketle sunduğu çatışma, Polat’ın romanında da acıdan beslenerek toplumsal algıdaki arabesk kültürüne yaslanıyor. Bu arabesk, Ankara’nın görülmek istenmeyen esmer yüzü ile süslenerek modernliğin harabeler yaratan kültürel yıkıcılığında şekillendiriliyor. Bu sebeple mekânsal olarak romanın Mamak, Seyranbağları gibi muhitlerde akışı, bir anlamda son otuz yılda dayatılan modernleşme maskesinin gerisine de işaret ediyor. Bu maskenin ise tarımın kapitalistleşmesi ile başlayan ve neoliberalizmle son bulan bir maceranın süreğenliğinde bütün bir ülkenin yüzünü örtmeye yaradığı gibi bugüne ilişkin algıları da biçimlendiriyor olması, romanın meselesi açısından dikkate değer bir sunum yapıyor.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

13 Temmuz 2014 Pazar

Nostalji ve tükeniş arasında eski Ramazanlar

Ramazan ayındaki dini ve sosyal etkinliklerin gündeme getirilmesi, nostalji olarak sürekli “eski Ramazan”lardan bahsedilmesi modernleşen Türk kültürünün en önemli argümanlarından biri oldu. Çok partili hayattan önce “eski Ramazanlar” nostaljisinin bu kadar yoğun olup olmadığını bilemiyorum ama bilhassa televizyonun evlerimize girmesinden itibaren Neoliberal iktisadi kültürün etkisini gösterdiği 1980’lerden sonra enikonu bir Ramazan nostaljisi sürekli “ekran”larda tartışılır oldu. Eski Ramazanlar vurgusu genellikle çocukluğa aittir. Anlaşılan o ki Ramazan en fazla çocuklukta yaşanır. Bugün yaşı 70’lerde olan zevata eski Ramazanları hatırlattığınızda pek de olumlu cevap alamazsınız. Onlar için eski Ramazanlar, yokluktur, iftar ve sahurda çekilen sıkıntıdır.

2000’li yıllardan sonra Ramazan’ı yaşama kültürü çok daha farklı boyutlar aldı. “Görünür dindarlığın” önemli bir veçhesi olarak Ramazanları idrak etmek, restore edilmiş daha doğrusu imal edilmiş eski Osmanlı sokaklarında, televizyonlarda, gecelerde, kamusal iftarlarda mümkün olmaktadır. Neoliberal kültürün ayak izlerinin duyulmaya başladığı ilk yıllarda, 80’lerde evlerde verilirdi toplu iftarlar. Akrabalar sırayla birbirini davet eder ve çok büyük kalabalıklar evlerde toplanır, birlikte iftar açılırdı. Neoliberal kültürün, özgürlük, bireysellik ve piyasa mantığı sonucunda ev iftarları ortadan kalktı. Görece dindarlığın arttığı 2000’li yıllardaysa “dışarıda iftar” açma geleneği başladı. Şehrin “ulu” ve maneviyatı yüksek bir camisine, türbesine yapılan ziyaretin ardından lokantalarda iftarını etme, dolaşma, akşam ve yatsıyı kılma, Ramazan’a özgü eğlencelikleri ve ürünleri tatma kültürü en hızlı dönemini yaşıyor. Bunda tabi belediye organizasyonlarının etkisi büyük. Eski Ramazanlar, Hacivat – Karagöz, Direklerarası, Sultanahmet eğlenceleri, meddah gibi etkinlikleri de göz önüne alırsak Ramazan bizde en azından modernleşme tarihimiz itibariyle bir “eğlence” unsuru olarak da gelişmiştir. Halit Fahri Ozansoy’un Eski İstanbul Ramazanları kitabında anlattıkları, hatıraları, Ramazan’ın Müslümanlar tarafından içeride yani evinde ve kendi iç benliğinde yaşandığı gibi asıl toplu ve dışarıda yaşanmaya teşne olduğunu gösteriyor. II. Abdülhamit döneminde toplu kamusal etkinlikler serbest olarak Ramazan’da gerçekleşebilme imkânı bulabilmiştir. Ozansoy’un belirttiğine göre Ramazan Bayramı sevinçle beraber hüzün de getirirmiş: “Ramazanda, istibdat devrinin hürriyete benzer aldatıcı bir hava içinde serbestçe eğlenmeğe bıraktığı halk, bütün bir ay bundan geceli gündüzlü istifade etmiş, bir tarafta niyaz ve ibadetini yaparken, bir taraftan da bol bol eğlenmiştir. Şimdi yine inik kafesler arkasında, ayaklı veya asma lambaların tavanda dairesi çizilen ölgün ışığında aynı mistik hayat, aynı hülyalı geceler yeniden başlayacaktır.

Dergâh Yayınları Halit Fahri Ozansoy’un tüm kitaplarını Yakup Öztürk’ün editörlüğünde yeniden yayımlıyor. Bu kapsamda yayınlanan Eski İstanbul Adetleri yazarın gözünden İstanbul Ramazanlarını anlatıyor. Kitabın girişinde Öztürk, Türk edebiyatında Ramazaniyeleri anlatan kısa ama önemli bir sunuş kaleme almış. Ozansoy’un bu anıları, Ramazan’ın bireysel yaşanmadığını, bazı adetlerin pide almak, türbeleri ziyaret etmek gibi etkinliklerin her dönemde mutlaka yerine getirildiğini göstermesi bakımından önemli. Yazarın başka Ramazan anılarından farklı olarak uhrevi atmosfere, derin ibadetlere, Ramazan ibadetlerinin verdiği huzura temas etmesi Ramazan’ın bağlamını göz önünde tuttuğunu gösteriyor. Bu anılar eski Ramazanlar nostaljisinin dayanaklarını da çok net biçimde ortaya koyuyor esasında. Ramazan gelmeden önce yapılan hazırlıklar, evlerde herkesin kendisinin yaptığı Ramazanlıklar bugün artık Neoliberal kültüre bağlı olarak iyiden iyiye kalktı. Hazır gıdalar, hazır tatlılar, hazır sahurluklar eski Ramazanlar nostaljisini açıklıyor elbette. 80’li hatta 90’lı yıllardaki “bayramlık alışverişleri” de Ramazan’a, Ramazan kültürüne ve bayrama dolayısıyla eski Ramazanlar kültürüne dahildir. Günümüzde bayramlık için alışverişe çıkma kültürü neredeyse bitti. Çünkü yıl içinde mütemadiyen kıyafet alındığı için, bayram nedeniyle alınıp bir yıl giyilen elbiseler, tasarruf, tutumluluk ile birlikte ortadan kalktı. Yine eski Ramazanlar nostaljisini doğuran bir başka gelenek, toplu ev ve akraba iftarları da yok oldu. Ozansoy’dan öğrendiğimize göre, iftar yaklaşırken “çatkapı” iftara gelmek bir saygının yani ev sahibine verilen “kıymetin” örneğiymiş. Bu toplu ev iftarlarından sonra okunan şiirler, beyitler de yok oldu gitti. Belediyelerin organize ettiği sokak iftarları, iftar çadırları, buralardaki gösteriler, eğlencelikler, “dışarıda iftar açma” gelenekleri, evde yapılan bireysel iftarlardan sonra televizyonlardaki hocaların attıkları tiratlarla neşelenen menkıbe ve hadis eksenli anlatı programları eski Ramazanlar nostaljisini daha da artıracak. 2000’li yıllardan sonra Müslümanları etkisine alan göstermeye, kamuya dayalı yeni dindarlık, nostaljinin ötesinde tükeniş içinde olduğumuzu da açıkça anlatıyor.

Ercan Yıldırım
twitter.com/Ercnyldrm1
* Bu yazının tamamı Star Kitap'da yayımlanmıştır.

11 Temmuz 2014 Cuma

Cahil cahil gezmeyin!

İlber Ortaylı ismi, internet mizahının geldiği son nokta olan tek kare resim görseliyle çerçevelendirilmiş kırmızı banner üstüne beyaz yazı formatının yani capture akımının en önemli güncel malzemesi olarak pop-ikon seviyesinde bir yaygınlık kazanmış durumda. Ortaylı’nın ‘her şeyi bilen, birikimli, sempatik ihtiyar’ profili, cehalet ve bilgelik üzerine yapılan oldukça eğlenceli esprilere özne olmasına yol açsa da, ‘gerçek cahil kimdir?’ sorusuna verdiği cevabıyla capture akımına kapılanlara karşı bir erken teşhis koyma girişiminde bulunmuştu. Ortaylı’nın bu konuda raconu yine derin birikimiyle kendisine yakışacak bir biçimde kestiğini söyleyebiliriz. Anladığım kadarıyla hocanın halkın irfanıyla değil, keskin tondaki yarı-cahillikle bir meselesi var. Biliyorsunuz, erken teşhis hayat kurtarır, sonuçta Turgut Uyar’ın askerleri olduğumuz kadar İlber Hoca’nın da cahilleriyiz. İlber Ortaylı sevilen, saygı duyulan ve ilgi çeken bir sima. Peki, kitaplarını okuyan kitleyle, capture akımına kapılan sanal kitle eşdeğer bir oranda mı seyrediyor, tabiî ki hayır. Nihat Genç de böyle sevilmişti; muhteşem edebiyat eserlerini okuyan binlerce okur, buna mukabil politik ikon olarak takip eden milyonlarca hayran. Kitaplara uzaklığımız meselesi elbette başka bir bahis. Uluslararası arenada tanınan saygın bir bilim adamı olan İlber Hoca'nın, II. Dünya savaşı sürgünü vatansız bir tatar mültecisi olarak -hem de 1947'nin o zorlu koşullarında- evinden yani Kırım'ından çok uzakta bir şehirde, Viyana'da, dünyaya gözlerini açması ve ailesinin vatan olarak Türkiye'yi tercih etmesiyle başlayan büyük göç-sürgünü, gerçekten çok trajik hikâye. İlber Hoca’nın Timaş’tan çıkan Eski Dünya Seyahatnamesi isimli gezi yazıları toplamından oluşan kitabı, iki yaşında geldiği yeni ve kadim ülkesindeki sürgün seyahatine bir nazire olarak da okunabilir.

İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nda şöyle bir ifade geçer; “Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.”. İlber Ortaylı da şahit olduğu şehirleri anlatıyor, gezdiği, gördüğü, sezdiği, özlediği şehirleri, eski dünyaya ait en güzel ve en kadim şehirleri… Ecdad toprağı olarak adlandırdığı Kırım’dan başlayan bu seyahat hikâyeleri; Ortadoğu, Mısır, Bahreyn, Yemen, Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Bosna, Macaristan, İran, Rusya, İskoçya, Finlandiya, Kafkasya, İtalya, İspanya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Hindistan, Çin ve Japonya’ya kadar uzanıyor. Çağdaş bir seyyah gibi yarım asırdır hiç durmadan gezen ve bu gezileri sırasında gördüğü coğrafyalara turist dikkatiyle değil, derinlemesine bir hayretle bakan bir adam olarak Ortaylı’nın seyahatnameleri en az konuştukları kadar önem arz etmektedir. Bu sebeple farklı kültür ve gelenekleri hem kendi perspektifinden, hem de bu kavramsallığa dâhil toplam bir coğrafi referans üzerinden değerlendirebilecek engin birikim ve derin yorumlama kabiliyetiyle oluşturduğu Eski Dünya Seyahatnamesi kitabı kıymetli bir eser olmasının yanında bir rehberdir de. Ben özellikle İran, İtalya, Endülüs, Kırım ve Kudüs’ü anlattığı bölümleri çok sevdim. “Ticaret yeryüzünde kaybolsa Azerbaycan halkı yeniden bulur” gibi bazı milletler hakkında yapılan muzip tespitlere kitap boyunca sıklıkla rastlayabilirsiniz.

Hem geçmişi hem de bugünü aynı bakış içersinde buluşturan, kendi gözlemlerini tarihi bir fragmanın fonu ve referansıyla sunan ve İbn-i Haldun'un “coğrafya insanın kaderidir” sözüne nispetle ülkelerin ve sınırların kaderlerini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir rehber olan Eski Dünya Seyahatnamesi çok amaçlı havasıyla; gezi rehberi, tarih kitabı, coğrafya atlası ve kültür broşürü gibi farklı anlam ve misyonlara açılan bir kapı olma özelliğini de taşıyor aynı zamanda. Seyahat ettiğimiz ülkelerde meselelere turist dikkatiyle odaklandığımız sürece asıl görmemiz gereken hiçbir şeyi göremeyiz. Turizm bunun için vardır zaten. Turistler için özel ayarlanmış oyun alanlarında oynamanızı sağladıktan sonra, sizi oradan hemen göndererek yeni müşterilere yer açmaya çalışır. Müze gezmeyi sıkıcı bulup alışveriş yapmayı çok sevmek; bu durum Evliya Çelebi’nin torunlarına ait bir tutku olmasa gerek. İlber Ortaylı’nın sözüyle bitirecek olursak; gezin tamam ama öyle cahil cahil gezmeyin, bir seyahatname falan bulundurun yanınızda. Eski dünyaya selam olsun.

Güven Adıgüzel
twitter.com/guvenadiguzel
* Bu yazının tamamı Star Kitap'da yayımlanmıştır.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Toplu şiirde lezzet

“Ey bu bahçelerde esen eski şarkılar: Nerdesiniz?
Belki de ulu ağaçların yapraklarına saklanmış: Susuyorsunuz.”
- Bâki Süha Ediboğlu (Kürdîlihicazkâr: Avni Anıl)

Toplu şiirler, şair için ne kadar kıymetliyse okuyucu için de bulunmaz nimet. Zira bulunmayan o ilk kitaplar, merak edilen o ilk şiirler, şairin şiir serüveni direkt olarak izlenebiliyor toplu şiirlerle. Son dönem Türk şiiri üzerine bahsedeceğimiz ilk isimlerden Hüseyin Akın, edebiyatımızdaki 25. yılını doldurmuş şairlerden. Ülke Kitap tarafından taptaze yayımlanan “Sevmek, Karanfil ve Kiraz” işte bu 25 yılın şiirini ortaya koyuyor. Burada yine başa dönüyoruz, daha önce yayımlanan şiir kitaplarının bulunmasının çok zor olduğunu, özellikle de ilk iki kitabı bulmanın imkansızlığını düşünürsek toplu şiirlerin okuyucunun kütüphanesine nasıl bir zenginlik katacağını da anlayabiliriz.

Şiirlerinde ölümle burun buruna bir koku verir Hüseyin Akın. Fakat bunu dervişane, yani ölümün hayatın en doğal hâli olduğunu vurgulayarak yapar. Kanaviçe Kırları adlı şiirinde “Der ki içimden bir ses, sen hep öyle yalın kal / yol ne kadar çekse de durduk yerde ölünür” dizelerinden bunu anlayabiliyoruz. Hayatın içinde bir erkeğin yaşayabileceği en zirve ve en çöküntü duygular da yine şairin şiirinde bir izlek. Buradan Bakınca şiirince “Az şey değil bir kızı bir babadan çekip almak / bir konup bir havalanmış diye tam tepesinden gökyüzü” dizeleri de bunun bir örneği olsun. Yer yer kafiye, yer yer de modern şiir teknikleri Hüseyin Akın’ın şiirinde bolca bulunuyor. Şair bir yerde durmuyor, kendini en iyi nasıl ifade edecekse orada yer bulmak, yer yoksa da yer açmak istiyor. Bu sebeple uzun dizeler de görebiliyoruz, lirik ve kısa ifadeler de. Ama içinde hep bir özgünlük, hep bir özgürlük. Kumaştan Çalan Terzi şiirine bakalım: “Benim dilim varmıyor “nehir düştü!” demeye / çalınmış kumaşlardan terzi bir dağ dikiyor.

Toplu şiirlerin kronolojik irtibatı düşünülünce, okunan şairdeki tabiri caizse kuruluş, gelişme ve yükselme, duraklama dönemlerini yakalayabiliyoruz. Hüseyin Akın’ın toplu şiirlerinde daima bir kuruluş heyecanı, sürekli bir gelişme ve yükselme emeği, kesintisiz bir durgunluk var. Coşkuyla münasebeti hiç kesilmiyor okuyucunun. Özellikle Çöl Vaazları kısmında şair, okuyucunun eline kalemi aldırıyor. Burada şimdi bir duralım. Günümüz şairinin temel kaygılarından “altı çizilecek dize” ile Hüseyin Akın’ın “ele kalem aldırma” coşkusu arasında bir irtibat yok. Burada ciddi bir mübayenet var. Zira okuyucunun hafızasına çalışıyor şair, buradaki çalışmaktan bir boksörü hafızada canlandırmak mümkün. Dizenin hafızaya ve gönle kolay yerleşeni makbuldür. Bu yüzden Çöl Vaazları kısmı diğer bölümler arasından sıyrılıyor. Gol sevinci için formasını çıkarmayı tercih eden bir ileri uç oyuncusu gibi.

Şafak sökmeden daha alfabeyi”, “Aklıma düşürür hep yaşamak tasasını / ey aşk, ışıklı odalarda beni yeniden doğur”, “Bir parmak kalkıyor, mazereti var / hayat diyeceğini asla unutmaz”, “Sanki bana benziyorsun birazcık içten gülsen / Harbiye’den Elmadağ’a bir uçtan uca gülsen”, “Nerde bir yol daralsa sanki annem oluyor / bu gök denizinde ay takılırken oltaya”, “Nolurdu bizi bir kez göze alsa yaşamak / hatırlasa yürürken yalnız bıraktığını / evlerin kapılardan dışarı aktığını”, kitabın Çöl Vaazları bölümünden dizeler. Elbette bu “bölüm” isimlendirmesi doğru değil, toplu şiirlerde bölümlerin adlarının zaten daha önce yayımlanmış kitaplarının adları olduğunu belirtmemize pek de gerek yok.

Kitapta dört bölüm olduğundan bahsetmiştim. Sevmek, Karanfil ve Kiraz adlı ilk bölüm, Hüseyin Akın’ın 1986-1996 yılları arasında yazdığı şiirlerde oluşuyor. Oldukça doyurucu bir bölüm. İlk şiir “Kırk Numara İstanbul”dan son şiir “Ölesiye”ye kadar fasıl dinliyor gibi oluyoruz. Belirli bir makamda peşrevle başlıyor; kâr, birinci beste, ikinci beste, ağır semai, yürük semai ve saz semaisi şeklinde ilerliyor gibi adeta. İkinci bölüm “Ay Tanığım Olsun” adında. 1990-1998 yıllarını kapsıyor. İsmi gibi, coşkun ve sevgi içerikli şiirler dikkat çekiyor. “Sevgi Sloganları” ile başlıyor, “Arkadaşlarım” ile bitiyor. Tabutta Rövaşata filmindeki şu repliği hatırlatıyor: Ama arkadaşlar iyidir. Üçüncü bölüm olan “Çöl Vaazları”, şairin 1998-2001 arasında yazdığı şiirlerden oluşuyor. Hüseyin Akın’ın, çektiği her okla hedefi tam isabet vurduğu şiirler bu bölümde. Şairin geçmişe gelecekten bakması, çekip gitme isteği ve ölümün tüm samimiyeti gizli dizelerde. Kalpten gelen isyanı naif bir sesle çıkarıyor Hüseyin Akın:

“İşte gidiyorum ne dediğimi bilmeden
Küçüldükçe göğüm serinliklere çarpıyor gölgem
Baltalardan daha kesin duanıza muhtacım!..”
(Kedi Gölü)

“Jilet kirletir kanı, acıyı iple çeker
Ölüm değmemiş hayat elbet dokunaklıdır.”
(Giderayak)

“Gece geldi unutuşa dayandı
Bir kitaptan tam karşıya geçerken
Bütün sözler tutuldu
Bütün sayfalar yandı.”
(Geceye Dipnot)

Son bölüm Kumaştan Çalan Terzi, şairin 2001-2003 şiirlerini barındırıyor. Hüseyin Akın’ın kenara çekilme devri diyebiliriz bu bölüm için. “İşte şiirler burada, bense oradayım”, yani aynı yerde. Ancak burada okuyucuya bir sunum yapılıyor zarif bir tepside. Günümüzle içli dışlı, halet-i ruhiye temsili bir şiir olan “Mezin Dayı”dan:

“Nasıl olsa boşalmış zamanın zembereği
Bu metal gülümseyiş bu dijital çocuklar
Bir tek düşleri gerçek, çıkmayan sakalları
Sen bir halvet kollarsın, bir nefeslik kaçamak
Tutmuşsun yakasını bir salavattır gider
Mıhı çıkmış dünyanın boş bir inattır gider.”

Şiirdeki üslubunu denemelerinde de kurmuş, “lezzete düşkün” okuyucuya hitap eden, daima temiz bir disiplinle yazan Hüseyin Akın’ın 25 yıllık öyküsü diyebiliriz Sevmek, Karanfil ve Kiraz için. Sevmek güzel, karanfil dokunaklı, kiraz coşkun…

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
* Bu yazının tamamı kirkincikapi.com'da yayımlanmıştır.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

Kendisiyle yüzleşmek isteyenlere

Doğa Tarihi, Hakan Bıçakçı’nın 2014 etiketli son romanı. Kitabı diğerlerinden farklı yapan ilk şey Bıçakçı’nın hikâyenin merkezine bu defa bir kadın karakteri oturtmuş olması. Hatta öyle ki tüm hikaye müthiş bir ego rüyası içerisinde Doğa isimli metropol hanımefendisinin etrafında pür dikkat dönmekte.

Yazar tüm romanlarında olduğu gibi Doğa Tarihi'nde de aynı yolu izlemiş; usul bir giriş, hafif bir çalkalanma ve koyu bir patlama. Toplamda üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü "Eski Ayna", bir halka ilişkiler şirketinde üst düzey personel olarak çalışan Doğa ile okurun tanışma seansı. Bu bölümde 30’lu yaşlarının ortalarında yetişkin bir kadının dünyasından günümüzün tıkır tıkır basıp geçtiğimiz konularına, haşır huşur yırtıp önemsizce çöp kutularının en dibine attığımız detay meselelerine sokuluyoruz.

Hatırlamak istemediği ancak her fırsatta karşısına dikilen bir taşra geçmişi olan Doğa’nın iş, aile, ilişki, dostluk hırsları arasında kaybolmaya başlamadan önceki suni parlama ve yükselme dönemlerine eğilen "Eski Ayna" aynı zamanda sonun başlangıç sinyallerini de okurun sağına soluna yerleştirerek varış noktasına elleri boş ulaşmamaları adına yazar tarafından takdir edilesi bir başarıyla kurgulanmış.

En iyi arkadaşı iki ayda bir değişen, hayatının slogan sözü iki ayda bir değişen, en büyük tutkusu Facebook’ta fotoğraf paylaşıp diğer insanları kendisiyle kıyaslamak olan, en önemli takıntısı iş arkadaşı Alev’den daha başarılı olmak olan, en güçlü korkusu kilo almak olan Doğa! Enler içinde bir hiç olduğunu fark ettiği anda tozpembe görünen hayatı hızlı bir şekilde kararmaya başlıyor ve Eski ayna parçalanarak ruhunda tamiri imkânsız kesikler açıyor. Ancak doğa bu parçalanmadan da korkulu rüyası olan göğüslerini birkaç beden büyüterek kendi tabiriyle "zaferle" çıkmayı başarıyor.

"Dış görünüşüyle aklını bozmuştu. Kendi hayatıyla meşgul olmayı bırakıp başkalarının hayatıyla meşgul olmaya başlamıştı. Kendi gözleriyle değil, başkalarının gözleriyle bakıyordu kendine. Onaylanma hevesiyle. Hayatındaki her türlü eksiklik duygusunu, türlü maddi aşırılıklarla telafi etmeye alışmıştı. Mutlaka zengin, genellikle kaba ve her zaman can sıkıcı adamlarla takılıyordu. Zevk almayı değil zevk alıyor gibi görünmeyi seçmişti."

Paragrafıyla Doğa’nın durum özetini veren Bıçakçı tek bir karaktere yüklediği binlerce farklı ve akışkan anlama eşlik eden binlerce soru işareti ve bunların cevaplarında kişinin kendisiyle ilgili bulabileceği ince eleştirilerle dikiliyor karşımıza. Ve modern çağın sosyal hayatımıza zorlamayla soktuğu internet mecralarının kişisel ilişkiler üzerinde yarattığı derin tahribat, kendisini plazalar ve bol güvenlikli siteler arasında süren bir döngüye hapsetmiş bireyin yalnızlığı, bu yalnızlıktan kurtulmak adına yarattığı kolay kırılabilir desteksiz ve son derece basit bir dünya, o dünyanın para şöhret ilgi odaklı sınırları gibi konulara temas ediyor.

Romanın ikinci bölümü "Yeni Ayna" başlığıyla açılıyor. Eskiyi geride bırakmakta son derece karalı olan Doğa sevgilisi Onur'la birlikte yurt dışı seyahatine çıkıyor. Kendisiyle ilgili yeni kararlar alırken iş hayatında çeşitli atılımlar ve yükselmeler yaşıyor (Firmanın reklam yüzü olmak ve ilk kez tek başına şehir dışında bir sunuma çıkmak gibi) Doğa’nın İstanbul’dan yanında kimse olmadan kendi ayakları üzerinde ayrılışını aktaran bu bölüm karakterin sorumluluk duygusu, modernitenin dayattıklarından ayrı kaldığındaki küçülüşü ve metropolün ölümcül bir bağımlısı olduğunu fark etmesi bakımından hikaye gidişatında küçük ama önemsiz gözüken, fakat önem yükü son derece ağır bir bölüm olarak resmediliyor.

Okuyana her kitabında canlı kanlı çizgi roman kahramanları sunan Hakan Bıçakçı, Doğa Tarihi'nde bunu daha güçlü bir şekilde başarıyor. Doğayı hayal etmek belki de kendi içimizde onlarca doğa taşıyor oluşumuzdan son derece kolay. Hatları, yüzü, hal, hareket ve tavırları hatta yaşlı görünmemek adına azaltmaya çabaladığı jest ve mimiklerindeki geçişler bile okuyucu tarafında en ince detayıyla belirginleştiriliyor. Yeni Ayna’nın lekelenmeye başladığı bölüm sonuna doğru Doğa kitabın kapak görselinde de resmedildiği gibi adeta bir parfüm şişesinin içerisinde sonsuz bir boşlukta, hiçbir yere tutunamadan savrulmaya başlıyor. Önce babası, sonra sevgilisi, sonra en yakın arkadaşı ve son olarak büyük bir hırs ve tutkuyla bağlı olduğu yaşam amacı haline getirdiği işi parçalanıyor.

"Dünyanın en hızlı gülümseyen insanıydı Doğa. Red Kit’in silahını çekip kendi gölgesini vurmasından bile hızlı…. Kendi tiksintisinin karşısına geçip gülebilirdi. İçeride sıktığı dişlerini göstermeden."

Kitabın son ve en can alıcı bölümü olan "İki Ayna Arasında"da ise Doğa artık zaman, akıl ve duygu karmaşasında ve kendinden habersiz yaşam amacını işgal eden yapaylıkların istilasına maruz kalıyor. Eski etiketsiz günlerine duyduğu özlem korkunç kâbuslarla gün yüzüne çıkarken Doğa yalnızlığını sağda solda belirmeye başlayan küçük adamlarla konuşarak eksiltmeye çalışıyor. Birlikte yaşadığı annesini ve küçük köpeğini evden uzaklaştıran doğa boş vermişliğin tehlikeli kıyılarında durgun görünümlü fırtınaya gebe sulara kendisini bırakıveriyor. Hem’de tüm çıplaklığı ve tüm arınmışlığıyla. Aynalardan hangisinde daha güzel göründüğüne bir türlü karar veremeyen Doğa ikisi arasında sıkışıp kalıyor ve kendi sonuna doğru adım adım ilerliyor.

Bıçakçının okuyanını yormayan ancak her sayfada kendisine defalarca hayran bırakan anlatımı gündeliğin ölümcüllüğüne karşı Doğa üzerinden başlatılmış bir isyan gibi. Okurken "bunu ben de yapıyorum" denilemeyecek bir sayfa kitapta yok gibi. Bu anlamda bir özeleştiri metni olma niteliğini de barındırıyor Doğa Tarihi. Doğa’nın kısa ve çalkantılı tarihi günümüz insanına Bıçakçı kaleminden iddialı bir ültimatom. Kendisini eleştirmekten çekinmeyenlere, kendi kimliğini daha iyi analiz etmeyi arzu edenlere sıcak yaz günlerinde dolu dolu bir seans vadediyor...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_