31 Ocak 2013 Perşembe

Düşünmeden konuşanlara dersler

Önce rubai nedir, açıklamak gerekir. Rubâi, özellikle divân edebiyatında dört dizeden oluşan ve belirli aruz kalıplarıyla yazılan şiire deniyor. Geçmişten günümüze sayısız şair rubai usulü şiirler yazmışlardır. Nedendir bilmem, benim de hafızamda en çok yer tutan şiirler genelde rubâiler oluyor. Bu teknik ve faydası meçhul açıklamadan sonra Ömer Hayyam'a geçelim diyeceğim ama nasıl geçelim, bilmiyorum. Zira daha ne zaman doğup öldüğü bile kesin olarak bilinmiyor. Hatta dörtlüklerinin birçoğunun sahibinin o olmadığı yazılıyor. Zira Hayyam'dan sonra "Hayyam tarzı dörtlük yazımı" popüler olmuş, o dönem her dörtlük yazan altına Ömer Hayyam imzası atar hale gelmiş. Atmıyorum, eseri çeviren Sabahattin Eyüboğlu da bunları yazmış.

Abdülbaki Gölpınarlı da "Hayyam rubaileri çevirmişler"den. O da çevirisinde Hayyam'ın hayatı konusunda birçok yanlış olduğuna değinmiş. İranlı şair hakkında bu kadar yalan yanlış şey olsa da, tek doğru Hayyam'ın hem batıda hem de doğuda çok sevildiği. Yaşasaydı kendisi için "çok tutulan" veya "popüler" şair diyebilirdik, demiyoruz. İyi ki demiyoruz, diyemedim.

"Mal mülk düşkünleri rahat yüzü görmezler
Bin bir derde düşer, canlarından bezerler
Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür,
Onlar gibi olmayana adam demezler."


Paul Valery şiiri tanımlarken "çeviride kaybolan şey" der. Yalan değildir. Hayyam'ı çevirenlere baktığımızda Abdullah Cevdet, Hüseyin Rifat, Rıza Tevfik, Abdülbaki Gölpınarlı, Yahya Kemal ve Sabahattin Eyüboğlu isimlerini görürüz. Çevirilerinde büyük farklar olmasa da, herkesin kendince ve dil bildiğinde yorumları oluyor. Şair, yazar, matematikçi, filozof ve astronom Hayyam'dan bahsediyoruz. Dolayısıyla bazen Hayyam'ı anlamak çok zorlaşabiliyor. Zihnimiz ve şiir tecrübemiz ne kadarsa, o kadar anlayabiliyoruz. Sağlık olsun. İşte Sabahattin Eyüboğlu'nun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan çevirisi de, Hayyam çevirileri arasında en sevilenlerden biri.

"Ben kadehten çekmem artık elimi
Tutmam senin kitabını, minberini
Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık;
Cehennemde sen mi iyi yanarsın, ben mi?"


Özellikle sanal alemde bu ve buna benzer Ömer Hayyam dörtlükleri paylaşılır. Burada zihniyet ve fikriyat önemli. Fakat sanılmasın ki Hayyam'ın ağzından sadece şarap damlıyor veya softalara sövgü var. Bana kalırsa Hayyam'ın en büyük derdi ölüm. Bunun arkasında ise yoğun pişmanlıkları ve gelgitleri yatıyor.

"Neylesem bu benim iç kavgalarımla?
Pişmanlığım, kendime düşmanlığımla?
Sen bağışlasan da ben yerim kendimi:
Neylesem bu yüzkaram, bu utancımla?"


Sadece bunlar da değil; aşk, özlem, toplum ve elbette doğa da Hayyam'dan nasibini alanlar arasında.

"Yalnız bilgili olmak değil adam olmak;
Vefalı mı değil mi insan, ona bak.
Yücelerin yücesine yükselirsin
Halka verdiğin sözün eri olarak."

Kısacası Ömer Hayyam'ın dörtlükleri bir kez değil çok kez okunmalı. Arkadaş meclislerinde ezbere okumak için değil, şairi daha iyi anlamak için. Son çıkıştayken söyleyeyim: bazen kendimizi ve en yakınımızdakini anlamak bile zorken, şairleri anlamak oldukça zordur.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

26 Ocak 2013 Cumartesi

Ciddi bir portre

"İktidar kurduğu, oluşturduğu birey üzerinden işler."
- Michel Foucault, Entelektüelin Siyasal İşlevi

Gençlik; bir devletin, bir milletin, bir kültürün baş tacıdır. Öyle olması gerekir. Bu yüzden iyice incelenmesi, üzerine titrenmesi, sorularına cevaplar verilmesi ve hatta dertlerine deva bulunması gerekir. Bunlar zor şeyler değildir. Zor olan, bunları önemsememektir. "Nereye gidiyoruz?" sorusuna verilecek en güzide cevap, gençliktedir. Zira bir ülkenin gençliği nereye gidiyorsa, o ülkede kaçınılmaz biçimde oraya gidecektir.

Özlem Avcı, yıllardır ülkemizde pek önemsemeyen ama aslında çok önemli olan bir konuyu ele almış bu araştırmasında. "İki Dünya Arasında", İstanbul'daki dindar üniversite gençliğini farklı kategorilerde değerlendirerek önemli bir sonuç ortaya çıkarıyor. Dini bir cemaat veya tarikatla doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bağlantısı olmuş, büyük bir kısmı ise bu bağlantıyı devam ettiren 60 üniversite öğrencisiyle yapılan derinlemesine görüşmeler, ortaya çok ciddi bir portre çıkarıyor: Öteki olma ve ötekileştirme.

"Bazen bizim uzaydan gelmiş olduğumuza inandıklarını düşünüyorum; bakışlarıyla, sözleriyle ve bize karşı önyargılı tavırlarıyla..."

Araştırma kapsamında İstanbul'daki devlet ve vakıf üniversitelerinden, belli başlı cemaat veya tarikatlardan öğrencilere birçok soru yöneltilmiş. Bu soruların neler olduğunu kitabın sonunda okuyabiliyorsunuz. Öğrencilerin yorumları ülkemizdeki dindar üniversite gençliğini hem dertlerini hem de ne kadar ötekileştirildiklerini çok iyi ortaya koyuyor. Bunun dışında öğrencilerin dine olan yaklaşımları da değerlendiriliyor. Bazı öğrenciler rasyonel bir bakış açısına sahip, bazıları dini temsil etme görevini edinmiş, kimisi teslimiyet içinde, kimisiyse "önce ahlâk" diyor. İbadetlerini eksiksiz yerine getiren ve dini tebliğ etmek için mücadele eden büyük bir kitle de mevcut.

"Aynı düşünce biçimine, yaşam tarzına ve dindarlık ölçüsüne sahip olduğunuz kişileri çok büyük kalabalıklar içinde hemen ayırt edebilirsiniz. Öyle somut görünümlere, sembolik araçlara da ihtiyacınız yoktur aslında. İlk göz teması, selamlaşma ya da kullanılan tek bir sözcükle bile bunu hemen anlayabilirsiniz."

Kitapta öğrencilerin kanaat önderi olarak gördüğü yazarlardan bazılarının yorumları da var. Mustafa Kutlu ve Dücane Cündioğlu bu isimlerin başında geliyorlar. Her ikisinin yorumları kitaba zenginlik katmış, okurken öğrencilere de eleştiri yapmak okuyucunun hakkı olabiliyor. Zira çoğu öğrenci neyi savunduğunu bilmiyor. İsraftan ve gösterişten bahsederken, son model cep telefonu kullanan erkek öğrencilerin ve rengarenk, ilgi çekici, hatta mümkün mertebe iddialı giyinen bayan öğrencilerin fazlalığı kafa karıştırıyor. Ama bu karışıklık, güzel bir sonuç bölümüyle gerçeği gözler önüne seriyor.

"Sizin bildiklerinizi ve daha da fazlasını biliyoruz. Peki, sizin bizden, bizim inancımızdan, dini bilgilerimizden haberiniz var mı?"

Modernlik ve gelenek arasında, dindarlık ve laiklik arasında, öteki olma ve ötekileştirme arasında, dindar üniversite gençliğinin yaşam biçimleri, hayat algıları ve gelecekten beklentileri bu kitapta. Sadece aynı dertlerden muzdarip olanlar değil, her dert meraklısı okumalı. Özellikle de gençliğe değer verenler.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Ocak 2013 Cuma

Bir yazarın zihninde dolaşmak isteyenlere

"Selim gibi, günlük tutmaya başlayalım bakalım. Sonumuz hayırlı değil onun gibi herhalde. Bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. 'Kimseye söyleyemeden, içimde kaldı, kayboldu," dediğim düşüncelerin, duyguların aynası olsun. Kimse dinlemiyorsa beni - ya da istediğim gibi dinlemiyorsa - günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız."

1970 yılında yazılan bu cümlelerle açılıyor Oğuz Atay’ın Günlük’ü. Günlük’te mahrem bir dünyanın kapılarını aralıyor okuyucuya, Oğuz Atay. Yazının mahremiyetinin. 7 yıl boyunca, düzensiz aralıklarla yazdığı Günlük’te, yazarın yazıyla ilişkisi, karakterleriyle ilişkisi ve kurgu süreci olanca şeffaflığıyla yer alıyor. Bir yandan da yazın dünyasıyla ilişkisi ve neredeyse her kitabında yer verdiği Türk aydının sorunları üzerine düşüncelerini içeriyor.

"Tehlikeli oyunlar oynanmıştır. İnsanın içinde ifade edilmez bir eksiklik duygusu kalır. Her şey başka türlü olabilirdi sanki. Bütün bu oyunlar bu kadar da kötü oynanmayabilirdi."

Atay’ın hikayeleri ve romanları üzerine notlarının dışında okudukları, izledikleri üzerine yorumları da yer alıyor Günlük’te. Yazarın ne denli iyi bir okuyucu olduğu ve sistematik bir okuma alışkanlığı olduğunu görebiliyorsunuz. Türk yazarları, arkadaşlıkları ve yazın dünyası üzerine yorumları da dönemin edebiyat dünyası hakkında fikir veriyor. Atay’ın notlarında en çok yer verdiği üç yazar, Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal Tahir.

"Eddington’u (The Nature of the Physical World) okuyorum. Yıllar önce okumuş olduğum ‘entropi’ sorunu yine ilgimi çekti. Benjamin’in Kafka’yı anlatırken, Eddington’un sözleriyle benzetme yapması ve entropi. Einstein’a göre milyarlarca yıl sonra evren bir ısı ölümüyle karşılaşacak –maksimum entropiye ulaşacak. Bize ne? denebilir. Kafka’nın dehşetinde entropiyi sezmesinin payı var. Ayrıca insan yaşarken ‘sezgi’ ile bu, milyarlarca yıl sonra olacak sıcak ölümün dehşetini duyabilir."

Ve bütün notlar boyunca, Oğuz Atay’ın okunmadığını, anlaşılamadığını düşünmesinin onu ne denli üzdüğü hissediliyor. İlk kitabı Tutunamayanlar yayınlandıktan 7 yıl sonra kaybettiğimiz Atay, bugün, kitaplarının onlarca baskı yaptığını görseydi keşke, diye düşündüm okurken.

"Belki henüz gerçekleri okuyarak, düşünerek, kendi bilinci ile sezecek insanlar vardır bu ülkede. Belki kitabı karşısına alıp, araya hiçbir bezirgan sokmadan, kitapla tek başına hesaplaşacak insanlar vardır."

Günlük, Oğuz Atay’la yüzleşmeye cesareti olanlara ve bir yazarın zihninde dolaşmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap...

"Düşüncem geç gelişti, biraz geç başladım; biraz da erken bırakmak zorunda kalıyorum."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

İnsan insanın sığınağıdır

Başlığı Burhan Sönmez’in bir röportajından aldım. Sebebi açık; “İnsan insanın sığınağıdır”, Masumlar’ı en iyi anlatan cümledir.

Romanda, Sönmez’in de bahsettiği üzere üç tür sürgünlük var. Birincisi yetişkin insanın sürgünlüğüdür. İnsanın masum çocukluk yıllarına bir daha asla ulaşamayacağı bir sıladır bu; büyümek ise mecburi istikamet olan gurbettir. Zaman hep ileriye doğru akar ve bu sürgünlük hali insanda baki kalır.

İkinci sürgünlük politik özellikler taşır. İnsanın yurdundan, memleketinden daha büyük güçler tarafından zorla koparılması ve artık orada barındırılmamasıdır. Geri dönüp memleketin havasını almak, suyunu içmek mümkün değildir.

Üçüncüsü daha felsefi anlamlar taşıyarak bir varoluş meselesi olarak sürgünlüktür. Bunu şu basit ve gündelik anlamında da okuyabiliriz: İnsanın memleketinden uzakta ayakta kalma çabası... Yabancılar sizin kültürünüzü bilmeyen insanlardır, bu insanlar arasında hayat mücadelesi vermektesinizdir. Arkanızı kimseye dönemeyeceğiniz bir süreçtir.

Haymana Ovası’ndan kopup Cambridge’e gelen, şansı yaver giderek İran asıllı Feruzeh’le tanışan Brani Tawo’nun hikâyesidir Masumlar.

Karakterler en az masallardan çıkıp gelen Feruzeh kadar samimidir, gerçektir. Romanda Kewê vardır, Pençeyüzlü kadın vardır, kendini kaderin kollarına bırakan Tatar fotoğrafçı vardır… Oyunlar oynamayı seven bir anne olan Azita Hanım’ın kızı Feruzeh sırlar kitabı taşıyarak kitap falı bakmaktadır, Brani Tawo’nun sığınağı olacaktır. Gözlerini kapatıp mezarlıkta türküler söyleyebilir Brani Tawo. Özellikle gittiği mezar Wittgenstein’ınki ise bu adamın kafasının başka türlü çalıştığını görebilmek mümkündür. Uykusuzluk hastalığı vardır Brani Tawo’nun. Olmadık zamanlarda uykuya gömülebilmektedir de aynı zamanda.

Masumlar, yalın bir dille yazılmış iyi bir romandır. Okuyan bizlere “kendi sürgünlüklerimizi” hatırlatır. Bu yüzden de yaralayıcıdır. Şairin dediği gibi:

"Kalplerdeki küfü haber vermek için çalardı
Kimse kalkmaz kimse koşmazdı pencerelere
O zaman Deniz’le beraber yola çıkıp bir seher vakti
Uykuya doymamış çocuklar da gitti aynalar ülkesine
Ve soğukta tek kalmış ağaçlar gibi yüreğimizi
Ayazlar dövdü
Ayazlar dövdü."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

21 Ocak 2013 Pazartesi

İsimlerin önemini bilenlere

2009 yılında bir arkadaşım bana bir kitap getirmişti. Yazarın adı Jose Saramago, kitabın adı Körlük. O zamanlar edebi metinlerde patetik kelimesinin anlamını ve kullanımını bilmediğimden, bu etkili ve dokunaklı yazarın kitabını “sonra tekrar bakarım” düşüncesiyle arkadaşıma geri vermiştim.

2012 yazında kafama hayali bir tuğla düşünce Saramago’yu hâlâ okumamış olmanın utancı içerisinde gittim üç kitabını aldım. Okuyanlar hatırlayacaklardır, “Kabil”in yazısını daha önce yazmıştım. Şimdi ikinci kitap “Bütün İsimler”le baş başayız.

Don Jose, Nüfus Kayıt Merkez Arşivi’nde 25 yıldır çalışan bir yazıcıdır. Günleri, sağ olanların ve ölenlerin belgelerini düzenlemekle geçmektedir. Münzevi bir hayat yaşamaktadır. Sessiz, sakin, dikkat çekmeyen, bekâr ve yalnız... Ancak Don Jose’nin kimsenin bilmediği bir özelliği de vardır: Ünlü kişilerin gazetelerde çıkan haberlerini biriktirmek. Don Jose bu yüzden, o kişilerle ilgili bir koleksiyon yapar ve bu koleksiyonu için Nüfus Kayıt Arşivi’ndeki bilgileri gizlice alıp, dosyasına eklemekten çekinmez.

Bir gün yine ünlü birinin dosyasını alırken başka bir dosya da almak istediği dosyaya yapışır. Yanlışlıkla aldığı dosyada bir kadının adının yazdığını görür. Bu rastlantısallık içerisinde o kadının kim olduğunun, şu an nerede ne yaptığının peşine düşer kahramanımız.

Bu peşine düşme hâli Don Jose’nin 50 yıllık hayatında, hiç yaşamadığı olayları yaşamasına ve başına türlü işler açmasına da yol açacaktır. Artık o kadının kim olduğu ve neden dosyasının yanlışlıkla da olsa eline geçtiği Don Jose için çözülmesi gereken bir düğümdür. Kahramanımız araştırmasını sürdürürken hem kadınla ilgili hem de kendisiyle ilgili çarpıcı gerçekleri öğrenecektir.

Don Jose’nin adımlarını bilen, izleyen, takip eden gizli Don Jose hayranını ise kitabın sonuna kadar öğrenemiyoruz. Öğrendiğimizde de tam anlamıyla şok oluyoruz. Tekrar edelim öyleyse; Saramago, söylememize gerek yok çok büyük bir yazar. Kelimelere istediği gibi hükmedebilen bir dil dâhisi. O istediği zaman üzülüyor, sinirleniyor, hüzünleniyor, geriliyoruz… Yani o ne isterse onu yaşıyoruz. “Bütün İsimler” de tekinsiz, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir yazarın ellerine kendini emanet etmek isteyenlere çok iyi geliyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

20 Ocak 2013 Pazar

Evde ayak altında dolaşmasın diye sokağa salınan çocukların öyküleri

Sokakların, çocukların ve bu ikisinin belki kaçınılmaz sonucu olan hoyrat duyguların belki küfürlü belki ayıp ama bir o kadar samimi ve içten sözcüsüdür Emrah Serbes. Bu kitabında eğer bir başlık altında toplamak gerekirse, "evde ayak altında dolaşmasın diye sokağa salınan çocukların öyküleri"ni anlatıyor.

Toplam sekiz öyküden oluşan kitapta vurgu erkek çocuklarının üzerinde de olsa, bu erkeklerin mahallenin güzel kızlarıyla hatta kadınlarıyla ilişkileri öykülere hem erkekler hem kadınlar açısından bakabilme yetisi kazandırıyor. Hepimizin ucundan kıyısından belki de tam ortasından geçtiği yolları görebiliyoruz, ben "Erken Kaybedenler"i bir cümle ile tanımlayacak olsam ilk öyküdeki şu cümleyi kullanırdım: "Münakaşa edemeyecek kadar kırılmıştı kalbim."

Kızmaktan korkan, tartışmaktan çekinen, sevdiği kızı motosikletli bir delikanlıya kaptıran, ve buna sadece hayıflanabilen 13-14 yaşındaki çocuklar, erken kaybedenlerdir.

Bir başka öyküsündeki şu cümleler ilk gençliğine henüz ulaşmış bu çocukların neden kaybettiklerine dair birer ipucu:

"Silgisini ısırıp ikiye bölmüş, yarısını bana vermişti. Ben de ona aşık olmaya karar vermiştim."

"Niye yalan söylesin ki?"
"Kadınlar böyledir"

"Kadınlar daha fazla zevk alıyorsa neden isteyen taraf hep biziz?"

Gündemimizle ilintili olan "Üst Kattaki Terörist" öyküsü bir yandan gözlerinizi nemlendirirken diğer yandan yüzünüzü gülümsetecek ama en önemlisi içinde bulunduğumuz duruma çok farklı ve bir o kadar hakkaniyetli bir bakış açısı sağlayacaktır.

Son öykü erken kaybeden çocukların anne ve babalarıyla ilişkilerini inceliyor diyebiliriz, erken kaybeden çocuğun kendisi ve babasını anlatan şu cümlesi ise oldukça manidar.

"Bizim aile böyle, güzel kadınlar karşısında elleri ayaklarına dolaşan adamlar yardımlaşma ve dayanışma derneği."

Belki de şark kültürünün getirdiği duyguları gizleme hastalığı çocuk ve babası arasında acı bir şekilde tezahür ediyor.

"Babama sarıldım, yıllar sonra."

Yazarın emeğine haksızlık olmayacak olsa bütün tatil boyunca tek tek sayfalarını bilgisayara girip herkes okusun diye paylaşıma açabileceğim kadar güzel bir kitap, şiddetle tavsiye edilir.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

17 Ocak 2013 Perşembe

Bıkmadan mücadele edenlere

Ruhuna Kitap'ta yazmaya başladığımdan beri hep aklımda olan kitaplar var. Ancak ben biraz da günceli yakalamak ve sıcağı sıcağına aktarmak adına yeni okuduklarımı yazdım çoğu zaman. Evin kitapların kapladığı bölümünde ne zaman bir kitap aramaya kalksam “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” hep kucağıma, kafama, omzuma, ayaklarımın önüne düşerdi. Sanırım bu kitabın zamanı geldi...

Geldi de bu kitabı asla nesnel bir açıyla okuyamam, okuyabilsem da yazamam. Bende anısı çoktur. Bırakığı izler hâlâ yüzümde duruyordur. Belki de bu kitabı okuyanlar yakalayabilirler o izleri, bilemiyorum.

Lisedeydik, 2003 – 2004 yılları... Şans eseri kültürlü arkadaşlarım vardı. Birbimize kitap, film, müzik tavsiyelerinde bulunuyorduk. Bir gün içimizden biri bir kitap keşfetmişti. Hangi arkadaşımdı hatırlamıyorum, ancak yorum yapmayacağını, bizim okumamızı bekleyeceğini söylemişti sanırım. Tabi yorum yapmamasından ve gözlerinin uzaklara bir yerlere dalmasından bu kitaptan çok etkilendiğini biz çoktan anlamıştık.

Bunun için “Bir Türk Ailesinin Öyküsü”nün o zamanlar Ana Yayıncılık’tan çıkan yeşil kapaklı edisyonu hepimizin masasından geçmiştir. Lise yılları boyunca etkilendiğimiz birkaç sanatsal olaydan biri buydu. İrfan Orga’nın, Türkiye’deki anılarını İngiltere’ye yerleştikten sonra güzel ve akıcı bir İngilizce kullanarak yazdığını öğrenince epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Kitabı ilk elime aldığımda “Çeviren: Arın Bayraktaroğlu” yazısı beni nasıl şaşkına çevirmişse artık, hâlâ unutamıyorum.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, Cumhuriyet’in ilk 25 yılı diyebileceğim bir zamanda geçiyor bu anılar. Bu anılardan hangi birini yazsam buraya yetmeyecek, biliyorum. Lisede bu kitabı okuyan arkadaş grubumuzda şöyle bir hava oluşmuştu, hepimiz bu anılardan bir bölümünü kendi hayatlarımızda da yaşamıştık. Hepimiz bu anıların bir kısmını fazlasıyla benimsemiştik. Orga’nın yaşamındaki bazı şeyleri biz yaşamışız gibi sahiplenmiştik. Hepimizin kitaptan unutamadığı favori bir sahnesi vardı mutlaka. Mesela benimkisi, İrfan Bey’in annesiyle vedalaş(ama)masını içeren sahneydi. Çok acı bir gidişti, o sahneyi asla unutamam...

Fazla uzatmak istemiyorum da, söz konusu kitap “Bir Türk Ailesinin Öyküsü” olunca saatlerce konuşabilirim. Everest Yayınları 2009’dan beri bu kitabı yeniden basıyor. Hatta Ocak 2011’de cep boyda da basmaya başladı. Bu kitabın her edisyonunu alan biri olarak cep boydaki ilk baskısını da aldım ben. Ne yapalım, benim de kusurum bu sanırım.

İngiltere’deki ilk baskısı 1950’de yapılmış, kısa zamanda İngiltere ve Amerika’da yeniden baskılarla o zamanki Batı gazetelerinde övgü dolu eleştiriler almış bu kitap. Türkçeye ilk çevrilmesi ise 1994 yılına denk geliyor. Dileğim, daha geç olmadan henüz okumayanların bu kitabı keşfetmesidir. Bu kitaptaki anılar o kadar bize ait ki, sahiplenmeden yapamayacaksınız.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

Söylenenle yapılan bir olmayınca, yalpalanır

Anadolu Yakası, Mustafa Kutlu'nun Dergah Yayınları'ndan çıkan son kitabı. Mayıs 2012 itibariyle okuyucuyla buluştu ve her Kutlu kitabı gibi teveccüh gördü. Kitap hem bir Nehir Söyleşi gibi, hem de değil gibi. Önce Nehir Söyleşi'nin ne olduğundan kısaca bahsetmek gerekir. Bir çeşit sözlü tarih çalışması diyebiliriz, daha da açmak gerekirse; söyleşiyi yapanın kabiliyeti ile söyleşi yapılanın hoş sohbetinin harmanlanmasından ortaya çıkar. Akıp gider. Hikâye tadı vermeye başladığında zirveye ulaşır. İşte Mustafa Kutlu da bunu yapıyor, bir Nehir Söyleşi'den hikâye oluşturuyor. Yazımın sonunda birkaç Nehir Söyleşi önerisi de vereceğim, bu yüzden "bir çay alayım" bahanesiyle okumaya ara verip daha sonra da kaytarmanıza hiç gerek yok.

- Evet, dönüp geldim. Doğru mezarlığa. İri meşelerden birine sırtımı dayadım. Dualar ettim. Meşe yapraklarının kurumuş olanları, esen yelle ağır ağır mezarlar üzerine dökülüyor. Yaprak da fâni, insan da.
- Ama yaprak baharda yeniden çıkıyor be abi.
- O yaprak eski yaprak değil. Bir babanın oğlu gibi. Baba toprağa karışıyor, oğlan hayatı sürdürüyor, Cenab-ı Hakk'ın kanunu bu.


Bizim memlekette dedikoduya verilen önem ne biyografilere ne de otobiyografilere verilir. Peki ya söyleşi? Magazin üzerine olursa, belki. Söyleşi illa ki bize bir fikir vermek zorunda değildir, merakımızı kapatsa da yetebilir, keyifli vakit geçirmemize yardımcı olursa da kendisini kitaplığımıza hoş anılarla uğurlarız. Ancak söz konusu yazar Mustafa Kutlu ve onun hayal gücünden çıkan bir Nehir Söyleşi olunca meraklanmamak mümkün değil. Bir fikirle başlayan ve birçok fikir veren bu söyleşi okudukça daha keyifli, aynı zamanda da şaşkınlık dolu bir hikâye olup çıkıyor.

- Beyaz Mendil diye bir filim de vardır. Lütfü Bey'in mi, Atıf Yılmaz'ın mı?
- Hatırlayamadım ama mendil mühim. Eskiden vapurun, tirenin ardından insanlar gidenler için gözyaşı döker, mendil sallardı. Bitti bunlar.
- Tıpkı mektup gibi.
- Evet mektup. Bak onu da unuttuk. Teknoloji hayatımızı yönetiyor. Televizyon çıkınca radyonunu pabucu dama atıldı. Meraklıları vardır o başka.


Mustafa Kutlu, Anadolu Yakası'ndaki kahramanını bu kez söyleşerek konuşturur, sözü hiç yormadan derdini anlattırır, bir insanın hayatında söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılığın önemini vurgular ve gittikçe daha da modernleşen yaşamın getirip götürdükleriyle sona ulaştırır. Gazeteci Muzo'nun sorup televizyoncu Erol'un cevap verdiği bu söyleşide gerçekler, en yalın haliyle gözünüzün ucundan akıyor. 207 sayfalık kitabı saatler içinde, keyifle bitiriyorsunuz.

"Hepimiz cinselliğin hayvanî bataklığında çırpınıyoruz. Bırak hareketi bir müstehcen söz duyduğunda yüzü kızaran ne kız kaldı ne oğlan. Ahlakın emaresi yüzün kızarmasıdır. Ar duygusudur. Biz tam tersine yüzü kızaranlarla alay ediyoruz. Ar damarımız çatlamış."

Kitabın vurguladıklarını sıralayacak olursak; para kazanma hırsı, ideolojiler, teslimiyet, iş ve inancın birbirine girmesi, yoksulluk, kurnazlık ve ardından gelen yükselmenin serüveni... Kısacası ülkemizin hikâyesidir aslında Anadolu Yakası. Söylenilenlerle yapılanlar bir olmayınca, yalpalanır. Denizle haşır neşir olanlar iyi bilirler, bir sandal yalpalarken iskeleye yanaşması çok zordur. Yardım gerekebilir. Yardımın nereden geleceği de oldukça önemlidir.

"Hafıza deyince dijital malzeme depolama kapasitesinin akla geldiği bir zamanın insanlarıyız biz. Çünkü hatırlanacak pek bir şey yaşamıyoruz. Hiç hayat bulamıyoruz yaşadıklarımızdan ve hiç başlamadığımızdan sona da eremiyoruz bir yerlerde."

Başlarken, yazımın sonunda Nehir Söyleşi önerileri vereceğimi söylemiştim. Söz namustur, tutalım. Bu alanda İş Bankası Kültür Yayınları'nın da hakkını verelim. O kadar çok Nehir Söyleşi kitabı yayınladılar ki, okuduklarım arasında en beğendiklerimi önerebilirim: Tarihçilerin Kutbu - Halil İnalcık Kitabı, Zaman Kaybolmaz - İlber Ortaylı Kitabı ve Bir Koltukta Kaç Karpuz - Halit Kıvanç Kitabı.

Anadolu Yakası, yalpaladığını düşünenlere -ki bunu düşünmek bile önemlidir- kendilerini daha iyi görebilmelerini sağlayacaktır. Bir "ben nerede yanlış yaptım?" kitabı da olabilir, "kimseye etmem şikâyet" kitabı da. Karar, okuyucu vicdanının...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

14 Ocak 2013 Pazartesi

Yahudi mi olmayalım, yahut baca temizleyicisi mi olmalıyız?

"Meyva vermeyen bir ağaç kadar
faydasız olsun bu yazdıklarım.
Dallarını meyvasına tamâ edip
kimse taşa tutmasın.
Bu yazdıklarım çok budaklı, çok bükümlü
bir ağaç kadar faydasız olsun.
O zaman marangozlar
kesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı.
Dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesiz
bir ağaç gibi faydasız olsun bu yazdıklarım.
Odun olmaz bu ağaçtan desinler,
yakmasınlar.
Faydasız olsun, yine de
bir ağaç gibi olsun bu yazdıklarım:
Kökü toprakta;
başı gökyüzüne dönük.
Belki kimse bahçesine dikmez,
şehrin bulvarlarına da sokmazlar onu.
Ama
uzak, kıraç bir ıssızlıkta
bunalmış bir yolcu
dibinde oturacağı,
sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye
ferahlarsa
bu yeter."
(Chuang Tzu'nun peşinden)

Of Not Being A Jew yahut Dela Frayeur D'être Plombier Borgne. Sözü, sözün karşılığına bırakalım:

"Kitabın kapağında İngilizce bir söz var. Arka kapakta da Fransızca bir söz var. İngilizce sözü Türkçeye tercüme etmeye çabalarsak "Yahudi Olmamak Hakkında" diye bir karşılık bulabiliriz Arka kapaktaki Fransızca "De La Frayeur D’etre Plombier Borgne" sözünü Türkçeye tercüme etmeye yeltenirsek orada da şöyle bir şey diyeceğiz: "Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında".Yani benim kitabımdaki şiirler -iki kapak bahis konusu olunca- "Yahudi Olmamak Hakkında” ile “Şaşı Bir Tesisatçı Olmanın Dehşeti Hakkında” arasına sıkıştırılmış."

Of Not Being A Jew'i yazmak ile ağır bir işin altına girdiğimin farkındayım. 21. yüzyıl dünyasında; yeni düzen, işbirliği, komplo, para, terör, korku gibi kelimelerle düşüp kalkan yahudi dünyasından olmamak ve ölümleri yahut istihdam fazlalığı olarak hurdaya çıkmaları eğilip kalkışlarından olacak olan, sulu, paslı ve şaşı adamların dehşetinden kaçınmak.

Tesisatçı olmak suya, Yahudi olmak ise sabuna dayanmayı bilmekten geçer. Yahudiler bir zamanlar sabun yapılıyordu. Şu an ise kana buladıkları dünyayı sadece sahibi oldukları kozmetik firmalarının ürettiği fondötenler ile bile düzeltebilirler. Hitler'in Yahudilere ''ben size sabun olamazsınız demedim, sabun üretemezsiniz dedim'' demiş olma olasılığı üzerine düşünmek istiyorum.

Şaşı bir tesisatçıyı dehşet olarak önümüze serdiği için "Suya", Yahudi olmamak diyerek ise "Sabuna" dokunmaktan imtina etmiş bir İsmet Özel bekliyorsanız kitabın daha ikinci şiirinden itibaren yanılmaya başlayabilirsiniz. (Birinci şiirin de altta kalır yanı yok.)

"Ben Türk Dediysem Eğer
Türkler dediğimde göndermelerim
Süprüntüleri şırfıntıları hamamoğlanlarını
Kapsadı kapsayacak
Sanıyorsan yanılırsın
Türklük şiir
Türkün eni Türkün boyu
Müslümanlığı kadar
Baksan bulacak mısın
Koskoca İstanbul'da
Nef'î diye bir semt
Ama Bayram Paşa var."

Nef'î ki yerdiğini yermesini bilen, övdüğünü ise gökkubbeye değdiren bir şairdir. Bayram Paşa ile aralarındaki kontrolsüz ilişkiyi anlatacak değilim. İsmet Özel'in bir tarafı, Nef'î'nin bir tarafı olabilir mi? Nef'î'nin bir tarafı diyorum çünkü zannımca İsmet Özel'in, kendisini öve öve göklere çıkarabilecek kimse olmadığı gibi, öve öve göklere çıkarabileceği bir şey olduğunu -en azından- düşünmüyorum. Rüyamda böyle bir şey olduğunu görsem inanabilirim. Nef'î Divan Edebiyatı şairiydi, sözüm ona "sanat için sanat" yapıyordu. Nef'î zaten Bayram Paşa'yı sanat için yeriyordu(!). Yoksa hükümdarın lafını balla bölmek gibi bir derdi yoktu. Bayram Paşa'nın Nef'î'yi astırıp astırmadığı konusunda tarihçilerin mutabık olup olmaması beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Nef’î "konjonktür"e ayak uyduramayan bir adamdı. Ayak uyduramadığı için ayağını kaydırdılar. İsmet Özel de konjonktür ile problemleri olan bir adamdır. Acaba bu yüzden mi, "Türkiye’de siyasî üstünlüğünü kafirin ihsanına bağlamayan tek kuruluş İstiklâl Marşı Derneği’dir. Bunun dışında hiçbir resmî yahut gayri resmî kuruluş yoktur" der?

"Yahudi değilsem bile
bende Yahudalık da mı yok-
Kimi öptüm de kurtuldu çarmıha çakılmaktan?"
- Of Not Being A Jew

Nef'î ile Bayram Paşa arasındaki ilişkinin kavranamamasını veya Nef'î'nin astırılıp astırılmadığı konusunda mutabık olunamamasını İsmet Özel'in dediği gibi "Türkiye'de şiir ile toplumun hali arasında ciddi bir irtibat var. Bu irtibatı fark ederek yaşamış insanlar olmadığınızı biliyorum. Türkiye'de şiirle bu milletin hayatiyeti arasında çok doğrudan, sıkı bir bağ var ama büyük sayıda insan bu bağdan habersiz olarak, bu bağa bigâne kalarak ve hatta bu bağı reddederek yaşıyor."

"Bayram Paşa Nef'î'yi, hicvi kaldıramadığı için astırdı" diyerek halk ile şiir arasındaki bu bağı "san'at içi san'at üstâdım" diyerek örselemek isteyenleri yormak istiyorum.

"Evet, ilmektir boynumdaki ama ben
kimsenin kölesi değilim
tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya
tarantulaymış benim adım diyecek değilim
tam düşecekken tutunduğum tuğlayı
kendime rabb bellemiyeceğim
razı değilim beni tanımayan tarihe
beni sinesine sarmayan
tabiattan rıza dilenmeyeceğim."
- Of Not Being A Jew

Durmuş Küçükşakalak'ın Milâdî takvim hakkında söylediklerini ben de İsmet Özel için söyleyebilirim:

"Bizim takvimimiz gavurların takviminden 10 gün daha hızlıdır. Biz kendi takvimimize dönersek gavurların bizi yakalaması imkânsızdır."

"Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!"
- Of Not Being A Jew

Eve/şarkıya/kalbimize dönersek gavurlar bizi yakalayamayacaktır. Gavurların bizi yakalamaması için kendimize ve geçmişimize sarkıntılık etmemiz gerekecek. İnsanlar, duyduklarını/okuduklarını/öğrendiklerini daha kalıcı kılmak için beyinlerinin içinde oluşturdukları çekmecelerden yardım alırlar. İsmet Özel'i hangi sınıfa dahil edeceksiniz bilemiyorum ama ben onu çekmecemin üzerine koydum. İsmet Özel'i düşürmemek için çekmeceleri daha az açıp kapatıyorum. Diyeceğim o ki kulvar kabul etmeyen insanlara olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor. Kapatın çekmecelerinizi, bırakın kafanızın içi dağınık kalsın.

"Bilemem Yahudi değilim
gizli bir yerde genizam yok
bilemem insan nerenin yerlisidir
ömrüm burada
bütün Yahudiler gibi
raflara doğru, çekmecelere
sahanlıklara doğru geçti."
- Of Not Being A Jew

Yahudi olmamak (of not being a jew) için çekmecelerinizi bir kenara bırakın. Albatrosu Baudelaire'den, Yves Bonnefoy'dan semenderi öğrendiğimiz gibi İsmet Özel'den de şiiri öğrenebiliriz. (Dinlemek için: youtube.com/watch?v=rF7YXAWNXmA)

Muhammet Faruk Özcan

Kediler korkuları kadar yaşar

"Korku örtmeye en yakın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur."

Gözlerinizi kapattınız ve işte bahçenizdesiniz, burası sizin bahçeniz; terk ettiğiniz, terk edildiğiniz, gittiğiniz, gidemediğiniz, tekrar döndüğünüz, artık çok uzaklarda olduğunuz, oturup soluklandığınız, bazen korkudan aylarca uğramadığınız, duvarlar ördüğünüz o duvarları bir gecede yıktığınız, ölüp dirildiğiniz, bir türlü ölemediğiniz, hâyâl ve gerçeklerle sıkışıp kaldığınız yer, işte orası.

Bilge Karasu, masal tadında 13 tane öykü sunuyor ve 12’sinde değindiği tema ve imgeleri 13. öyküsünde birleştiriyor kitabında. Kitap başlar başlamaz içinizdeki asansörün düğmesine basıyor ve siz inmeye başlıyorsunuz, evinizin tüm katlarında dolaşıyorsunuz, her odada yaşadıklarınız, yaşayamadıklarınız ve korkularınızla yüzleşiyorsunuz.

"İnsanın düş dünyası ne kadar derin olabilir, düşler gerçeğe ne kadar yakındır?" sorularını sorup duruyorsunuz okurken çünkü düşlerden yaşama o kadar keskin geçişler yapıyor ki kitap, bazen geriye dönüp tekrar tekrar okuyorsunuz. Bana kalırsa kesinlikle birkaç kez okunmayı hak eden kitaplardan ki altını çizdiğiniz yerleri bir zaman sonra tekrar okuduğunuzda hissettirdiklerini görünce hak vereceksiniz.

"Herkesin,
kim bilir, belki de ancak -çoğu insanın- demeli ya,
giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,
insanların,
arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile,
kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede
soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
...
İnsan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. Bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. Ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. Yanılır da sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."

Kelimeleri insanın gözün sokmadan anlatan cümleleri seviyorum. Bilge Karasu öyle bir dil zenginliği ile anlatıyor ki; "Türkçe" anadili olduğu için insan mutlu oluyor.

Ölmek nedir? Sadece ölenin toprak olması mı, kalana ne olur peki?

"Kentin sinliğinde, üzerine toprak dökülürken, "ben hangimizim, gömülen hangimiz?” diye sordum kendime, alçak duvarın üstünden o demir rengi denize bakmadan. Sorunun yanıtını bulamadım daha. Kollarımda can verdi. Şimdi ardından yaşayıp gitmek neye yarar."

Gözleriniz bulutlara takılıp kalmışken kaç kez gözden yitirdiniz sizin için uçan uçurtmayı?

"...ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun."

Bahçelerindeki her şeyle ya da hiçbir şeyi ile yüzleşmeye hazır olanların hikâyeleri.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

13 Ocak 2013 Pazar

Görülen geçmiş zamanın aşırı uçları

"Ben sadece iyi bir insan olmak istedim Muhittin.
Sadece iyi bir insan."

- Takva, 2005

Dava nedir, dava arkadaşlığı nedir? Medrese nedir, ocak nedir? Tedavülden kalkan değerlere dair sorulara cevap vermeyi de tedavülden kaldırabilir miyiz peki? Kaldıramayız. Hepimizin bir davası mutlaka vardır. Kimimiz bir kalem açmayı dava edinebilir, kimimizse masa başında bir ülkeyi kurtarmayı. Gayet mütevazı ve sade bir yaşam, şaşaalı bir hayata dönüştüğünde sürüklenme de beraberinde gelebilir. Manevi bir sürüklenmedir bu. Vicdan buna ya tahammül eder, ya da sefere çıkar.

"Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz."

Mustafa Kutlu'nun Dergâh Yayınevi'nden ilk baskısını Ekim 1983'te yapan bu önemli eseri Ağustos 2012 itibariyle 14. baskısına ulaşmış, Boşnakçaya çevrilmiş. Yazarın yabancı dile çevrilen ilk eseri. Her ne kadar "Mustafa Kutlu üslubu" olan sadelik yazarın her kitabında ortada olsa da, bu eserde "mesele"yi anlamak için tecrübeli bir okur gerekiyor. Zira uzak olduğumuz yahut yaşa(ya)madığımız bir mesele bu. Anlamak için çırpınmak da gerekebilir, yeniden ve yeniden okumak da.

"Bir kere taviz verildi mi, asla çiğnenmemesi gereken unsurlar bir kere gözden çıkarıldı mı, kalbin aynası bir yerinden çizildi mi, kefareti büyük oluyor."

Asım Bey, Kerim, İlhan, Murat, Fetanet Hanım, Nalan, Cevat, Yunus Bey ve diğerleri... Derinlikli hikâyelerin derdi, okuyucu her zaman çarpıyor. Burada mühim olan ciddi bir okuyucu gözü. Çünkü sade bir dilin arkasında her zaman şatafatlı bir dert yatabiliyor. Mustafa Kutlu eserleri, konusu ne olursa olsun süratle okunabiliyor.

Kitabı "yaşam tecrübesi"ne göre önermek daha doğru olabilir. Derin bir of çekenler, parasız yatılı günlerini hatırlayanlar, gençliğinde "dava" peşinde koşanlar, tüm bunların içinde ve dışında olanlar. "Ya Tahammül Ya Sefer" aslında birçok davanın acı neticesini içeriyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Ocak 2013 Cumartesi

Eski bir dostu yeniden duymak isteyenlere

Bazı kitaplar çocuklukta bırakılmamalı, José Mauro de Vasconcelos'un yazdığı Şeker Portakalı da öyle. Hepimizin çocukluk anılarının bir yerinde muhakkak vardır Zeze’nin maceraları. Hepimiz öyle çok sevdik ki diğer maceralarını da bir solukta okuduk. Zeze elimizde büyüdü desek çok da abartmış olmayız esasında. Onun sürekli konuştuğu bir şeker portakalı vardı, bizimse dinlemekten keyif aldığımız bir Zeze’miz...

Vasconcelos’un 12 günde yazdığı söylenen kitap bizim haftalarca elimizden düşmemiş belki uzun süre de belleğimizden silinmemişti. Hatta belki de hepimizi çocukken ilk ağlatan kitap olma özelliğini taşır Şeker Portakalı.

Şimdiyse kitabı okuduğumuz yaşta anlamının ağırlığını bilmediğimiz bir kelime ile anılıyor dostumuz, “sansür” kelimesiyle. Öğretmeninin masasına gizlice çiçekler koyan, işsiz babasının mutlu olması için sabahtan akşama kadar boyacılık yaparak babasına sigara alan Zeze hepimizin arkadaşı, onu bizden daha iyi koruyacak kimse yok. Bize sormadan kimse şüphe bile duyamaz Zeze’nin dostluğundan. Umudu da, iyi niyeti de, ilgisizliği de onun gözünden öğrendik. Şimdi eski dostumuzu yalnız bırakmak herkesten önce bize yakışmaz. Onun için yapabileceğimiz en iyi şey hemen bir kitap edinip yeniden sesini duymak, eski dostumuza bir cümle okuyarak bile olsa yalnız olmadığını hissettirmektir. Kim bilir belki de bu sayede çocukluğumuz da yanı başımızda gülümser bize.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

10 Ocak 2013 Perşembe

Kuş gibi berhudar olun

"Bizim kültürümüzde, kuşun bir diğer özelliği de ağırlık birimi olarak kullanılmasıdır. En çok da serçeyi kullanırız. Kullanmasına kullanırız da, bir serçenin kırk sene yaşadığını pek bilmeyiz."
- İbrahim Tenekeci

Kuşları anlatmak, oldukça zor bir sanattır. Gökyüzünün bu irili ufaklı misafirleri, yaşamımızın her anında bizlerle birliktedirler aslında. Hemen birkaç örnekle süsleyeyim. Âşık olunca ya da olduğumuzu sanınca "kalbim kuş gibi çırpınıyor" deriz, çok zayıflamış bir arkadaşımı görünce "kuş kadar kalmışsın" deriz, bir sorumluluğumuzu yerine getirdikten sonra "kuş gibi hafifledim" deriz, bir kuşkuya düşerken "her kuşun eti yenmez" diyebiliriz.

Deriz demesine de, kuşların tüm bunlardan haberi var mıdır? Yoktur ve açıkçası umurlarında olacağını da sanmıyorum.

Öte yandan kuş; iç donun arka tarafına, ağının dar olmaması için konulan parçaya da denir.

"Şimdi geçiyorlar,
Doldurup uzaklığı
Işıkta zar zor çırpınan kanatlar,
Bir yürek vuruşunda birleşmiş."


Şili'nin ve elbette dünyanın en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilen Pablo Neruda, bu kitabında türlü türlü kuşları anlatıyor bizlere. 3 bölüme ayırdığı kitabının sonuna doğru ise kendini kuş yapıyor, süzülüyor göğüs kafesimize. Dünya şiirinde pek de örneği görülmemiş bir deney ve Neruda estetiği "Kuşlar Sanatı"yla cıvıldaşıyor kulaklarımızda.

"Uçuyor göğe demirden tüyler
Ve seyrediyor sessizlikte sessizlik
Dinsel bir gemi gibi."


Manevi değerlerden gittikçe uzaklaşan insanlığa, çok klas bir çalım atıyor Neruda. Bari diyor, kuşlardan ibret alın. Bunu yapmak için de Şili de görülebilecek kuşları anlatıyor. Çevirisi'nin Alova'nın yaptığı "Kuşlar Sanatı"nı okurken dilimizle de övünebilir ve hatta şükredebilirsiniz. Zira biz hepi topu "Siyah Göğüslü Kartal" derken, buna başka bir dilde "Geranoaetus Melanoleucus Australis" denebilir. Biz de buna "yuh" diyebiliriz. Oysa edebimizle karşılayıp, dememeliyiz.

"Bir mutluluğu öbürüyle değiştim
Ama derinlerde, içimde, o yitik göldeki gibi
Bir kuşun hayali yaşar, unutulmaz bir meleğin
Gün ışığını dönüştüren göz alıcı varlığıyla
Gülden devinimiyle."


1971 Nobel Edebiyat Ödülü ile onurlandırılmış bu eseri elinize alın ve kanat çırpmaya başlayın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Yoksuluz çok şükür

Eskiden çok "moda"ydı. Bir şeyleri sürekli 3 kelimeyle özetlerdik. Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden Mustafa Kutlu'nun "Yoksulluk İçimizde" adlı hikâyesini 3 kelimeyle özetleyeyim: Heves, huzur, hidayet. Yazarın genel özellikleri arasında da bu üçlüyü sayabiliriz aslında. Okuyanlar, gayet iyi bilirler.

Dergâh Yayınları
'ndan 1. baskısını 1981'de yapan kitap, 13. baskısına Ağustos 2012'de ulaşmış. Hak eden her zaman hak ettiği değeri görüyor.

"Bir elinin ucu ile alnına düşen terli perçemleri geriye atıyor. Bir kediyi okşar gibi kalem uçlarını itinayla açıyor. Koridorlardan geçerken içinde mütemadi şakıyan bir kuş."

Bir insandan uzaklaştıkça, nereye gidersiniz? Ne kadar gidebilirsiniz? Bu gidişinizde geride bıraktıklarınız neler olur? İstanbul'daki karbondioksit miktarı ruh sağlığımızı bozmak için yeterli seviyede midir? Bu son soru hariç güzel cevaplar barındırıyor "Yoksulluk İçimizde" ve ağır bir sorumluluğu göğsünde yumuşatarak bize sunuyor.

"İçimizin mikropları içimize bir aykırı çöp uzanmayagörsün, hep birden o çılgın danslarına başlıyorlar. Şerha şerha yararak kalbimizi, yeniden ve bir daha bedi uykusuna, sevgili gafletine terk ediyorlar. Hakikata yeniden ve bir ilâhî vesile, bir lütuf ile tutununcaya kadar."

2011'de Eğitim-İş Trabzon Şubesi tarafından "zararlıdır" raporu tutulmuştu kitap için. Biz "Mustafa Kutlu, daima" diyenler ise gülüp geçmiştik. İyi okunamamış her şey zararlıdır çünkü. Bu lüzumsuz ve içi boş konunun üzerine eğilmektense, kitaptan 3 güzel cümleyi peş peşe paylaşmak isterim.

"İnsanoğlu putunu kendi yapar."

"Hayatım üzerine kiminle konuşabilirim?.."

"Yüzler neler neler anlatır."


Maddî telkinler ve tedbirlerle mutlu olmayı ister bedenler. Nefsin ihtirasları gözlerimizi kör eder. Sadece gözlerimiz değil kalplerimiz de kör olur. Kör olası "vahşi ve moderen dünya" alıkoyar vicdanımızı. Bunlara izin vermemek lazım. Bunun için de bol miktarda okumak ve "iyi görebilmek" lazım. Olanı biteni değil, kaçanı gideni. Hayatın gerçeklerini görmek o kadar da zor olmamalı bizler için... Kazanma hırsı ile vazgeçme arasında; Engin ile Süheylâ'nın "birbirlerinin gözlerine bakma dansı" bu kitapta. İster alkışlayarak, ister ağlayarak tempo tutabilirsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Ocak 2013 Salı

Kendini normal zannedenlere

Kare kaldırımlardan yürümeye çalışmak mı, hayatın her yerinde tek bir sayıyı aramak mı, yeni tanıştığı insanların gözlerinde onlara uygun mesleği görmek mi, kendi kendini öpmek mi yoksa duvarlarda girinti çıkıntı saymak mı?.. Bunlardan hangisini tercih ederdiniz ya da hangisini kendinize yakın hissederdiniz? Yoksa siz de kendini normal zannedenlerden misiniz? O zaman bir daha düşünmelisiniz!

Dışarıdan bakıldığında gayet normal ve sıradan görünen insanların kaçı gerçekten normal ve sıradan acaba hiç merak ettiniz mi? Tanıdığınızı düşündüğünüz insanları acaba ne kadar tanıyorsunuz? Peki ya kendinizi?..

Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı” bu soruların hepsine bir cevap niteliğinde raflardaki yerini aldı 2012 senesinde. Ve kısa bir süre önce geride bıraktığımız yılın en tuhaf ve eğlenceli kitabı olarak hafızalara kazındı. Farklı meslek gruplarından, bambaşka dünyalardan 126 yazar günlük hayatları içerisinde olağan bir şekilde tekrarladıkları garipliklerini paylaşarak, normal ve sıradan bir şekilde aktığını sandığımız hayatımıza farklı yerlerden bakmamıza sebep oldu. Hepimiz yakın çevremizdekileri, en önemlisi de kendimizi bir daha inceleme ihtiyacı hissettik.

Yitik Ülke Yayınları büyük ilgi gören 90 yazarlı “80’lerde Çocuk Olmak Kitabı” ve 111 yazarlı “90’lar Kitabı”nın ardından bir kez daha kalemine güvenen tüm sosyal medya kullanıcılarına kapılarını açarak bu enteresan projeye imza attı ve 2012'de de adından söz ettirmeyi başardı.

Yüzleşmeye hazır mısınız? O zaman bu tuhaf yolculuğa başlayabilirsiniz, keyifli okumalar...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

1 Ocak 2013 Salı

Gerilimli ruhlar birbirini iyi tanır

Ters köşeler, sürprizler, konyak şişeleri, yalan söyleyen insanlar, yalan söylemeyen insanlar, toplanan bavullar, unutulan paketler, çıkılan yolculuklar, terk edilen evler... Keskin gözlem gücü ve kıvrak kalemiyle karşınızda J. Mario Simmel’in medar-ı ifhitarı "Güneşten de Sıcak".

"Güneşten de Sıcak" kapkara, tekinsiz bir sokakta başınıza bir şey geleceğini düşündüğünüz bir anda ana caddedeki kalabalığa karışıp olayı sorunsuz atlatmanıza; aynı zamanda da başınıza hiçbir şey gelmeyeceğinden emin olduğunuz çok güvenli bir yerde yumruğu suratınıza yemenize benziyor. Zıtlıklardan doğan hayret duygusuna bu romanda teslim olacaksınız.

Simmel, ’80 darbesi sonrasında kitaplarının Türkiye’de yayımlanmasına izin vermemiş, 2008’de bu yasağı Everest Yayınları aracılığıyla kaldırmış. Everest de Simmel’in külliyatını 2008’den beri yayımlıyor. “Güneşten de Sıcak”ın çevirisini ise emin ellere emanet etmişler. Size bilmem; ama Almanca çeviri dendi mi benim aklıma; Kâmuran Şipal, Ahmet Cemal ve Ahmet Arpad gelir. Bu kitabın çevirmenleri olan Cemal ve Arpad’a saygılarımızı buradan iletmiş olalım.

Bu kitabı okuyan birisiyle ya da birileriyle sabaha kadar konuşabilirim. Kitapta insan hayatına dair çok fazla detay var. Simmel, hatasız yazmış bu kitabı. Bazı yerlerde tıbbi terimler ve eğitim üzerine konuşmalar geçiyor. Yazarımız ödevine çok iyi çalışmış. Öğrendiği terimleri olayların müstesna yerlerine çok iyi bir şekilde yerleştirmiş.

Peki “Güneşten de Sıcak” neyin romanı?, diye sorarsanız bana, size cevap olarak; “Güneşten de Sıcak yaşamak, sevmek ve ölmek üzerine bir romandır” derim. Yazarımız da bize bunu soruyor: “Hepsi sıcak ve yakıcı. Ama hangisi güneşten de sıcak?” Kitabın tek paragraflık ana düşüncesinin ise 345. sayfaki 19. bölümde olduğuna inanıyorum.

Güneşten de Sıcak” gerilimli ruhlara zaten iyi gelecektir de, şahsi kanaatim kitap olan her evde mutlaka bulundurulması yönündedir. Başyapıt!

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar