27 Mayıs 2014 Salı

Konuşarak değil, dinleyerek anlaşılır

"Bişnev in ney çün hikâyet mîküned
Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned."
- Hz. Mevlânâ

"Her yerde, fakat ârifin kalbindedir Allah
Yoksa sen onu arz u semâvâtta mı sandın."

- Ken'an Rifâî

"Öyle yüksek huzûrlar vardır ki orada, o huzûr sâhibinin yüzü suyu hürmetine kulakların mühürleri açılır ve neler neler duyulur."
- Ömer Tuğrul İnançer

Mesnevî-i Şerîf üzerine sadece bizde değil tüm dünyada sayısız kitap yayımlandı. Şerhleri yapıldı, romanları(?) yazıldı, üzerinde sohbetler düzenlendi, televizyon programları tertip edildi. Bu böyle kıyamete kadar sürecek, zira Mesnevî-i Şerîf'in hakikatlerine erişmeye ne şuurumuz, ne de elimiz, dilimiz, belimiz erecek. "Edeb ya hû" deyişini hemen herkes bilir. E, d ve b harflerinden oluşan edeb; kamuoyuna yapılacak en güzel açıklamayı yapıyor aslında: Eline (iline), diline (lisanına) ve beline (soyuna, sopuna) hâkim ol. Zira insanı eliyle yaptıkları, diliyle söyledikleri ve beline olan hâkimiyeti ya yok edecek, ya ihya edecek. İnsan, kendini bilir. İhya olmak isteyen de ne yapacağını öyle veya böyle bilir. İhyanın bir anlamı da gelişme ve geliştirmedir. Kişisel gelişim kitaplarına inanma şaklabanlığına düşmeden, Mesnevî-i Şerîf gibi sırların sırrını izah eden bir kitabı, Ömer Tuğrul İnançer hocanın sırlı üslubu ve gönlüyle okuma imkânımız var: Dinle Neyden.

Neden sırların sırrı? Allah'ın sırlarını Kur'an-ı Kerim açıklar, Mesnevî-i Şerîf ise Kur'an-ı Kerim'in sırlarını. "Dinle Neyden" ise Mesnevî-i Şerîf'ten ne anlaşılacağı, nasıl okunacağı ve gönül ışığını ne biçimde yakacağı üzerine yorumlar ihtiva ediyor. Ömer Tuğrul İnançer hocanın en önce kalbe giren sözleri, akıla "git başımdan!" diyor ve okuyucunun gözleriyle okuduğunu tüm ruhunun yeniden, coşkuyla hecelemesini sağlıyor. Popüler kültürde buna "çakraların açılması" mı denir? Nedir ne değildir bilemem ama ney vardır ve onun sesi ne var ne yoksa bir kenara bıraktırır. Nefesli enstrümanlara girersek, çıkamayız. Lakin ney, insan sesine en yakın sesi veren enstrümanlardan biridir. Hatta buna dair araştırmalar yaptığımda, insan sesine en benzer sesi kemanın verdiğini fakat insanın iç sesine dair en hakikatli sesi de neyin verdiğini okumuştum. Amatörün amatörü bir klarnet meraklısı olarak şunu diyebilirim ki; nefesli enstrümanlar bize bir şeyi çok iyi açıklamaktadır. O da şudur: İnsan, aldığı nefesi vermekle yükümlüdür. Nefes almak, yaşamak için ne kadar mecburi ise, vermek de o kadar mecburidir. Dolayısıyla insanın yaşamı, nefesindedir. Neyi alıp verdiği kadar, neyi dinleyip dinlemediği de önemlidir. Ağızdan çıkanlar ne kadar önemliyse, kulağa girenler de o kadar önemlidir. Sırların sırrına ermek için en önce dinlemek lâzım. O yüzden, bişnev! Yani, dinle!

Kur'an-ı Kerim'in besmeleyle, Mesnevî-i Şerîf'in bişnevle başlaması bile, "sır" denen şeyin ne olduğunu belli etmektedir. Mesnevî-i Şerîf’in ilk harfi olan “b“de Esmâ-i Hüsnâ’dan da sırlar vardır: Bâkî, Bârî, Basıt, Basir, Bâis, Berr... Sır ne kadar belli olur? İnsan ne kadar kendini verirse. "Sırra kadem basmak" diye bir deyim vardır. Şimdinin kısa ve öz "kayboldu" anlamıyla bir alakası yoktur bu deyişin. Sırra kadem basmak, sırra teslim olmak, sır kapısından içeri adım atmak, kendini sırlara kapatmak demektir. Unutulmasın ki sürekli ortada duran değil, kaybolan aranır. "Kaybolmak" da, "gâib olmak"dan gelir. Gâib ne demektir? Görünmez âlem demektir. Âlem de, âdemin yeridir. Hadi buyurun şimdi, ne oldu akıla? Karıştı.

"Âdemoğluna atasına uymak edebini göstererek şeytan gibi gururlanmak değil, Âdem gibi kabahati kendinde bilmek yakışır. Ve bütün bu edebler insan ile hayvan arasındaki farklı belirler. Yemek, içmek, barınmak, üremek gibi hâller hayvanda da vardır, insanda da. Bunların dışında ve üstündeki davranışlar, insanı insan eder. Tabiîdir ki; bu söz ancak Âdemoğullarınadır. Kendilerine Âdemoğulluğunu değil, maymun oğulluğunu yakıştıranlara ve öyle zannedenlere bir sözümüz yok."

İnsanın herhangi bir konuda konuşurken üslubunda şiddet varsa, bilinmeli o konuda bir aşkı vardır. En güzel aşkın ne olduğunu söylemeye gerek yok. Kitapta Ömer Tuğrul İnançer hoca, Hz. Mevlânâ'nın aşkını Mesnevî-i Şerîf üzerinden anlatıyor. Kur'an-ı Kerim'de "aşk" kelimesi yoktur diye sızlananlara da hikmeti bol sözler ediyor: "Allah, "Müminler Allah'ı şiddetle severler" buyuruyor. Şiddetle sevmenin adına aşk derler.". Dolayısıyla şiddetli bir aşkta da gönül sürekli yanma hâlindedir. Her gönülde de bunun yaşanması için o gönlün doğrudan şaşmaması lâzımdır: "Yalandan kim ölmüş diyorlar. Yalandan beden ölmez. Gönül ölür, gönül!". Sevmek de "vermek"tir hiç şüphesiz. Vermeden sevilmez. Gözü ve gönlü sadece "almak"ta olanın, tahsildârdan ne farkı vardır ki? Tek gerçek, yâr olabilmektir. Yâr da, gönülden gönüle sohbetle olunur.

"Sohbet ise, dinlemeyle olur. Sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lâzımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir: “Az yemek, az uyumak, az konuşmak” prensibinin geçerli olduğu tasavvuf terbiyesinde hüner, söylemek değil dinlemektir. Doyduktan sonra yenilen yemek, tembellik uykusuyla geçirilen zaman, lüzumsuz ve boş konuşma tarzında söylenen sözler “israf haramdır” kâidesince yasaklanmıştır. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenemeyenler bilemezler, bilemeyenler ise “olamazlar."

Âşıkların pîri Hz. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf'inde âşıkların "ney"i dinleyeceğini anlatıyor. Ârif olanın anlaması için de, önce dinlemesi gerekiyor. Dinlemeden, anlaşılmaz. Dervişin yegane işi de dinlemektir. Dinleyen, dinlenir. İşte Ömer Tuğrul İnançer hoca da "Dinle Neyden"de bunu anlatıyor. Neyi, nasıl dinlemek gerektiğini.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

23 Mayıs 2014 Cuma

Satırdan değil, sadırdan okumak

"Akıl öyle bir acizdir ki ancak acizlere yol gösterir."
- Hz. Mevlânâ

"Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenhâ garip
Dîde giryân, sine biryân, akıl hayrân bîhaber."

- Niyâzî-i Mısrî

"Düşünce, akılla olur. Tasavvuf gönülle olur. Akılla gönül, bir araya gelmez. Gönül devreye girdi mi, akıl firar eder."
- Ömer Tuğrul İnançer

Gönülsüz yapılan hiçbir işten hayır gelmez. Yahut gönülsüz hiçbir iş yapılmaz. Bunun farkına varamayanlar olduğu gibi bir de tamamen gönülleriyle yaşayanlar vardır ki; onları anlamaya bizim dimağımız yetmez. Burada imdadımıza Ziya Paşa, "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez" sözüyle yetişebilir. Nitekim herkes her şeyi anlayabilseydi, herkes anladığını herkese aktarabilseydi; eli öpülesi hocalarımızın ne kıymeti kalacaktı? Hoca, hocadır. Hocalık da hocalara mahsustur. Dolayısıyla tasavvuf hakkında konuşmak da hocalara mahsustur; romancılara yahut televizyon şöhretlerine değil. O hocaların sohbetlerinden ve yüce gönüllerinin kapısından mahrum bir ilim, ilim midir? "İlim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir" diyen Yunus Emre'miz, aslında "Nefsini bilen, Rabb'ini bilir" yoluna ışık tutmamış mıdır? Sezai Karakoç, "İnsandan insana şükür ki fark var" derken gönül ehillerini çok ayrı bir köşeye koymamış mıdır? Soruların cevabını bilemeyiz. Cevap verirsek de hadsizlik ederiz. Tasavvuf, bu sorular ve cevaplar arasında ilmek ilmek dokur şahsı. Çok uzun, çileli bir yol olduğu ne kadar klişeyse o kadar gerçektir. Derviş, o çilede incelir, incelir, incelir... Artık kitaba girelim, Ömer Tuğrul İnançer hoca şöyle der: "Dervişlik, imbikten geçirilmiş Müslümanlıktır."

Bu kitap önerisinde, eğer kitabın içeriğinden çıkıp tasavvuf hakkında ahkam kesme gafletine düşersem önce Allah, sonra da tasavvuf ehilleri beni affetsin. Zira amacım, kitabı önermek. Lakin konunun temelinde gönül olunca, insanın ağzı durmuyor. Durdurmak lâzım, çünkü selâmet'ül insân fi hıfz'il-lisan. Yani insanın selameti, dilini tutmasındadır. Tirmizî'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de "Dilini tut, evini genişlet, günahlarına da ağla!" buyrulmuştur. Konuyu daha fazla dağıtmadan, öncelikle kitabın konu başlıklarını sıralayayım: Melâmet, sohbet ve halvet, ilim ve cehalet, esmâ ve tecellî, râbıta ve seyru sülûk, velîlerin içtihadı, derviş ve siyâset, tasavvuf ve günlük hayat.

Ayşe Şasa'nın sorularına Ömer Tuğrul İnançer hocanın verdiği cevapları Berat Demirci kitap haline getirmiş, ismi de Vakte Karşı Sözler olmuş. Neden böyle olduğu da kitabın ilk konularında hemen ortaya çıkıyor. İnsanın, toprakla ve dolayısıyla kadim gelenekleriyle hiçbir bağının kalmadığı modern dönemlerde tasavvufun ne kadar önem kazandığı ortada. Fakat bu önemi modern Türk edebiyatının en büyük "baskı" yaptıran konu (tasavvuf) olarak ve Pîr'i (Hz. Mevlânâ) daima romanlara "konu" etmek de bir o kadar moda. Modaya maruz kalmamak, herkesin uğradığı akıbete uğramamak için kitaba sadece göz ve kulak değil, gönül vermemiz gerekiyor. Çünkü:

"Şunu unutuyor insanoğlu: Allah, tornadan çıkma, hepsi birbirinin aynı olan kullar istemiyor. Böyle bir isteği yok Allah’ın. Onun için ‘İkra’ kitâbek!’ diyor. Herkes kendi kitabını okuyacak..."

Sömürüye dayalı çalışma hayatı içinde tasavvufun nasıl yaşandığına dair sorulara, hoca oldukça keskin cevaplar veriyor. Tasavvufun bir düşünce değil, yaşam biçimi olduğunu sıklıkla tekrar ediyor. Bir dervişin, tasavvuf dışında başka bir şeyle yaşamasının mümkün olmadığını belirtiyor. Tüm bunlara rağmen kendine "çile" seçmeye çalışan ama aslında gaflete düşenleri de uyarıyor. Tasavvufun, kendi başına öğrenilecek bir şey olmadığının kat'iyetle üzerinde duruyor.

"Tasavvufun altın kuralı söz dinlemektir. Kimse bu yolda kendi kendine ilerleyemez."

"Mesela hacca gitmek, uçakla gitmek ve soğuk hava tertibatı olan bir çadırda, Arafat’ta oturmak imkânı varken "Daha çok ecir kazanayım!" diye güneşin altında oturmak Müslümanlık değildir. Hint fakirliğidir."

"Batağa batmaktan korunarak, biraz çamur da bulaşsa saza dala tutunarak, yardım alarak, belki biraz daha yavaş ama mutlaka yol alınacak… Yol oradan geçiyorsa “Bataklık var, ben kaldım!” denilemez. Ama düz asfalt varken, ecir alacağım diye bataklığa da sapmamak lâzımdır."

Maalesef tasavvuf gibi bir umran okyanusunu, hümanizm fincanına doldurmak isteyen gafiller var. Tıpkı kadının kutsiyetini feminizm, doğanın emanetlerine ihanet etmemeyi çevrecilik kavramlarına büründürmek isteyenler gibi. Gafiller dedim, çünkü gafiller. Bu gafiller bu kafalarından dolayı Yunus Emre'yi idealist, Karacaoğlan'ı lâik, Hz. Mevlânâ'yı da hümanist bilirler ve öyle tanıtılsın isterler. Rahatsızlıkları aslında çok açıktır:

"İslâm’ın kadına verdiği değeri ve onun haklarını bilseler, insanlar ayrıca feminist olmazlar. Hazret-i Peygamber’in mesela "Kıyametin koptuğu ânı görseniz, elinizde bir fidan varsa dikiniz!" emrini veya tavsiyesini işitmiş olsalar, ayrıca "çevreci" diye bir akıma lüzum kalmaz. Müslüman olmak kâfidir. Daha evvel konuştuğumuz, Allah’ın hudutlarını muhafaza etmek mevzuunda, insanın kendisi dâhil, her şey ona bir emanettir. Emanete riayet, imanın şartlarındandır."

İman da maalesef kiminde oluyor kiminde olmuyor. Onu biz bilemeyiz. Ama görünen bir köy vardır, kılavuza da bir ihtiyaç yoktur o köy yolunda. Hocanın keskin ve hakikatli sözleri arasında bizim gibilere başta tuhaf, sonra da haklı gelenleri oldukça anlamlı. Mesela "Allah'ın dediği olmaz!" sözü. Çünkü Allah'ın dilediği olur. Bu minvalde "Eğer Allah dileseydi Hz. Adem’in o ağaca yaklaşmasına mâni olurdu. Allah’ın dilediğinin gayrısında yaprak düşmez" der hoca. Bir de "Her canlı bir gün ölmeyecektir, ölümü tadacaktır" der ve bunu da şöyle derinleştirir: "Beden değişiyor. Ama biz değişmiyoruz. Hep varız. Ve bundan sonra da var olacağız. Yok olmak için var değiliz. Allah, halifesini yok etmek için yaratmamıştır.

Kitabın özellikle son bölümü olan "Tasavvuf ve günlük hayat", hocanın yıllar evvel Türk Edebiyatı Vakfı'nda yaptığı bir konuşmanın metni. Bu konuşmada tasavvuf kavramlarını, deyimlerini ve sözlerini aslında günlük hayatımızda ne kadar da çok kullandığımız aşikâr oluyor. "Bel bağlamak", "çile çekmek", "abdala mâlum olmak", "çelebi adam", "eyvallah", "illallah", "ağzı kara", "lokma görmek" bunlardan sadece bazıları.

İnsanız ve bir çabamız olması lazım. Hoca, bu olması gereken çabayı şöyle açıklıyor: "Her devirde, sahip olanlar da kaybedenler de hep vardı, hep var olacak. Sahip olanların çoğaltılması, kaybedenlerin kayıplarına kavuşturulması çabası içinde olmak lâzımdır."

Dolayısıyla gönülle yaşarken ve bunu öğrenirken satırdan değil, sadırdan okumak gerekiyor. Bu yolu sadırdan okuyup sadırda yaşamak isteyenler için bol hatırlı bir kitap...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Mayıs 2014 Salı

Ve'l-Asr: İnsan, ziyandadır.

"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen."
- Şeyh Galib

"Dünyanın herhangi bir yerinde bir tek insan mahpus ise kendimi asla özgür hissedemem."
- Albert Camus

Hepimiz nankörüz. Sert mi başladım? Eğer yumuşak başlasaydım hepimiz adına nankörlüğe imza atmış olurdum. Nankörlükle başa çıkmamız gerekiyor. Tez zamanda bu tek tipleşmeye, yığınlaşmaya, gamsızlığa, gammazlığa, değersizleşmeye karşı durmamız şart. Tez zamanda kıymetimizin farkına varmak, değerimizi bilmek, anlama ve kavrama meziyetlerimizi ortaya çıkarmamız şart. Tez zamanda, şart. Çünkü hepimize zararda olduğumuz, ziyan olmamamız için dirilişe geçmemiz Kur’an’da bildirilmiş. Kitabı incelemeden önce hatırlayalım:

"Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir)."

Asr suresi Mekke-i Mükerreme’de nazil olmuştur ve üç ayettir. İmam-ı Şâfii, Asr suresi hakkında şöyle buyurmuş: “Kur'an-ı Kerimde başka hiç bir sure nâzil olmasaydı, şu pek kısa olan Asr suresi bile, insanların dünya ve âhiret seâdetlerini te'mine yeterdi. Bu sure, Kur'an-i Kerim’in bütün ilimlerini hâvidir (kucaklıyor)".

Kitaptakileri kimi okuyucu şairin şiiri, kimi okuyucu şairin hikâyesi, kimi okuyucu da tatlı sert acı gerçeklerin, kuru kavruk bezendiği metinler olarak okuyabilir. İsmet Özel’in sağlam doğruları ve dertleri arasında kaybolmamak da mümkün değil. Fakat her kayboluşta yeni bir çıkış olduğunu da düşünürsek şunu bulabiliriz: İsmet Özel “Neyi Kaybettiğini Hatırla” derken hatırımıza ara ara düşenleri değil, unutulan yahut unutturularak yok edilen kıymetlerimizi birer birer ok gibi fırlatıyor. Öyle uzaktan da değil. Çok yakından, yakınlarımızdan. Bu bir yakın dövüş de olabilir. Er/hâtun kişi niyetine.

"Sözün özü; anladıklarımızla dost oluruz, ancak dostlarımızı anlarız. Artık anlayamadığımız dostlarımızı kaybederiz. Düşmanlarımızı ise anlamamız mümkün değildir. Onlar anlamadığımız kadar düşmanımızdır. Oysa onları öğrenebiliriz. Onları çok iyi öğrenerek bize verecekleri zararı en aza indirebiliriz."
(Düşmanını Öğren, Dostunu Anla - sf. 51)

Dudaklarını birbirine vura vura “Müslümanım!” diyenlerin farkına var(a)madıkları ve içinde boğuldukları gâvurluklar, küfür sistemini bırakın reddetmeyi adeta buyur eden müminler(?), modernizmin her beze dolanan tarağıyla saçını düzleştirenler, su ısıtıcısına basıp belerken tespih çekmeyi ihmal etmeyenler, mikrodalgada hayatının ısıtan ama bir türlü çözemeyenlere(!) birer darbe. Pazara çıkmayan, pazarlık da yapmayan her kimse, işte onların kitabı Ve’l-Asr. İlk baskısından yıllar geçse de önemini kaybetmeden yine onları bekliyor; okuyucusunu. Yani dertdaşını.

"En doğrusu, gelin birbirimize hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edelim demektir; ama kimin tavsiye etmeye ve tavsiye olunmaya liyakat kesbettiğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. İçinde yaşadığımız medeniyetin iliklerine kadar işlemiş olan riyanın hepimizi ne ölçüde etkilediğini bir bileydik ne iyi olurdu! Tavsiyeye lâyık olmayışımıza hayıflanmaktan fazlası elimizden gelmiyor diye düşünüyorum. En azından, kendim için gerçek bu. Emeğimi hüsrana boğmaksızın sarf edebileceğim bir alana çekilmeye ne büyük bir hasret duyduğumu bilen bir Allah'ın kulu var mı ki?" (Size Tavsiyem Odur Ki... - sf. 131)

Kitaptaki başlıkların içinde saklı hazineleri siz bulun. Siz kaldırın o sandığı. Kaldıracağınız şey sadece sandığın kapağı olmayacak. Bir yükü omuzlayacak, bir dertlinin derdine ortak olacak, böylece aynı safta aynı şeylere itiraz etmenin ferahına erecekseniz. İsmet Özel'in okuyucusu olmakla, onu anlayan olmak arasındaki farkı bu yazıya konu etmeyelim. Sadece Şûle Yayınları'ndan 2004 yılında yayımlanmış (2. baskı) Cuma Mektupları-10'da yer alan "Bir Zamanlar Bir İsmet Özel Vardı" başlıklı yazıdaki işarete göz dikelim yeter: "Neye emek verdiğimi anlamayan insanların benim adımı ağızlarına almalarından oldum olası büyük bir rahatsızlık duyarım, ilk yazımda dedim ki kitle iletişim araçları vesilesiyle yazı işine giren bir Müslüman’ın vazifesi dikkate değer şeyler yazmak değil yazdıklarıyla dikkatlerin Kur’an-ı Kerîm’de yoğunlaşmasını sağlamaktır."

İnsan tercihleriyle insandır. Ziyan olmamak bir tercih midir, zaruret mi? Kitap, belki de bunun cevabı...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

16 Mayıs 2014 Cuma

İmkansız yoktur, imkansız yaratılır!

"Dünya bir dilek gerçekleştirme fabrikası değil" diyor John Green son romanı "Aynı Yıldızın Altında"da. İlk basımı 2012 yılında yapılan kitap günümüze dek pek çok kişi tarafından okundu ve onlarca ödüle layık görüldü. Haziran ayında ise beyazperdeye gelmeye hazırlanıyor...

Green'in romanını klasik dramlardan farklı kılan ise içerisine imkansızı aşan son derece kuvvetli bir umut olgusu yerleştirilmiş olması. Her şeyin sonuna adım adım yaklaşan iki genç insanın umuttan doğan aşkları ve hayatla konuşmalarının özeti Aynı Yıldızın Altında.

Hikaye 16 yaşındaki son aşama akciğer kanseri Hazel Grace ve 17 yaşında yine son aşama kemik iliği kanseri ile mücadele eden bir bacağını kaybetmiş Augustus Waters ekseninde ilerliyor. Kanser destek grubuna bir türlü katılmak istemeyen Hazel Grace’in ailesinin ısrarlarını kıramayıp destek grubuna gittiği günlerden birinde tanıştığı Augustus sayesinde değişen hayatı anlatılıyor. Aslında Aynı Yıldızın Altında "bir kitap okudum hayatım değişti" cümlesinin de en yeni ve modern aktarıcılarından. Hazel’ın okuduğu ve derinden etkilendiği Görkemli Izdırap isimli kitabın açık bırakılan sonuna duyduğu muhteşem merak Augustus'un da ona katılmasıyla bir amaca dönüşüyor. Amacı olan insanın ömrü uzuyor, amaç, umut ve aşk aynı kazanda kavrulurken dünya ömrünün son zamanlarını yaşayan bu iki gence sunabileceği sürprizleri, saklandıkları yerlerden çıkartıyor.

Green anlatısında son derece başarılı sosyal tahliller ortaya koyuyor. Kanser hastalığının genç bireyler üzerinde yarattığı tramvaya hasar vermeyecek şekilde naifçe değiniyor. Aile faktörünün nasıl olması gerektiğine dair kodlar ortaya koyuyor ve kitabı okuyacak kanserli çocukları olan ailelere bir anlamda rol model olma görevi üstleniyor.

Roman baştan sona küçük bir umudun büyütülmesi, yer yer takılıp düşmesi ve yaralanması, yer yer coşkun bir kasırgaya dönüşmesi…. Umudu gölgelendiği anlardan birinde Hazel’ın söylediği şu cümle:

"Şey gibiyim, şey işte. El bombası gibi. Tıpkı bir el bombası gibiyim ve eninde sonunda patlayacağım ve yaralananların sayısını en aza indirgemek istiyorum tamam mı?" karşısında Augustus’un ona verdiği şu cevap ile:

"Seni seviyorum ve doğru şeyleri söylemek gibi basit zevklerden kendimi mahrum etmeye pek meyilli değilim. Seni seviyorum ve sevginin boşluğa atılan bir çığlık olduğunu ve unutulmanın kaçınılmazlığını, herkesin ölüme mahkum olduğunu ve tüm çabamızın toza dönüşeceği bir günün geleceğin biliyorum ve güneşin elimizdeki tek dünyayı yutacağını da biliyorum ve seni seviyorum…" umudun gücünü ortaya koyması bakımından önem taşıyor.

Aynı Yıldızın Altında okura şükretmenin ne denli yüce bir erdem olduğunu, ailenin, dostların ve gerçek aşkın önemini anımsatıyor. Bunu yaparken sıkmıyor, acındırmıyor metin akarken tuhaf bir duygulanım yer yer istemsiz gülücüklere karışan istemsiz göz yaşları ona eşlik ediyor. Yaşamın önemsizliği ve ne denli kırılgan, kolay bozulan bir malzemeden yapıldığı etkileyici cümleler ve olaylar dizisiyle sunuluyor. 317 sayfalık roman sonu bilinerek hiç bitmesin istenilerek okunuyor.

Hazel ve Augustus’un anlamı yitirdikleri anda tüm anlamları geri kazanmalarının öyküsü olan Aynı Yıldızın Altında Green in bugüne dek kaleme aldığı belki de en yetkin roman.

"Ölmeyeceğimizi düşünmek de ölmenin yan etkilerinden biriydi."
"Yazmak tekrar canlandırmaz, gömer."

Yazar romanın sonuna gelindiğinde kaçınılmazın en olağan şekilde kabullenilişini yine oldukça duygusal cümleler ve paragraflar eşliğinde aktarıyor. Asla unutulmaması gereken dersleri unutulmaktan hiç korkmayan Augustus’un kaleminden ise şu satırlarla özetliyor:

"İnsanların bıraktığı izler genelde yara oluyor. Berbat bir alışverişi merkezi inşa ediyorsun veya askeri darbe yapıyorsun ya da rock yıldızı olmaya çalışıyorsun ve kendine "Artık beni hatırlayacaklar." diyorsun fakat a.) seni hatırlamıyorlar ve b.) arkanda bıraktığın tek şey daha fazla yara oluyor. Darben diktatörlüğe dönüşüyor. Alışveriş merkezin lezyon haline geliyor."

Aynı Yıldızın Altında içinde yaşadığımız toplumsal yapıya kanser hastalığına ve daha pek çok dünyevi duruma ince bir hiciv.

Duygusal, derin ve etkileyici bir anlatımla imkansızın olmadığını yalnızca yaratıldığını okumak ve anlamak isteyenlere...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Bıçkın, hırçın, azgın şiir

"İstiklal Harbi sonrasında da gene şiir elimizden tuttu ve biz Orhan Veli'yle beraber halkın nabzını tutmaya gayret eden bir şiire, Nazım Hikmet'le beraber halkın bir davaya sahip çıkması gerektiği fikrine aşina olduk ve ben diyorum ki, Metin Eloğlu modern Türk şiirinin zirvesidir çünkü o halkın zevki ve halkın davası meselesi şiiri de nebzetmiştir."
- İsmet Özel

Bu kitap önerisi diğerlerinden farklı olacak. Şu an basımı olmayan, bulması zor olan bir kitaptan bahsedeceğim. Metin Eloğlu'nun "Bu Yalnızlık Benim" adlı kitabı ilk olarak mart 2003'de Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış. Yanılmıyorsam en son üçüncü baskısı yapıldı ve ardından bir daha esamesi okunmadı. Neden böyle diyorum çünkü ne Metin Eloğlu şiiri üzerine bir yerlerde bir şeyler yapıldı ne de kitaplar yazıldı. Hadi onu da geçtim güçlü bir makale bile okuyamadı şiir okuyucusu. Kitabı da yeniden basılmıyor. Oysa Metin Eloğlu, soyadına inat Türkçeyi öyle bir kullanmıştır ki şiirlerinde; ele güne eğriyi doğruyu büke büke göstermiştir. Bu kitap, şairin 1951 - 1987'de yazılmış şiirlerini yani toplu şiirlerini barındırmaktadır. Yani içinde Eloğlu'nun tüm kitaplarını bulmak mümkün.

Şiirlerinin adlarından kitap isimlerine kadar delikanlı olan şair, üç şeye hastadır: Türkiye'ye, hürriyete ve halka. Bu üçünü; bıçkın, hırçın ve azgın bir ağızla şiire dökmüştür. "Türk şiirinin külhanbeyi" yahut "külhan ağızlı uçarı şair" olarak nam salmıştır. Bazen kafası atar çok keskin yazar, bazen eleştirmek ister alaycı bir dil kullanır, Türkçenin tadını öyle bir çıkarır ki onu okurken hem aynı hisleri yaşamak (uymasa bile) hem de dilimizin kıymetini anlamak mümkündür. İkinci Yeni'ye yakın gibi görünecek bir imge kullansa da, toplumcu şiir anlamında da dönemin resmini çok iyi çizebilmiş ve o açığı kapatabilmiştir.

"Böyle şiir olmaz, diyeceksin; biliyorum.
Ama böyle dünya olur mu?"

- Ömür Törpüsü

"Hadi uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğine uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin"

- Uyan

"Bu oda niçin mi yoksul?
O beş kişi yoksul da onun için.
Bu bayların, bayanların derdi mi ne?
Ne olacak: Memleketin derdi.
Peki ama, çaresi yok mu bu işin?

Ha şöyle,
Düşünmeye alışın."

- Zurnanın Zırt Dediği Yer

İlginç bir hayatı var şairin. Burada o hayatı değil kitabını ele alıyoruz kısaca lakin şundan bahsetmeden geçmek istemem: kızına Şiir adını koymuştur. Kızıyla çok görüşememiştir, en son Berlin'de oyunculuk yaptığını okumuştum. Kızı da zaten çok sonraları babasının şiirine merak duymuş ve onun şair yanıyla tanışmış. Şiir Eloğlu babasının ilk şiirlerini daha kolay anlaşılır bulmuş, son şiirlerini ise neredeyse hiç anlamamış. Özellikle Almancaya çevirme konusunda büyük sıkıntı yaşamış ve olanaksız görmüş. Metin Eloğlu, "Şiirce" kitabında yer alan Kızoğlankız, "Ay Parçası" kitabında yer alan Kızoğlan ve yayımlanmayan şiirleri arasından Yavuklu adlı toplamda iki şiiri kızı için yazmış.

"Niye o kekemeliği peydahlamış, bakın dili dönmüyor...
Bişeylere borçlu bu; gün yarın ama bu hep düne düne!
Azıdişsizliği ağrıyor geceyarıları ve sapsarı."

- Kızoğlankız

"Değse bari
Gözlerin fincan ıslak
Falsız yarın telvesi."

- Kızoğlan

"Aşk mı? o en kesin yasam
Ne güzel kendimi bu hızda bilmek
Değil sana boşvermek
Tavuk bile kesemem."

- Hız

Eloğlu'nun kitaplarına seçtiği isimler hakkında da konuşmak lazım çünkü "Bu Yalnızlık Benim" onun tarafından konulmadığı besbelli olan bir isim. Zerre kadar da yakışmadığını, diğer kitaplarının isimlerini sıralayarak ispatlayabilirim ki buna şiir okuyucusu da katılacaktır: Yine Düdüklü Tencere, Sultan Palamut, Odun, Horozdan Korkan Oğlan, Türkiye'nin Adresi, Ayşemayşe, Şiirce Dizin, Yumuşak G, Rüzgâr Ekmek, Hep, Ay Parçası, Önce Kadınlar, Üsküdarlama "Seni Seven Öldü Gel". Şiirlerine seçtiği isimleri ise hiç anlatmaya gerek yok. Keşke kapak fotoğrafını Ara Güler'in çektiği bu klas kitaba daha güzel, şaire daha yakışır bir isim konsaydı.

Şairliğinin dışında ressam da olan Eloğlu'nun bana kalırsa el yazısı rezalet. Zira kitapta görmek mümkün. Ne okunuyor ne de bir tarzı var. Şairin ruhundaki asilik ve başına buyrukluk resmen el yazısına da sirayet etmiş. Sanki "anlamazsanız anlamayın, çok umurumda" der gibi ama şiirlerinde görülüyor ki yaşamak gayet de umurunda. 1947’de gittiği askerde, disiplinsiz hareketleri nedeniyle aldığı cezalarla ancak 5 yılda tamamlayabilen bir şairden bahsediyoruz. Argo, humor, ironi; ne ararsak var. Ama Türkçenin hakkını vere vere var. Öte yandan vefalı bir kalbi de var.

"Sözcükleri serdim önüme
Usumu yüreğimi de
Seni de mi."

- O (İlhan Berk'e)

"Suçsa suç; şuymuş meğer:
Avurdunda ahladın boz çekirdeğini saklarken
Akça/pakça bir de sakız çiğnenir miymiş?
Üstelik körkandil, dul ve bekâr!"

- Ö (Tomris/Turgut Uyar'a)

"At nemize? diyeceksiniz;
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;
İnsanoğlu basbayağ."

- A (Edip Cansever'e)

Daha böyle kimlere kimlere şiirler yok ki Yumuşak G kitabında. "Kendince" bir vefa. Bu kitabı bulun ve saklayın. Bunu yaparken de Mehmet Taner'in hazırladığı kitabın yeniden yayımlanması için bir şeyler yapın. Belki ismi de değişir, yeniden gözden geçirilir. Eloğlu'nun hatırı elbet bir gün anlaşılır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Düşleri çalınan kadınlara

"Ancak, biri var, tüm bu düşenleri elinde tutan, yavaş ve sonsuza değin."
- Rainer Maria Rilke

Düşlerini çaldılar kadınların ta başlangıçtan beri. Zulüm, işkence, aşağılama, hor görme, şiddet uyguladılar, çünkü cehaletin en büyük düşmanıydı kadın. Çıkarlarını bozacak yegâne varlıktı. Kapitalizmle tarihsel erkek kimliğinin bir araya gelmesiyle tavan yapan bu kadın saldırganlığı Reha Çamuroğlu’nun kurgusuyla kelimelerle buluşuyor “Nazar”da. Dul ve çocuksuz yalnız bir kadının toplum tarafından dışlanışının yüzyıllardan beridir hiç değişmediğini gösteriyor. Ne farkı var ki Ortaçağ Avrupası’nda yaşayan şifacı ebe Mathilda’nın, 21. Yüzyılda hemen her gün kocası tarafından şiddete uğradığını okuduğumuz Ayşe’den Fatma’dan?.. Bugün nasıl bir devlet yöneticisi kendi egosal yıkıcılığının sebebini kadına yüklüyorsa, o zaman da bir kilise rahibi aynı şeyi yapıyor. Tüm günahların, savaşların, kuraklıkların ardına kadını yerleştiriyor. Bunu yaparken de özgür, yürekli, açık sözlü, cesur kadınları hedef alıyor. Çünkü böyle kadınlar cehalete karşı savaşıyor. Böyle kadınların yetiştireceği bireyler iktidarını tehlikeye sokuyor. Halbuki tarih boyunca en çok kadınlar savaşın karşısında duruyor.

"Tek işiniz savaşmak! Erkeklerimizi her türden savaşınızda ateşe odun olmak üzere bizden almak! Kocaları ve oğulları. Kalan kadınlarına da eziyet etmek. Erkeklerin yücelik dedikleri şey bu. Sizi savaşa koşan Tanrınız da erkek. Ama evet, onda bile iyi bir yan var doğru, çünkü o da bir kadının oğlu."

Bir erkek olarak erkek egemenliğine karşı çok net bir duruş sergileyen Reha Çamuroğlu, romanında dini unsurlar ve erkek egemen toplumun kadın üzerinde uyguladığı baskının yarattığı sorunları irdeliyor. Yazar bir röportajında “Bence bu kadar testosteron dünyayı yok eder, kadınlara tam da bu yönüyle büyük görev düşüyor" derken kadını daha yapıcı, koruyucu ve şefkat dolu bulduğunu vurguluyor. Romanın merkezine baskıcı iktidar tarafından cadılık ithaf edilen kadın karakter Mathilda’yı yerleştirip dönemin siyasal, kültürel, dinsel sorunlarını onun etrafında döndürüyor. Ve Mathilda’yla aynı kaderi paylaşan bir var bir yok olan diğer kadınlar.

Zamanın yok olduğunu da işte o zaman anladım. Ne diyorum ben! “Gündüz” ve “Gece” iç içe geçmişti. Sanki var olan sadece yoğun bir karanlıktı. Biri, bir şey, aniden bir yere ışık tutuyordu, orada dans ediyor, şarkılar söylüyor, “yaşıyorduk”. Sonra ışığı başka yere tutuyordu. Sonra… sonra… aşağı, yukarı, önce, sonra kaybolmuştu. Yoktuk. Vardık. Yoktuk. Vardık.

Cadı olarak adlandırılan şifacı kadınlar, bu kadınları yakmaya kararlı rahipler ve kim nereye çekerse oraya gidecek köylülerin rol aldığı hikâyede, Ortadoğu’ya özgü bir simge olan Fatma’nın Eli çıkıyor bir anda sahneye “yeryüzünün her yerindeki kadınların korunmaya ihtiyacı var” der gibi. Anadolu'dan Hindistan'a kadar "Fatma'nın Eli"nin kötülüklerden koruduğuna, inanılıyor. Hikâyede yer alan yalnız bir Türk kadın, Mathilda’nın yalnızlığına “Fatma’nın Eli”ni uzatıyor. O el kötü bakanı yakıyor, yıkıyor, çarpıyor. Diğer taraftan orta çağın karanlık ortamında geçen bir hikâyede ortaya çıkan bu el okuyanı yüreğini ferahlatıyor, zorlukların üstesinden gelme hissi veriyor.

Efsuncu kadını yaşatmayacaksın!
- Tevrat, Çıkış, 22:18

Nazar” 21. Yüzyılda, ortaçağ zihniyetine sahip karanlık zihinlerin yaratmaya çalıştığı baskıya, şiddete, adaletsizliği cadı avları üzerinden anlatarak bizleri uyarıyor. Yine de romanda, ölüme adım adım yaklaşan kadınların her şeye rağmen birbirlerine umut vermesi, dans edip şarkı söyleyerek ruhlarını özgür kılmaları “dünyayı birbirine tutunan kadınlar mı kurtaracak?” arzusunu güçlendiriyor.

Tanrı’nın yarattıklarına şefkat ve merhamet hissi duymayanların, insanlara da şefkat ve merhamet duymayacakları açık değil midir?
- Assisili Aziz Francisco

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

4 Mayıs 2014 Pazar

İstanbul'u daima özleyenlere

"Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir." sloganıyla yola çıkıyor Ferzan Özpetek ilk romanı "İstanbul Kırmızısı"nda ve çocukluğunun İstanbul’una doğru yaptığı yolculuktan incelikli hayat dersleri aktarıyor.

İstanbul Kırmızısı Şubat 2014’te Can Yayınları tarafından basıldı. Yıllardır İtalya’da yaşayan başarılı yönetmen Ferzan Özpetek’in iç dökümü niteliğini taşıyan anı-roman tarzındaki metin iki ana karakter üzerinden ilerliyor. "Adam ve Kadın"; Adam Ferzan Özpetek’in kendisi, kadın ise Hollanda’dan İstanbul’a kocası ve iki arkadaşı ile birlikte seyahat eden Anna. Özpetek ve Anna’nın aynı uçakta kesişen hikâyeleri İstanbul’da kaldıkları süre boyunca birbirlerine kavuşmak için akıyor. Çocukluğunda yaşadığı evin yıkılacağını öğrenen Yazarın bu vesileyle annesi ve geçmişiyle yüzleşmesini aktardığı sayfalarda büyük bir özlem ve hüzünlü bir yıkımı çaresizce düzeltme çabası öne çıkıyor.

Değişenin ilk haline duyulan özlemi ustaca anlatan Özpetek’in parçaları boyunca filmlerinden izler bulmak ta mümkün. Şeker hastası babaanne, hırsız var bahanesiyle ev halkını ayağa kaldıran çapkın teyze, hep istediği ama bir türlü sahip olamadığı sevgi dolu baba… Serseri Mayınlar’da kendisine yer bulan tüm bu karakterlerin perde arkasını İstanbul kırmızısında sunuyor Özpetek.

"Çocukluk evleri terk edilir mi? Asla. Artık var olmasalar, greyderlerle, buldozerlerle yıkılsalar bile içimizde var olmayı sürdürürler."

137 sayfalık anlatı boyunca Anna karakteri adeta Özpetek’in karşı cinste yarattığı bir kendine aitlik, bir eş bilinç hologramı olarak okurun karşısına çıkıyor. Zira yazarın kendi yaşamında geçirdiği evreleri kısa bir süre içerisinde kendi öznel düzleminde yaşayan Anna, Özpetek’in öznelliği karşısında duvarlarını indirerek onun özüne ulaşıyor. İstanbul kırmızısı için bu noktada bir isyan ve direniş romanıdır da diyebiliriz. Karakterlerin hikâyelerini önce reddedip sonra tüm sükûnetleriyle kabul etmeleri, sonuç olarak ta eril ve dişinin birbirine karışmasıyla noktalanan gözlemlerin buluşması şeklinde ilerleyen kitap İstanbul’un Gezi Parkı eylemleri sırasındaki portresine iki yabancı tarafından sunulan bir bakış olması açısından da önem taşıyor. Güçlü gözlemler ve abartısız bir anlatımla örülen romanda Özpetek kendi İstanbul’unu şöyle anlatıyor:

İstanbul sadece Boğaz’ın bazı günbatımlarında birbirlerinde erimeyi başaran kırmızı ve mavidir. Ve kırmızı, seyyar simitçi arabalarının kırmızısıdır. Eski tramvayların alevli kırmızısıdır. Eskiden kahvelerde sunulan çay tabaklarının bezendiği turuncu kırmızıdır. Her zaman solgun ve hassas renklere düşkün olan annemin sürdüğü ojenin kırmızısıdır. Annemin almamı istediği şu an bavulumda duran Adidas eşofmanın kırmızısıdır…’’

Anna ve Özpetek birbirinin yansıması iki karakter. Annesini erken yaşlarda kaybeden ve çevresinde rol model hiçbir kadın bulunmayan Anna, babası ailesini terk eden kadınlarla dolu bir evde rol model bir erkek olmadan yetişen Özpetek. Bu nedenle duygusal dünyalarında meydana gelen zıtlıklar doğrultusunda hareket eden bu iki karakter tuhaf bir şekilde birbirine çekiliyor ve okur çarpışma anının büyüsünü hayal ederek metni bir solukta tüketiyor.

Kitabın bir başka boyutu ise yapma ve yıkma olgularına Özpetek kaleminden getirilen farklı bir pencere açıyor olması. Güncel tarihe lirizmle ve şefkatle yaklaşan yazar, okuyucusuna aynılaşmalardan uzak alternatif cümleler sunuyor. Her şeye rağmen babasına duyduğu sevgi ve saygıyı da annesine yönelten yazar eline geçen tüm fırsatlarda 80’lerindeki bu asil ve gururlu kadına duyduğu hayranlığı dile getiriyor. İtalya’dan sinemadan ve aşktan kopamayan bir adamın İstanbul’u daima özleyişinin hikâyesi olan İstanbul Kırmızısı okuyanı kendi hikâyelerini anlatmaya davet ediyor.

Kitapta yer alan Anna ve Özpetek’in hikayeleri ise vazgeçilemeyenin yüklediği ağır yükün altında ezilmek üzere olan iki insanın gücü yine kendi ruhlarında bulup ayağa kalkışlarının umutlu anlatısı. Hep bir özlem, hep bir yorgunluk ve bitkinlikle kaplı salt bir İstanbul sevgisi okumak ve hikayeler anlatmak için cesaretlenmek isteyenlere İstanbul Kırmızısı iyi bir kılavuz niteliğinde.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

2 Mayıs 2014 Cuma

Zamanın sıkıcılığından kurtaracak tarihi bir hikâye

"Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları.
Herkesin bir evi, bir toprağı var.
Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum.
Bütün rahimler ölü benim için."

Murat Gülsoy, aynı çağda yaşadığımız için kendimizi şanslı hissetmemiz gereken bir yazar. Her kitabıyla, kurmacanın sınırlarını zorladığını hissettiren, metnin matematiğine kafa yoran güçlü ve yaratıcı bir kalem.

Gülsoy, yeni romanı, Gölgeler ve Hayaller Şehri’nde yine okurunu şaşırtıyor, evvelki kitaplarından farklı bir deneyime davet ediyor. Bu kez, yaşamadığı bir çağdan sesleniyor bize; 1908 yılında geçen bir hikâye anlatıyor.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin kahramanı Fuat Chausson veya diğer adıyla Franck Chausson dokuz yaşında Fransız annesiyle İstanbul’dan Fransa’ya gitmiş; Türk olan babası ise kendisi doğmadan evvel ölmüş bir genç adam. Fuat’la, II. Meşrutiyet günlerinde, Fransa’dan İstanbul’a yol alan bir gemide arkadaşı Alex’e yazdığı ilk mektupta karşılaşıyoruz. Dokuz yaşına kadar yaşadığı İstanbul’a bir Fransız gazetesinin muhabiri olarak geri gelen Fuat, İstanbul’u, meşrutiyeti, kendi anılarını ve yüzleştiklerini yazıyor Alex’e. Mektupları okurken, hem 1908’in İstanbul’unu geziyoruz hem de doğu ve batı arasında kalmışlığın gerek toplumsal gerekse bireysel sıkıntısını sezinliyoruz.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, insanın varoluşsal sorularından birine, ait olma meselesine dair bir roman olarak da okunabilir. Fuat’ın arada kalmışlığı, kökünü arayış çabası, buhranları; yalnızca onun hikayesi olmasının ötesinde çok katmanlılıkla anlatılıyor.

"Alex, bu satırların yazarı aşk acısının sarhoşudur, şaşılacak denli mutlu ve aynı anda kederlidir. Haz ve acının, iki zıt kutbun, adeta geceyle gündüzün aynı anda, kendi karanlık ve aydınlığından bir nebze olsun kaybetmeden bir arada bulunabilmelerinin mucizesi karşısında nefesim kesiliyor. Zannederim, bu ancak Tanrı’nın yaşayabileceği bir tecrübe..."

Murat Gülsoy’un sadık okuru için, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’deki en tanıdık şey ise elbette rüyalar. Murat Gülsoy, yine rüyalardan bahsederek, rüyalarımızı sorgulayarak hikâyeyi bilinmez bir alanın çekiciliğiyle besliyor.



Ey okur, her şey 1968 senesinde başladı.” Cümlesiyle açılan romanda, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarken her şeyin nasıl bir süreklilik içinde olduğunu, bugünün de dünün bir devamı olduğunu hissedecek ve insan zihninin kadim soruları üzerine düşünmeye başlayacaksınız.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, bizi zamanımızın sıkıcılığından kurtaracak tarihi hikâyeler okumak isteyenlere iyi gelecek, zihin açıcı, edebi lezzeti oldukça yüksek bir kitap.

“H.G. Wells üstadımızın makinesine binip geriye dönmek isterdim Alex, çok değil beş sene öncesine sadece. İnsan mutluluğun kıymetini mutsuzluk ânında fark ediyor ne yazık ki. Benim, hayatım dediğim şu garip maceranın en mutlu zamanları hep geride kaldı.”

* Hamiş: “Zamanımızın Sıkıcılığından Kurtaracak Tarihi Hikâyeler”e ihtiyaç duyduğumuz kitabın açılış mektubunda yer alıyor.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun